(Geçen hafta kaldığımız yerden devam ediyoruz.)

3- Hadislerde Allah’ı Tesbih Etme

Tesbih kavramı Kuran’ın yanında hadislerde de geniş şekilde yer almıştır.

Kuran-ı Kerim’in ve hadis-i şeriflerin anlattığı tesbihatların hayata geçirilmesi hususunda en mükemmel numune, şüphesiz ki Hz. Peygamber’dir (s.a.v.). Bu sebeple tesbihat konusunu kavrayabilmek için Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ibadet ve zikir hayatını bütün yönleriyle inceleyip ortaya koymak gerekir.

Tam da bu nokta da Hz. Âişe (r.anhâ) validemizin, kendisine “Ey müminlerin annesi, bana Rasûlullah’ın ahlâkını anlatır mısın?” diye soran bir kişiye verdiği şu cevabı hatırlayalım:

“Sen Kur’an okumuyor musun? Onun ahlakı Kur’an’dı.” [1]

İşte rehberliğin en güzeli kendi rehberliği olan Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.), Allah’ı tesbih hususunda biz ümmetine pek çok tavsiyesi vardır. Onlardan birkaçını teberrüken hatırlatalım:

“Bir kimse gün içinde yüz defa ‘Allah’ı hamd ile tesbih ederim’ (sübhânallahi ve bi-hamdihî) derse, deniz köpüğü kadar da olsa günahları affolunur.” [2]

Bir gün, Ebu Zer (r.a.) başta olmak üzere Muhacirlerin fakirleri Peygamberimize (s.a.v.) gelerek şöyle dediler:

“Ya Rasûlallah! Varlık sahipleri yüksek dereceleri ve daimi nimetleri alıp gittiler. Çünkü onlar da bizim gibi namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar. Ancak onlar sadaka veriyor, biz veremiyoruz, onlar köle azâd ediyor, biz edemiyoruz.”

Peygamberimiz (s.a.v.) onlara şu müjdeyi verdi:

“Ben size bir şey öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yetişir, sizden sonrakileri de geçersiniz. Hem hiçbir kimse sizden daha faziletli olamaz; meğerki sizin yaptığınız gibi yapmış olsunlar. Her namazdan sonra 33 kere 'Sübhânallah', 33 kere 'Elhamdülillah', 33 kere 'Allahü ekber' derseniz, tamamı 99 eder; yüzün tamamında da ‘Lâilâhe illallâh vahdehûlâ şerîke leh, lehü’l- mülkü velehü’l- hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr.’ derseniz, günahlarınız denizin köpüğü kadar da olsa bağışlanır.” [3]

Hadislerde tesbihin başka birtakım kavramlarla da iç içe kullanıldığı görülmektedir:

“… Bu rivayetlerin incelenmesinden tesbihin asıl anlamı yanında zikir, dua ve hamd gibi mânalara geldiği ve nâfile namaz yerine de kullanıldığı anlaşılır. Tesbih hadislerde istiğfar, tekbir, tehlîl ve takdisle birlikte geçmektedir. Birçok rivayette görülen “sübha” kelimesi de tesbihle eş anlamlıdır. “Sübbûhun kuddûs” (her türlü ayıp ve kusurdan arınmış) kelimeleri Resûl-i Ekrem’in rükû esnasındaki tesbihatı arasında zikredilmiştir. Hadislerde namazdan sonra otuz üç defa tekrarlanması tavsiye edilen tesbih, tahmîd ve tekbirlere de yer verilmiş, ayrıca söz konusu lafızlarla 10 defa, 100 defa tesbihte bulunulması öğütlenmiştir. Namazlarda iftitah tekbirinden sonra okunan Sübhâneke ile rükû ve secdedeki tesbihler de (…) çeşitli rivayetlerde görülmektedir.” [4]

4- Tesbih Başta İbadetler Olmak Üzere Bütün Hayatı Kuşatmıştır

Allah’ı tesbih her yerde ve her zaman yapılabilir. Hususi olarak sabah namazından sonra, güneş doğmadan veya batmadan önce, gece ve gündüzün belli saatlerinde Allah’ı tesbih etmenin emredildiği ayetler vardır:

“…Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et…” (Âl-i İmran: 41)

“O hâlde, onların söylediklerine sabret ve güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gece vakitlerinde ve gündüzün uçlarında da tesbih et ki hoşnut olasın.” (Tâhâ: 130)

“Öyle ise akşama girdiğinizde, sabaha kavuştuğunuzda, Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine girdiğinizde Allah’ı tesbih edin.” (Rum: 17 – 18)

“Ey insanlar! Allah’a ve Peygamberine inanasınız, ona yardım edesiniz, ona saygı gösteresiniz ve sabah akşam Allah’ı tesbih edesiniz diye (Peygamber’i gönderdik.)” (Fetih: 9)

“O hâlde onların söylediklerine sabret ve güneşin doğuşundan önce de, batışından önce de Rabbini hamd ederek tesbih et. Gecenin bir kısmında ve secdelerin ardından da O’nu tesbih et.” (Kâf: 39 -40)

Âlimlerimiz bu ayetlerde tesbihin genel olarak namaz anlamında kullanıldığını söylemişlerdir. Namaza Sübhaneke ile başlanması; rükû ve secdelerde tesbihat yapılması bu görüşü desteklemektedir. Ama elbette ki tesbih namazdan çok daha geniş bir mana ve mahiyet taşımaktadır. Yeri gelmişken namaz dışında da Allah’ı zikretmenin emredildiği şu ayeti mealen hatırlayalım:

“Namazı bitirince de ayakta iken, otururken ve yatarken Allah’ı anın…” (Nisâ: 103.)

Allah’ı tesbihin önemini anlatan son bir alıntı daha yapalım:

“Sübhâne” lafzının “sübhânallah, sübhânehû, sübhâneke, sübhâne rabbî” vb. şekillerde geçtiği âyetlerin bir kısmında Cenâb-ı Hak kendisini tesbih edip O’na nasıl tesbih edileceğini öğretmiş, bazılarında da peygamberlerin, meleklerin ve sâlih kullarının bu ifadelerle O’nu zikrettiğini bildirmiştir (el-Bakara 2/32, 116; Yûsuf 12/108; el-İsrâ 17/1, 93, 108; er-Rûm 30/17). Birçok hadiste Allah’ı tesbih için farklı lafızlarla yapılan zikir ve dualar yer almakta, “sübha” kelimesi “nâfile namaz” anlamında kullanılmakta, bazı hadislerde teşehhüd, zikir ve tesbih esnasında Allah’ın birliğine işaret amacıyla kullanılan işaret parmağından “sebbâha” (tesbih eden) diye söz edilmektedir.” [5]

Bu deliller bize tesbihatın, namazı olduğu gibi namazın dışında da bütün hayatı baştan başa kuşattığını gösteriyor. Buna göre Allah’ı tesbihin / zikrin sınırı yoktur. Takati nispetince kul Allah’ı ne kadar tesbih ederse, o derece makamı yükselir, mükâfatı çoğalır ve ebedî hayatını kurtarma yolunda mesafe kat etmiş sayılır.

5- Allah’ı Tesbih, İslam’ın Temeli Olan Tevhid İnancını Pekiştirir, Şirki Ortadan Kaldırır

Allah’ı tesbih, Allah’ı zikrin bütün çeşitlerini içine alan geniş bir mahiyettir. İnşallah gelecek makalemizde zikrullah konusunu ele alarak tesbihatın diğer türleri olan Allah’ı zikir, hamd - şükür, tekbir, kalpten yönelerek ona dua etmek ve noksanlıklarını görüp istiğfar etmek gibi konulara da değineceğiz. Bütün bunlar tesbihin şümulü içinde olup, hep birlikte tevhidi vücut ülkesinde hâkim hale getirirler. Bu ise şirkin her çeşidinin reddedilmesi, kuldan uzaklaşması anlamına gelir.

Tesbihten umulan, istenen, azami istifadeyi temin etmek için, tesbih lafızlarını hem dilin hem kalbin hem de zihnin iştirakiyle, yani tefekkürle söylemek gerekir. Bu yetmez; tesbih insanın hayatına şekil vermeli, onu bütün günah ve haramlardan, her türlü kötülükten şiddetle kaçınan, bütün şerlerden Allah’a sığınan biri haline getirmelidir. Bu hale erdiğinde kişi bir nevi, şöyle diyen melekler gibi olur:

“(Melekler derler ki:) Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır. Şüphesiz biz (orada) saf duranlarız. Şüphesiz biz (Allah’ı) tesbih edenleriz.” (Sâffât: 164-166)

Evet, bu sözler her ne kadar meleklere ait olsa da, tesbihatın hakkını veren gerçek müminlerin de bu halden bir nasipleri olduğu unutulmamalıdır.

Geçen haftadan bu yana Allah’ı tesbih ile ilgili verdiğimiz bilgilerden çıkan neticeyi bir cümle ile özetlememiz istense, herhalde en münasip ifade şu olurdu:

Kâinatta zerreden küreye her ne var ise bütün hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.

Ne var ki biz insanlar mahlûkatın bu tesbihini duyamıyoruz.

Tam da burada zaten başlı başına sırlarla dolu olan bu konuya bir parantez açarak, bir başka sırra / inceliğe daha dikkat çekmek isteriz; o da şudur:

İnsanlar içinde basiret ve feraset sahibi olup, kalp gözü yani keşfi açılarak “melekût âlemi” denen ve beş duyu ile müşahede edilemeyen gerçeklere, bir başka deyişle kâinatın perde arkasına muttali olabilen kullar vardır.

Evet, “evliya zümresi” diye anılan kişilerin hepsi olmasa da önemli bir bölümü keşif ve keramet sahibidir. Bilindiği gibi İslam akaidinde Kitap - Sünnet ölçüleri doğrultusunda şöyle bir esas vardır:

“Keramet haktır. İnkârı itikatta bidattir.”

İtikatta bidatin küfrü gerektirdiği ise yine bir başka akaid esasıdır.

Buradan hareketle, kalp gözü açık olan evliyanın, diğer insanların göremediği birtakım kâinat gerçeklerine muttali olması nadirattan olmayıp tarih boyunca yaşanagelen bir haldir. Ve yazımıza konu olan “mahlûkatın zikri” de bize kapalı olsa da, keşif sahibi evliyaya açıktır.

Yazımızın bu noktasında, keşfi açık ve kendisi de ümmî olan bir zatın; Abdülaziz ed- Debbağ Hazretlerinin, mahlûkatın zikrine / tesbihatına dair müşahedelerinden -okuyucularımızı da en az bizim kadar etkileyeceğini düşündüğümüz- bir bölüm aktarmak isteriz.

Abdülaziz ed-Debbağ, Peygamberimizin (s.a.v.) mucizeleri arasında yer alan çakıl taşlarının, kütüklerin, ağaçların Allah’ı tesbih etmesi ve sahabenin de buna şahit olması hadisesini şöyle izah ediyor:

Bunların böyle selam vermeleri, zikir yapmaları, onların tabii ve daimi tesbihleridir. Fakat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Cenâb-ı Hakk’tan istedi ki, şu hazır olan ashabın perdesini kaldırsın da bu tesbihi işitsinler. Bunun üzerine Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.) duası kabul edildi, perdeler kalktı ve ashab bu sesleri işitti.”

Bu sözlerinden sonra kendisine soruluyor:

“Bunlar cemadat kabilindendir. Bunlarda da hayat / ruh var mıdır?”

Cevabı:

“Hayır, yok. Fakat konuşan konuşmayan, canlı cansız mahlûkatın hepsine ‘Senin Halık’ın kimdir?’ diye sorsan, fasih bir lisanla ‘Beni yaratan Allah’tır’ der. Bunların canlı cansız olmaları mahlûkata göredir. Bunların Cenâb-ı Hakk’a olan yüzleri vardır ki, bütün mahlûkat Rablerini bilirler…”

Soru:

“Cemadat nasıl ilim sahibi olur?”

Cevap:

“O, bizim gözümüzle cemadattır. Fakat Halık’ına nispet edilince onu bilir. Allah’tan korkmayan, O’nun azametinden, haşyetinden titremeyen hiçbir mahlûk yoktur. İnsanlar arz üzerinde neler olduğunu ve onların neler yaptığını bilselerdi, Cenâb-ı Hakk’a karşı isyan edemezlerdi…”

Keşif ve keramet sahibi bu büyük zat, balık avlamak için suya gittiği bir gün yaşadıklarını şöyle anlatır:

“Suyun menba kısmında büyük bir mağara vardı. O anda bu büyük hücreden kaynayan pınarın Allah Allah dediğini işittim. Ben olta ile meşgul oluyordum, fakat oradaki bütün taşların Allah Allah diyerek bağrıştıklarını duymaya başladım. Derken oradaki balıklar da Allah Allah demeye başladılar. Yalnız benim oltama takılan balık zikretmiyordu. Bu demekti ki ‘Ey Allah’tan korkmaz adam! Sen daha avlanmakla mı meşgulsün?’ Bundan bende öyle bir dehşet ve korku hâsıl oldu ki tarif edemem…”

Bundan sonrası, yine soru cevap şeklinde şöyle ilerliyor:

“Efendim, bunların böyle Allah Allah demeleri Arapça mı yoksa cemadat lügati ile midir?”

“Cemadat lügati ile söylüyorlardı. Çünkü onların da kendilerine göre lisanları vardır. Bizim onları işitmemiz, bu kulak ile olmaz. Bütün vücudumuzla duyarız. Bu şekildeki hal, velilere bidayette olur. Fakat velayette ilerledikçe bunların hepsinin Cenâb-ı Hakk’tan olduğunu müşahede eder.”

“Bu yalnız cemadata mı mahsustur, yoksa bütün mahlûkata da mı mahsustur?”

“Bütün hepsi içindir. Hepsi birer zarftır. Dünyadan kesilip de manevi gözle mahlûkatı gören kimse, dünyayı Cenâb-ı Hakkın huzurunda ilk defa rükûda görür. Bir gün bir zeytin ağacının altında oturmuştum. Bir de ne göreyim! Önümdeki bütün taşlar, ağaçlar, kendi lügatlarınca Allahu Teâlâ’yı tesbih ediyorlar. Korktum. Nerede ise kaçacaktım. Kulak verdim, baktım ki bir taştan müteaddit sesler geliyor. Nasıl olur da bir taştan çeşitli sesler çıkar diye dikkat ettim. Gördüm ki taşlar bir hamur halinde yapılmış müteaddit taşlardan terekküp etmiş. Onun için sesler çeşitli çıkıyor. Hayvanların lisanında da bizimki gibi mahreçler vardır. Fakat perdelenmiş olduğu için biz görüp anlayamayız. Lakin Allah bir kimsenin fethini açtı mı, onların konuşmalarını duyar, manalarını anlar. Bunların hepsini ruhu ile bilir. Keşfi açılan kimse, biri Arapça, diğeri başka lisanla konuşsa, bunların her ikisinin de maksatlarını anlar…” [6]

Bu ifadelerin sahibi olan zat, tasavvuf yoluyla yetişen zatlardan biridir. “Tasavvuf”, diğer adıyla “kalp ilimleri”,  önem sırasına göre İslâmî ilimler içinde “akaid”den hemen sonra ikinci sırada yer alır.

Görüldüğü gibi bu zat, tasavvufi hayat sayesinde, kâinattaki tevhid sırrını anlayarak mahlûkatın zikrini duyabilecek bir “kalbî keşif” haline mazhar olmuştur. Böylece tevhid gerçeğini ilme’l yakînden sonra ayne’l yakîn derecesinde müşahede etmiştir. İşte “tevhid ehli / muvahhid” olanlar asıl böyle zatlardır.

Tam da burada bir gerçeğe parmak basmak istiyoruz:

İslam’ın mana, mahiyet ve zenginliğini kavrayamamış, sathi planda kalmış, dahası Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnet ve hadislerini dışlayarak “Kurancılık” edebiyatı yapan bir kesim, tasavvufu müessese olarak inkâr etmekte, hatta daha da ileri giderek bunun “şirk” olduğunu iddia etmektedir.

İşte Abdülaziz ed-Debbağ Hazretlerine ait yukarıdaki tespitler, onlara “bir mutasavvıfın tevhidi nasıl müşahede ettiğini” gösteren tokat gibi bir cevaptır.

Demek ki asıl muvahhidler, nefislerini terbiye ederek tevhidle bütünleşen, Allah’ın zikriyle hemhal olan tasavvuf ehli insanlardır.

Bununla beraber işin erbabı olmayan kötü örnekler elbette ki konumuzun dışındadır ve hakikat ehlinin bunlara tepki göstermesi de bir mecburiyettir.

Sonuç

Hayatını tesbihatla bütünleştiren bir kul, her türlü şirk ve batıl etkiler karşısında manevi bir zırha bürünmüş, güçlü bir kalkan edinmiş olur.

Şimdi yine konuya, bu yazıları kaleme alma sebebimiz açısından yaklaşalım ve soralım:

Allah’ı zikir ve tesbih mekânı olan; “Allah’ın evi” diye vasfedilen Kâbe’nin şubesi konumundaki mescidlerimizde herhangi bir şirk unsuruna, alamet ve işaretine, dahası şirk eylemi anlamına gelen ayin ve ritüellere yer verilebilir mi? Bunun Kitap ve Sünnette yeri olabilir mi?

Elbette ki olamaz.

O halde kelime-yi şehadeti söyleyen bir kişinin (ki bu da bir zikir cümlesidir; tehlil manasında Allah’ı tesbih etmektir) buna muhalif bir mananın cereyanına rıza göstermesi veya böyle bir durum karşısında sessiz kalması asla düşünülemez.

Netice olarak bir kere daha diyoruz ki, tenzih gibi tesbih de şirke karşı koruyucu bir zırh ve kalkan hükmündedir.

Şirkten, küfürden, azaptan, hezimetten ve her türlü beladan koruyan / kurtaran bir iksirdir.

Nefis ve şeytan hâkimiyetini yerle yeksan eden, şirki yok eden bir ab-ı hayat çeşmesidir.

Tesbihatın bunca delille dinî hayatımızın adeta bel kemiğini teşkil etmiş olması, bize tevhidin önemini, şirk ve küfre karşı her an teyakkuz halinde bulunmamız gerektiğini gösteriyor.

Gelecek yazımızda, küfür ve şirke karşı kalkan olma vasfı itibariyle “tenzih” ve “tesbih”ten sonra üçüncü sırada saydığımız “Allah’ı zikir” konusunu anlatmaya çalışacağız.


[1] Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 26.

[2] Müslim, “Ẕikir”, 28.

[3] Müslim, “Mesacid” 146.

[4] https://islamansiklopedisi.org.tr/tesbih--allah#2-fikih

[5] Aynı yer.

[6] Abdülaziz ed-Debbağ, Kitabu’l- İbriz, Tercüme: Abdullah Arığ - H. Mehmed Yeniler, Bahar Yayınevi,  İstanbul, s. 77 – 79.