HATİPTİ, iyi bir hatip.

Sözü gediğine hiç sektirmeden koyardı.

Ancak bunu asla cehalet olarak tarif edebileceğimiz bir kabalıkla değil zekâ ürünü çok ince nüktelerle ustaca yapardı.

Kuyumcu hassasiyetiyle konuşurdu diyeyim de kestirmeden, siz anlayın.

Bunu öyle mahirane yapardı ki, çoğu defa sonradan farkına varır “Vay” derdik. “Usta yine gol attı.”

CİDDİYETİ ilk evvel fark edilirdi.

Hükmedici bir tavır değildi. Baskılamazdı. Ama onun yanında kendisinin sessizce belirlediği sınırları da kolayca geçemezdiniz.

Buna vakur demek belki daha isabetli olur, bilmiyorum.

Ya da aziz olmak tabiri daha çok karşılar duruşunu.

YILLAR üst üste devrildi.

Kandilimize anlattıklarından hep yağ damlattık.

Aydınlandık.

Kişilik binamızı örümlerken onun bize sunduğu bilgi tuğlalarından istifade ettik.

Hak razı olsun ki, o kendisini bizden bir nebze olsun esirgemedi.

O, bir mânâ cömerdiydi.

KALABALIK ortamlardan asude bir araya geldiğimizdeki konuşmaları daha ışıltılıydı.

Sanırım bir kısmımızı yetiştirdikten sonra bir seçki yapmıştı.

Bu dar dairedeki anlatımları daha kalbi idi. Nurluydu. Ünsiyet bağı oluşturuyordu.

İçimizi sarıp sarmalayan öyle cümleler kuruyordu ki, mest oluyorduk.

Muhabbet bitip kalktığımızda artık biz az önceki kişiler değildik.

İçsel bir inşaya tabi tutulduğumuzu anlıyorduk.

….

MESTÛR idi demek ki, daha önceki sohbetlerinde.

Yüzündeki ilmin verdiği ciddiyet perdesi ve vakur duruşu sebebiyle biz aslında onun tam olarak “Gökçek yüzünü” görememişiz.

Bu özel sohbetlerinde peçesini açıyordu. Kimi zaman bir deyişin dizelerine bizi doluyor, nefeslerin içinden geçirerek âdeta oldurucu nefesler üflüyordu.

Türkülerin kanatlarına asıyor ve yedi düveli bir tekmil dolaştırıyordu.

Kafamız karışmadı diyemem, karıştı ama asla gönlümüz bulanmadı.

Onun mestur olan yüzünü gördükçe daha çok sevdik ve daha fazla istifade ettik.

Ve mest olduk.

MESTANE BABA diyerek ünlüyordum artık kendisini haddim olmayarak.

Sonraları arkadaşlarımda kullanır oldular.

Ama kabul etmesi kolay olmadı. İlk zamanlarda biz “Mestane Baba” dediğimizde “Mestane değil oğlum, kestane kestane” şeklinde mukabele ederdi.

Bizim azimli ısrarımıza daha fazla dayanamadı ve artık ses etmez oldu.

O gün bugündür adı silindi ve “Mestane Baba” olarak anılır oldu.

MESTANE BABA seslenişini zamanla kendisi de daha derinden benimsedi, sahiplendi.

Bunu nereden biliyorsunuz derseniz eğer sohbetlerinde istemsiz olarak “Gah ayık gezeriz gah mestaneyiz” cümlesi sıklıkla kendine yer bulur olmuştu. Buradan biliyoruz.

Bu cümleyi her duyduğumuzda gözlerimiz muzipçe bir hınzırlıkla irileştiğinde Âşık Naksani’nin şu meşhur dizeni hemen ekleyiverirdi.

Cemalin göreli olduk serseri / Can verip bu yolda bulduk Haydar’ı
Lutf etti nuş ettik ab-ı kevseri / Gah ayık gezeriz gah mestaneyiz…”

HANGİ mestanelikte mest olduğunu tam olarak bilemedik elbette.

Ama bizi sermest etmesinden yani başımızı mest edişinden anlıyoruz ki, o bir mestî idi.

Kendi dünya varlığından, kibrinden, ilminden geçip mânâ ile serhoş oluyordu.

Kimi zaman cüret sahibi oluyor söylenmesi zor olan ama hakikat namına muhakkak ifade edilmesi gerekenleri cesaretle ve fakat bizi tahrip etmeden söylüyordu.

Savrukluğu olmuyor muydu, oluyordu.

Bizleri savurması icap eden yerlerde maharetle savuruyor ama danelerimizi heder etmiyordu. Sadece samandan ayırıyordu bizi ustalıkla.

Kısacası; Mestane Baba âşıkane yaşadı.

Bazen ciddi, bazen mahmur, bazen baygın bazen de nara atarcasına.

Yani o, tam bir mestî idi.Bizlere de nasip olsun inşallah.

Ya Selâm!