GÜZEL konuşurdu. Söyledikleri dinlenirdi.

Muhayyilesi genişti.

Size kültürel, sosyal veya dini bir konu anlatırken papatyanın salınışından başlayıp yıldızların seslenişinden çıkardı.

Tabiatın diline bu kadar aşina başka birini bugüne kadar tanımamıştım.

“Acaba anlattıkları kendi uydurması mı?” diye düşünerek sonrasında ansiklopedilere bakmışlığım olmuştu. Yaman yanılmıştım tabi. Hatırladıkça hâlâ mahcubiyet duyarım.

Söyledikleri bilimin anlattıklarına aynıyla mutabıktı ama sözü söyleme biçimi ve edası bir başkaydı.

Rayihası vardı cümlelerinin. Dinlenilmesi de muhtemelen bundandı.

Hiç usanç gelmezdi onun yanındayken insanlara…

KENDİSİNİ dar çerçevelere hapsetmemişti.

Yankı odalarının can çekişen ruhlarından değildi.

Diriydi.

İlim ve farklı fikirlere açık oluşu ona bu canlılığı veriyordu.

Meraklı olduğunu da kayda geçirmem gerekir elbette.

O güne kadar duymadığı, aşina olmadığı farklı bir söylemle karşılaştığında bizler gibi ilkin reddetme cihetine gitmezdi.

Muhatabına bu konuyu en ince ayrıntılarına kadar anlattırır notlar alırdı.

“DİNLEME ahlakı” kavramını onun bu tavrı düşündürmüştü ilk defa bana.

Zira onu tanıyana kadar mürekkep yalamış veya bizim öyle zannettiğimiz ne kadar tanıdığım varsa asla sözünün kesilmesine tahammül etmiyor böyle bu durum zuhur etmişse ya sözleriyle veya tavırlarıyla bunu onaylamadıklarını belli ediyorlardı.

Hatta soru bile sorulmasına sabır gösteremiyorlardı.

İlk gençlik yıllarımda kaldığım öğrenci evine gelen yaşı ilerlemiş meraklı bazı kişilerin sordukları sorular böylesine bir muameleye tabi tutulmuş ve bunlar “Sabote etmek için geliyor” yargısında bulunulmuştu.

Bu hadise yıllardır hiç aklımdan çıkmadı.

KİŞİDE “Dinleme ahlakı” olmadığında onun dünyadan, hayattan, hakikatten pek behresi olmuyordu.

Nasibi az kalıyordu.

Kendini kendine kapatma diyebileceğimiz bu tutum esasen kişide eksikliğe sebep olması lazım gelirken tersine bir yalancı özgüvene taşınıyordu.

İtiraz eden, soru soran olmayınca zemin müsait olduğundan hatip istediği gibi savuruyor, uçup kaçabiliyordu.

Dinleyenlerde zamanla “Yol Hipnozuna” maruz kalmış gibi sorgulamayı bıraktığından meydana gelen ilmî ve fikrî kazalardan haberi bile olmuyordu.

BU kişinin tutumu işte bundan sebep hemen dikkatimi çekmişti.

Farklı görüşlere sahip herkesle oturup muhabbet ederken görebilirdiniz onu. Üstelik kavga etmeden, muhatabını küçümsemeden, söylediklerine önem vererek dinlerdi.

Bu yaklaşım kendisinin de aynı saygıyla dinlenilmesini sağlıyordu elbette.

Hayat bir aksiseda değil miydi zaten?

Aldığımız sedalar gönderdiklerimizin bize geri dönüşü, yansıması değil miydi?

ÜÇ cümlem var diye açardı muhabbetin perdesini…

Ardından kelimeler sökün ederdi bir bir…

Muhabbetin buğusu önce kalplerimize gelip tesir eder ardından etkisi gözlerimize sirayet ederdi.

Bitsin istemezdik.

Hele de ben çırpınırdım içsel olarak.

Sorduğum soruların kimi zaman yersiz olması aslında buradan kaynaklanıyordu. Muhatabım sanki ilk defa duymuş gibi dinliyor ve yine ilk kez cevaplıyor gibi cevaplıyordu.

Bu söze hürmet, soruya hürmet dahası sorunun sahibine de hürmet idi.

Sohbetin bohçasını toplarken yine üç cümlem var derdi.

O cümle şuydu:

“Allah’a inanın. İnsanı anlayın. Tabiatı tanıyın.”

Bir kenara yazdığım bu kısa ama izahı uzun üç cümle tekrar bugün kendini hatırlattı.

İlla bir sebebi aranmalı mı, bilmiyorum ama üzerinde düşünmeye değmez mi? Ya da şöyle diyeyim; bizim kaç cümlemiz var kalplerde yankılanıp kendini zaman zaman güncelleyip hatırlatan?

Haydi tekrar ederek kapalım yazıyı o halde.

“Allah’a inanın. İnsanı anlayın. Tabiatı tanıyın.”

Ya Selam!