Dinde reform konusunda önceki iki yazımızdan sonra bu hafta da bu felaketi önlemenin çaresini konu edineceğiz.

Dinde reform konusunda önceki iki yazımızdan sonra bu hafta da bu felaketi önlemenin çaresini konu edineceğiz.

Şu soruyla başlayalım:

İslam'da reform olmayacağına / olamayacağına göre, bu yöndeki söylemlerin önüne kalıcı olarak geçmenin yolu acaba nedir?

Bu sorunun cevabı açıktır.

Çare, en genel manada İslam ulemasını ve onların ortaya koydukları müktesebatı anlamaktır.

Bunun için İslam'ı anlamanın mukaddimesi meyanında iki büyük gerçeği bilmek gerekir. Bunlardan biri İslam'ı anlamada edille-i şer'iyyenin önemi, ikincisi de ulemanın ortaya koyduğu derinlik, keyfiyet ve ölçüdür.

1- Edille-i Şer'iyyeyi Anlamak

Malum olduğu üzere İslam'ın temel kaynakları Kitap ve Sünnet/ hadislerdir. Bunlardan hemen sonra da, yine Kitap ve Sünnet'e istinat eden İcma ve Kıyas gelir ve dördüne birden edille-i şer'iyye denir.

Dini doğru anlamak isteyen bir kişi, her şeyden önce İslam'a edille-i şer'iyye ölçüleriyle bakması gerektiğini bilmelidir. Bunun manası şudur: Bütün İslami hakikatlerin temel kaynağı Kuran'dır. Ondan sonra Kuran'ın bir nevi tefsiri, açılımı ve tatbiki manasına gelen Hz. Peygamberin (s.a.v.) Sünnet ve hadisleri gelir. Sünnet ve hadisler, Kuran'ı doğru anlama açısından olmazsa olmazdır. Buna işaret eden iki ayet-i kerime mealen şöyledir:

'(O peygamberleri) apaçık mucizeler ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur'an'ı indirdik.' (Nahl: 44.)

'… Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah'ın azabı çetindir.' (Haşr: 7.)

Elbette ki bu konuda pek çok ayet-i kerime daha zikredilebilir. Demek istediğimiz şudur: Sünnet ve hadislerin dindeki yeri, Kuran ayetleriyle teminat altına alınmıştır.

Kurancıların zannettiği veya işlerine öyle gelmesi dolayısıyla iddia ettikleri gibi, Sünnet ve hadisler Kuran'ın alternatifi değildir. Bu yöndeki yorum ve yaklaşımlar İslam'ı tahrif etmenin sinsi bir yolu olarak anlaşılmalı ve bunun İslam'da asla tasvip görmeyeceği bilinmelidir.

Edille-i şer'iyyenin diğer ikisi olan İcma ve Kıyas'ın da İslam'ı doğru anlamak ve tatbik etmek noktasında hayati önemi vardır.

İcma, Hz. Peygamber'den (s.a.v.) sonraki bir çağda, amelî bir meselenin şer'î hükmü üzerinde İslam müçtehitlerinin birleşmesi, fikir birliğine varmaları demektir.

İslam alimleri İcma'ın dinde delil olduğuna Âl-i İmran: 110, Bakara: 143, Nisa: 115 gibi ayet-i kerimeleri delil göstermişlerdir. Nisa: 115. ayetin meali şöyledir:

'Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra peygambere karşı çıkar, mü'minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.'

Ayetteki 'müminlerin yolu'ndan maksat, sahabe başta olmak üzere, ulemanın üzerinde ittifak ettiği hususlardır. Ayete göre bu yolun dışına çıkmak helal ve caiz değildir.

Kıyas ise bir Fıkıh Usulü terimi olarak, hakkında nass (ayet ve/veya hadis) bulunan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illetten dolayı, hakkında nass bulunmayan meselenin hükmüne bağlamak demektir. Kıyas'ın da Kuran'dan delilleri vardır. Mesela ulema Nisa: 59 ve 83. Ayetleri Kıyas'a delil göstermişlerdir. Nisa: 59 mealen şöyledir:

'Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin ve sizden olan ulu'l-emre de itaat edin…' (Nisa: 59.)

Ayette geçen 'ulu'l-emr'in manası içinde idareciler olduğu gibi, ilmiyle amil, peygamber varisi ulema da vardır. Elmalılı, Nesefi ve Hülasatü'l Beyan tefsirlerinden, ayetin Kıyas'a nasıl delil gösterildiği tetkik edilebilir.[1]

Yani görüldüğü gibi İcma ve Kıyas da mesnetlerini Kuran ve Sünnet'ten almaktadır.

İcma ve Kıyas olmadan bir kimsenin Kuran ve Sünnet'in işaret ettiği mana ve hedefleri yakalaması imkansız denecek derecede zordur. Kuran ve Sünnet'ten hüküm çıkarmak, ancak içtihat edecek vasıfları taşıyan müçtehitlere mahsustur. Müçtehitlik vasıflarını ya da şartlarını taşımayan kişiler, Kuran ve Sünnet'i öğrenseler de, onlardan hüküm çıkarmakta yanılabilirler. O bakımdan müçtehit seviyesinde olmayan kişiler, diğer İslami ilimlerde ehil dahi olsalar, bir mezhep imamına tabi olmaya mecburdurlar. Nitekim tarih boyunca hep böyle olmuştur.

Dini anlama ve anlatmakta zirve konumunda olan öyle alimler vardır ki müçtehitlik seviyesine çıkamamışlardır. Misalleri ileride verilecektir.

Peki, İcma ve Kıyas olmadan Kuran ve Sünnet'e müracaat edilmesinden nasıl bir mahsur veya yanlış ortaya çıkar?

Kuran ve Sünnet'i doğru anlamak için evveliyetle onlara nasıl yaklaşılacağını, yani usul ilimlerini (Tefsir ve Hadis Usulünü) bilmek gerekir. Ulema bu ilimlerin kaidelerini Kuran ve Sünnet'in ölçü ve kurallarından hareket ederek çıkarmışlardır. Bu sebeple bu usul ilimlerine hakim olmayan, bu doğrultuda hareket etmeyen bir kimsenin Kuran ve Sünnet'ten hüküm çıkarması son derece zor ve çoğu kez de hatalı ve yanlış olacaktır. Zira yukarıda da belirtildiği gibi bu bir içtihat meselesidir ve müçtehitlik vasıflarını taşımayan kimse içtihat yapamaz.

Bu durumda usul ilimlerini esas almadan ve tabi ki içtihat vasıflarını da taşımadan Kuran ve Sünnet'e yaklaşmak demek, 'kendi reyiyle hüküm vermek' demektir. Ki bu konuda şu hadis-i şerif ciddi bir tehlikeyi haber vermektedir:

'Kim bilgisi olmadığı halde Kur'an'la ilgili söz söylerse / Kur'an'ı kendi arzusuna göre tefsir ederse, ateşteki / cehennemdeki yerine hazırlansın.' (Tirmizî, Tefsir, 1.)

Reformistlere gelince; onlar içtihat edecek kişide bulunması gereken vasıflardan son derece uzak oldukları gibi, edille-i şer'iyyenin, içtihat yolunun işletildiği Kıyas'tan önceki iki delili olan İcma ve Sünnet'i de yok saymaktadırlar. Sonuç olarak böyle bir usulsüzlükle Kuran'ı doğru anlamak da mümkün olmamaktadır. Bu bakımdan diyoruz ki edille-i şer'iyyeyi bir bütün olarak almadan İslam'ı doğru anlamak asla mümkün değildir.

2- Ulemayı Anlamak

İslam alimleri samimiyetleri, sıdk ve ihlasları sebebiyle Allah ve Rasulünün methiyesine mazhar olmuşlardır. Yahudilik ve Hıristiyanlık, onların 'alim' konumundaki önderleri tarafından tahrif edildiği halde, İslam alimleri bunun tam tersi olarak İslam'ı anlama, ölçülerini koruma ve yüceltme noktasında kılı kırk yararcasına hassas davranmışlardır. Bu durum İslam'ın, hususiyle de Hz. Peygamberin (s.a.v.) mazhar olduğu en büyük lütuflardan biridir.

Elbette ki Allah bu yüce dini koruyacaktır. Ama bunda ulemayı vesile kılmıştır. Bu da onların ne kadar şerefli olduğunun delilidir.

Kuran'da İslam alimleri pek çok yerde övülür. Bu konudaki hadisler ise büyük bir yekûn tutmaktadır. Âlimleri metheden ayetlerden biri mealen şöyledir:

'Allah, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. O'ndan başka ilah yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.' (Âl-i İmran: 18.)

İmam Gazali bu ayet-i kerimenin alimlerin methinin zirvesini teşkil ettiğini beyan etmektedir.

Konuyla ilgili birkaç ayet meali daha verelim:

'…Kulları içinden ancak alimler, Allah'tan (gereğince) korkar…' (Fatır: 28.)

Bu ayet-i kerime de, bir İslam aliminde olması gereken havfullah ve haşyet gerçeğine vurgu yapmaktadır.

Burada şunu önemle belirtelim ki İslam'da alim çok sayıda mesele bilmek anlamında değildir. Asıl alim, kalbinde marifetullah ilmi bulunan, Allah'tan korkan, ihlasla hareket eden, imanının emrinde olan Allah'ın sevgili kulu demektir. Yoksa bol bol zahirî kaide ve kural ezberleyip onunla diğer insanlara üstünlük iddia etmeye alimlik denmez. Allah'tan korkan alimlerin kalplerinde, bu korku sebebiyle 'keşif kapısı' açılır; böylece basiret ve ferasetleri artar. Nitekim Asr-ı Saadet'te 'fıkıh' kelimesinin 'derin ve ince anlayış, takva' anlamına geldiği, muttaki alimlere 'fakih' denildiği, kaynaklarımızda haber verilmektedir. Mesela İmam Gazali İhya'nın 1. cildinde buna işaret etmekte ve mezhep imamlarını 'muttaki fakihler' olarak tanıtmaktadır. Gerçek fakihlerin, muttaki alimlerin kalplerinin İslam'a açıldığı, bu sebeple ilim ve hikmeti yakaladıkları bir gerçektir. Kalplerin İslam'a açılmasından bahseden şu ayet-i kerime tam da onları anlatır:

'Allah, her kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah, inanmayanlara azap (ve sıkıntıyı) işte böyle verir.' (En'am: 125.)

Hiç şüphesiz ki İslam'ı en iyi bilen Allah'ın Rasulü Hz. Muhammed'dir (s.a.v.). Ve O, hadislerinde '…Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmadılar, ancak ilim miras bıraktılar. Şu halde o ilmi alan büyük bir pay almış demektir.' [2] ve 'Allah'a yemin olsun, Allah'tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim.' [3] buyurmuştur.

Dolayısıyla bu açıdan da Allah'tan hakkıyla korkan alimler Hz. Peygamberin (s.a.v.) varisleri olmaktadırlar.

Keza hadis-i şerifte, 'ilmin derinliği' anlamındaki hikmetin Allah korkusundan kaynaklandığına dair tembih vardır:

'Hikmetin başı Allah korkusudur.' [4]

İşte gerçek İslam alimlerine hakim olan en önde gelen vasıflardan biri de, hikmete kaynaklık eden bu Allah korkusudur. Onları, sapkınlığı meslek edinmiş alim müsveddesi sahtekarlardan ayıran temel vasıf da budur.

Bu korkuyu taşımayan, mesuliyetsizce, kendi keyfine göre ayetleri sağa sola çeken reformistlerin bu alimlerle mukayesesi bile mümkün değildir.

Yukarıda Nisa 59. ayetin Kıyas'a, yani gerekli vasıfları taşıyan müçtehitlerin içtihat yetkisine delil olduğunu söylemiştik. Bu ayet-i kerime aynı zamanda itaat zincirinde Hz. Peygamberden (s.a.v.) hemen sonra ulu'l-emrin zikredilmesi münasebetiyle, onların Hz. Peygambere (s.a.v.) varis olduklarına da delildir.

Varis-i nebi olan alimlerden içtihat seviyesinde olanların dinden hüküm çıkarabileceklerine, istinbat edebileceklerine dair de Nisa: 83. Ayet delildir:

'…Halbuki onu peygambere ve içlerinden yetki sahibi kimselere götürselerdi, elbette bunlardan, onu değerlendirip sonuç (hüküm) çıkarabilecek nitelikte olanları onu anlayıp bilirlerdi…' (Nisa: 83.)

Evet, bu ayet-i kerime de Kıyas'ın açık ve net delili olmaktadır.

Âlimlerin / ulemanın dindeki yerine işaret eden son bir ayet mealine daha yer verelim:

'…Eğer bilmiyorsanız zikir ehline (ilim sahiplerine) sorun.' (Nahl: 43.)

Ayet-i kerimenin tefsirinde 'zikir ehli'nden maksadın daha evvel kendilerine kitap verilen ümmetler olduğu söylendiği gibi, Kuran ehli, yani ümmet-i Muhammed'in alimleri olduğu da söylenmiştir. Yani ayet-i kerime bu geniş mana yelpazesi içinde ilmiyle amil gerçek alimlere müracaatı emretmektedir.

Bu alimler dinin derinliğini anlayan, hikmeti kavrayan zatlardır.

Günümüzde hemen her platformda boy gösteren, laf kalabalığını millete ilim diye yutturmaya çalışan, amel ve ihlastan uzak, imanlarının taklit derecesinde olduğuna bile gönül rahatlığıyla şahitlik edemeyeceğimiz kişiler nerede, bu gerçek ulema nerede!!!

Hele hele yaptığı işler 'dinde reform' anlamına gelenlerin niyetleri ciddi manada sorgulanmalı ve bunlara asla itibar edilmemelidir.

Bütün bu deliller bize gerçek İslam alimlerinin ne kadar da hayati bir vazife ifa ettiklerini göstermektedir.

Kuran-ı Kerim'de alimlerle alim görünümündeki bozguncular arasındaki farka da dikkat çekilir. Kalplerinde hastalık olanların müteşabih ayetleri kullanmak suretiyle nasıl fitne yaydığı şöyle anlatılır:

'Sana kitabı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bir kısım ayetleri muhkemdir, ki bunlar kitabın esasıdır, diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te'vil etmek için ondaki müteşabihlerin peşine düşerler…'

İlimde yetki sahibi gerçek alimlere de ayet-i kerimenin devamında işaret edilir:

'… Halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir; bir de ilimde yüksek payeye erişenler. Derler ki: Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. (Bu inceliği) yalnız aklıselim sahipleri düşünüp anlar.' (Âl-i İmran: 7.)

İşte kalplerindeki maraz ve istikametlerindeki sapkınlık sebebiyle dinde reforma cüret edenler, ayetin birinci kısmında işaret edilen, müteşabih ayetlere uyarak fitne çıkaran alim pozisyonundaki bu sapkınların halefleridirler.

İlimde ruhsat sahibi gerçek alimler, ayetlerle methedildiği halde, fitne ve nifaka kapılmış reformcular onları beğenmez; kendilerini onlardan daha yüksek mertebede görürler. Cehalet ve haddini bilmezliğin böylesi de az görülmüştür. Bunlar ilmin ne olduğunu bilmeyen, tadına varamayan, zevkine eremeyen, hakikatin ölçüsü ve hidayet nuru kalplerinde bulunmayan nasipsiz kişilerdir. Bundan dolayı da dini anlamada ve buna rehberlik etmede son derece yetersiz ve keyfiyetsizdirler. Kendilerine bir fetva sorulsa, mesela İmam Azam'ın en basit bir meselede verdiği bir fetvayı sorsanız apışıp kalır, rezil rüsva olurlar. Ama tabi yine de cehalet ve hadsizliklerinden vazgeçmezler.

Gelecek yazımızda edille-i şer'iyye ölçüleriyle hareket eden gerçek alimlerin say u gayretleriyle ortaya çıkan ve reformistlerin 'gelenek' diyerek küçümsedikleri İslami müktesebatı gündem edeceğiz.

[1] Elmalılı Tefsirinde Nisa: 59. ayette 'hall ü akd' ve 'İcma'a işaret edildiği belirtilmektedir (Bkz: c. 2, s. 1377.). Nisa: 83'te de 'İcma'da muteber olan reyin ulu'l-emrin reyi olduğuna' vurgu yapılmaktadır (Bkz: c. 2, s. 1403-1404.)

Nesefi Tefsirinde ise Nisa: 59'daki ulu'l-emre itaatin, öncelikle alimlere itaat anlamına geldiği, çünkü alimlerin idareciler üzerinde daha etkin olduğu vurgulanmaktadır. (Bkz: c. 3, s.70.) Nisa: 83'ün tefsirinde de, ayetteki istinbat kelimesinin ulu'l-emrin / alimlerin derin bir tetkik ile bir meseledeki gizli bir manayı ortaya çıkarması, yani içtihat etmesi olduğuna dair bilgi verilmektedir (Bkz: c. 3, s. 108.).

[2] Buhari, İlim, 10; Ebû Davud, İlim, 1; Tirmizi, İlim, 19; İbn Mace, Mukaddime, 17.

[3] Buharî, Nikah 1; Müslim, Nikah 5.

[4] Kadî İyaz, eş-Şifa bi Ta'rîfi Hukûki'l-Mustafa, 1/289.