Lübnan’daki son terör saldırısı, bana 2013 yılında Türkiye kabinesine dağıtılan kriptolu telefonların dinlenmesi olayını hatırlattı. O dönemde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a verilen kriptolu telefonlar da dahil olmak üzere birçok üst düzey yetkilinin telefonları dinlenmiş, bu olayda 24 sanığa ceza verilmişti. Olayın ardından, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) kapatılarak Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’na (BTK) devredilmişti. 

Bu olay, dijital iletişim teknolojilerinin güvenliğinin ne denli önemli olduğunu bir kez daha gözler önüne sermişti. Ancak, dijital çağın güvenlik tehditleri sadece telefonlarla sınırlı kalmıyor; İsrail’in Lübnan’da gerçekleştirdiği son saldırı, teknolojinin nasıl ölümcül bir silah olarak kullanılabileceğini gösteriyor.

İsrail, Lübnan’da mobil cihazları silah olarak kullanarak gerçekleştirdiği saldırıyla küresel terörizmde tehlikeli bir sayfa açtı. Bu saldırı, sadece askeri değil, insani ve hukuki açıdan da ciddi sonuçlar doğurabilir. TBMM eski Başkanı Mustafa Şentop, bu saldırıya ilişkin şu ifadeleri kullandı: “İsrail’in artık bir devlet değil, terör örgütü olduğu genel kabul gören bir gerçeğe dönüşüyor. Bu son eylem de bir terör örgütü eylemi niteliğindedir.” Şentop’un açıklamaları, İsrail’in bu tür saldırılarıyla uluslararası hukukun ve insan haklarının nasıl hiçe sayıldığını bir kez daha vurguluyor.

Türkiye’nin savunma sanayisinin öncüsü olan Haluk ve Selçuk Bayraktar kardeşler, İsrail’in Lübnan saldırısının ardından Milli Teknoloji Hamlesi'nin önemini yeniden gündeme taşıdı. Bayraktar kardeşler, savunma sanayisinden iletişim teknolojilerine kadar her alanda yerli ve milli teknolojilerin geliştirilmesinin hayati bir öneme sahip olduğunu vurguladılar. "Milli Teknoloji Hamlesi, iletişim teknolojilerinden sağlığa kadar her sektöre yayılmak zorunda," diyen Bayraktar kardeşler, bu hamlenin sadece askeri alanda değil, toplumsal kalkınma ve bağımsızlık için de şart olduğunu belirttiler. 

Bu noktada, Lübnan’daki saldırının iletişim teknolojilerinin nasıl birer silaha dönüştürülebileceğini acı bir şekilde gösterdiği gerçeği de unutulmamalıdır. Savunma teknolojilerinin yanında, iletişim altyapısının da güvenliğinin sağlanması, ülkelerin ulusal güvenliği açısından artık bir zorunluluk haline gelmiştir.

ABD'nin sırlarını ifşa eden Edward Snowden, İsrail’in Lübnan’daki saldırısına ilişkin yaptığı açıklamada, bu saldırının pervasızca gerçekleştirildiğini ifade etti. Snowden, bu saldırının terörizmden ayırt edilemeyeceğini belirterek, İsrail’in sivil yaşamı tehdit eden teknolojileri kullanmasının kabul edilemez olduğunu söyledi. Bu tür açıklamalar, küresel ölçekte dijital teknolojilerin askeri operasyonlarda kötüye kullanımına dikkat çekiyor.

The Economist dergisinin Haziran 2021 sayısındaki kapak ise bu tür dijital tehditlerin artışını öngörüyordu. Kapakta, “Yeni silahımız Wi-Fi modemler üzerinden delici ışınlardı. Asıl saldırı başlıyor! Dijital virüsler modemlerin ne kadar tehlikeli olduğunu ortaya koydu,” şeklinde bir ifade yer alıyordu. Bu tür senaryolar, distopik bir geleceğin sadece birer kurgu olmadığını, aksine günümüzde yaşanan olaylarla giderek daha gerçekçi bir hal aldığını gözler önüne seriyor.

Sonuç olarak, Lübnan’daki pager saldırısı, İsrail ile işbirliği yapan teknoloji şirketlerinin neden boykot edilmesi gerektiğini net bir şekilde açıklıyor. Bu şirketlerin çoğu, İsrail’in eski istihbarat personeli tarafından yönetilmekte ve saldırıların arka planında önemli bir rol oynamaktadır. Bir zamanlar komplo teorisi denilerek küçümsenen pek çok şeyin, günümüzde birer distopik gerçeklik olduğu ortaya çıkmaktadır. 

Bu gelişmeler, Müslüman devletlerin kendi dijital ağlarını ve yerli teknolojilerini geliştirmelerinin ne kadar zorunlu hale geldiğini açıkça göstermektedir. Milli, yerli ve bağımsız bir teknoloji altyapısı oluşturmak, sadece savunma sanayisi için değil, aynı zamanda ulusal güvenlik, sağlık, eğitim ve iletişim gibi stratejik alanlarda da büyük bir önem arz etmektedir.