OLMAZLARI oldurmak isteriz.

Suyu tersine akıtmak için hem kendimizi hem de çevremizi zorlarız.

Kırgınlıklar oluşur, küskünlükler ortaya çıkar, onarılması güç kalp incinmeleri söz konusu olur.

Tuttururuz çocuklar gibi tabiri caizse…

İlle de böyle olacak deriz.

Ama olmaz.

Neticede baş ağrılarıyla tanışırız.

Stres yükümüz arttıkça artar.

Depresyon kapımızı çalar.

Yalnızlıkla tanışırız.

Ve sonunda pes ederiz.

Yani hayat bizi ikna eder.

Bu ikna, hâdisleri yorumlayarak, sahih analizler geliştirerek, derin tefekkürlere yönelerek gerçekleşmezse eğer burnumuz sürtülerek olur.

Ama olur.

Hayat bizi her türlü ikna eder.

TEMEL felsefesi buydu onunda.

Her şeyi ama her şeyi zorlardı.

Makul ile hiç işi olmazdı. Daima en olmazına sevdalanır bunu bir ideal haline getirir ve kendini heder etme pahasına da olsa inadından vazgeçmezdi.

Sadece kendisi mi, hayır.

Onun çocuğu herkesten güzel olmalıydı. Bakımlı oluşuyla muhakkak dikkat çekmeliydi. Her ne sorulursa sorulsun evvela o bilmeliydi ve bununla da kalmayıp kesinlikle cümle âleme göstermeliydi.

Girdiği her sınavdan birincilikle çıkmaktan başka asla farklı bir seçeneği olamazdı.

Eşi için yine aynı kriterler geçerliydi.

Çünkü onun eşiydi.

Başka türlüsünü düşünmek ona hakaret etmekle eş anlamlıydı.

Bu halka giderek genişliyordu. Anne babası ve kardeşleri de aynı prensiplere tâbi olmalıydı.

Onlardan utanmaması lazım geldiğini ve kendi itibarını sarsmamaları gerektiğini düşünür ve bunu her fırsatta güçlü biçimde dile getirirdi.

Mesele o kadar derinleşip kök saldı ki giderek arkadaşlarını da bu elekle elemeye başladı.

Uygun görmediklerinden ya kendisi uzaklaştı ya da onları kendinden ırak tuttu.

Dostları zaten kalmamıştı çevresinde…

Döke saça telef etmişti hepsini.

NETİCEYE ulaşamadı.

İstedikleri olmadı.

Hayat onu ayıkladı. Yalnızlaştırdı.

Elbette bazı dönemlerde gözle görülebilir kimi başarılar elde etti ama bunlar kalıcı olamadı.

Döneme bağlı görece şeylerdi.

Artık onların ne izi ne de tozu kalmamıştı üzerinde.

Artık olaylara daha serinkanlı bakıyor, engin bir gönle sahip olmaya çalışıyor, değerlendirmelerinde insafı elden bırakmıyor, yıkıcı eleştiriler yapmaktan özenle kaçınıyordu.

Eski zamanlarından bazı tanıyanları bu hâline hayretler ediyordu tabi.

Anlamaya çalışıyorlarsa da işin içinden çıkamayıp kendisine sual ediyorlardı: “Nasıl oldu bu?”

Öfkenin balonlarını çoktan patlatıp ego dağlarından enginlere inmiş olmanın ferahlığı içinde bilgece cevaplıyordu.

“Hayat ikna eder. Öyle veya böyle ikna eder” diyordu.

O, zor ikna edilenlerdendi.

Kuyruğu sürekli dik tutmaya çalışması, söylenenleri işitmemesi, daima herkesten kendini daha akıllı ve üstün görmesi sebebiyle ikna süreci hem uzun sürmüş hem de yıpratıcı olmuştu.

Bu sebeple “Hayatın sesini duymak gerek. Gereklerini yerine getirmek gerek. Geç kalmamak gerek” gibi tekerlemeye benzer cümleler kuruyordu.

Belli ki, kendi geçtiği zorlu yollara girilmeden sonuç alınmasını istiyordu.

Diretmemek gerektiğini dile getiriyordu.

Fıtrata yani hayatın doğal akışına ters durmamak lazım geldiğine inanıyordu artık.

HAYAT bizi ikna eder, evet.

Ama bizim buna açık olmamız gerekir. Kâinat kitabını iyi bellememiz ve onu Kur’an-ı Kerim ile birlikte bozulmamış bir fıtratla okuyarak idrak etmemizden başka çıkar yol yok.

Hayat bizi madem her türlü ikna ediyor ne kendimizi ne de onu zora koşmayalım.

Ya Selâm!