“Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. O’nu sabah akşam tesbih edin.” (Ahzab: 41- 42)

Tevhidi güçlendirmek, teyit ve takviye etmek, “yaşanan bir hal” keyfiyetine yükseltmek üzere, Allah’ı “tenzih” ve “tesbih”ten sonra şirke karşı zırh ve kalkan hükmündeki üçüncü bir esas da “Zikrullah” yani “Allah’ı anmak”tır.

Başlığın hemen altında mealine yer verdiğimiz Ahzab Suresi 41 ve 42. ayetlerde biz müminlere Allahü Teâlâ’yı çok zikretmemiz emredilmektedir.

İslam’da birçok ibadetin zamanı, mekânı ve miktarı belirtildiği halde zikir için bu tarz kayıtların bulunmaması ve ilgili ayette “kesiran / çok” kelimesinin kullanılması, esasen zikrin ehemmiyetine delil olarak kâfidir.

“Allah’ı çok, pek çok zikredin!”

Peki, ne kadar çok?

Takat neye yetiyorsa o derecede çok…

Ayet-i kerimenin devamında, zikirle paralel olarak sabah akşam Allah’ı tesbih etmenin emredilmesi de ayrı ve çok önemli bir boyutu ifade ediyor.

“Zikir” ve “tesbih” beraber düşünüldüğü zaman ortaya şu zengin mana çıkıyor:

Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederek yüceltin ve çok zikredin ki, her türlü şirkten ve şirk unsurlarından uzaklaşıp, O’nun rızasına, iman nuruna ve hidayet atmosferine girmiş olasınız.

Allah’ı zikirle O’nu sabah akşam tesbih etme mesajlarının arka arkaya gelmiş olması, Kuran ayetlerinin nasıl bir mana zenginliği ve keyfiyet derinliği ortaya koyduğunun apaçık bir göstergesidir.  Görüldüğü gibi Allah’ı zikir, tesbih ve tenzih, iç içe kavramlardır.

Zikir aynı zamanda dua ile de aynı hedefte birleşmekte ve bütünleşmektedir.

Dua, kulun bütün benliğiyle yüce yaratana yönelerek ondan istek ve dilekte bulunması anlamında dinî terim ve bu amaçla icra edilen bir ibadet şekli(dir).” [1]

Zikir ise, kulun Allah’ın rızasını kast ederek bütün benliğiyle O’na yönelmesi ve O’nu yüceltmesidir. Dolayısıyla zikrin dua ile münasebeti ve iç içe oluşu da ilmî bir gerçektir.

Şimdi meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için zikrin mana ve mahiyetini daha derinden anlamaya çalışalım:

I- Zikrin Kelime ve Istılah Manası

“Sözlükte ‘bir şeyi anmak, hatırlamak’ anlamındaki zikir kelimesi (çoğulu zükûr, ezkâr) dinî literatürde ‘Allah’ı anmak ve unutmamak suretiyle gafletten ve nisyandan kurtuluş’ anlamında kullanılır. Zikir, dil veya kalp ya da her ikisiyle beraber yapılır. Bu ise ya unutulan bir şeyi hatırlama ya da hatırda olanı muhafaza etme şeklinde olur. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât)

Kur’an’da türevleriyle birlikte birçok âyette geçen zikir, Allah’ı dille hamd, tesbih ve tekbir şekliyle övmek; nimetlerini anmak, bunları kalple hissetmek ve tefekkür etmek; kulluğun gereklerini akıl, beden ve mal ile yerine getirmek; namaz kılmak, dua ve istiğfarda bulunmak, kevnî âyetler üzerinde düşünmek şeklindeki mânalarının yanı sıra, Kur’an, önceki (tahrif edilmemiş) kutsal kitaplar, levh-i mahfûz, vahiy, ilim, haber, beyan, ikaz, nasihat, şeref, ayıp ve unutmanın zıddı gibi anlamlarda da kullanılmıştır.

Kur’an’da, Allah’ın içten yalvararak ve korkarak alçak sesle sabah akşam çokça zikir ve tesbih edilmesi emredilmiş (el-A‘râf 7/205; el-Ahzâb 33/41-42), O’nun zikrinin her şeyden üstün olduğu vurgulanmış (el-Ankebût 29/45), Allah’ı anmanın bütün ibadet ve itaatlerden önemli sayıldığı ifade edilmiştir.

‘En büyük olma’ (ekberiyyet) vasfıyla nitelenen zikir, ‘Yalnız beni anın ki ben de sizi anayım’ âyeti dikkate alınarak (el-Bakara 2/152) Allah’ın kulunu anması şeklinde de anlaşılmıştır.

Yine âyetlerde zikrin kalp huzuruna, kurtuluşa ve bağışlanmaya vesile olacağı vurgulanmış (el-Enfâl 8/45; er-Ra‘d 13/28; el-Ahzâb 33/35; el-Cum‘a 62/10), mal ve evlâdın müminleri Allah’ı anmaktan alıkoymaması gerektiği (el-Münâfikūn 63/9), gerçek müminlerin ticaret ve alışveriş gibi dünya işleri sırasında bile Allah’ı anmaktan geri durmayacakları (en-Nûr 24/37) belirtilmiştir.

Öte yandan münafıkların Allah’ı çok az andıkları (en-Nisâ 4/142), Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların açık bir sapıklık içinde bulundukları (ez-Zümer 39/22) beyan edilmektedir.

Hadislerde de zikrin önemine ve zikir ehlinin faziletlerine işaret edilmiş, zikir halkaları cennet bahçelerine benzetilmiştir.[2] En hayırlı amelin Allah’ı zikretmek olduğu, zikrin altın ve gümüş infak etmekten, düşmanla savaşmaktan bile üstün sayıldığı kaydedilmiştir.[3]

Ayrıca zikir maksadıyla bir araya gelen topluluğu ilâhî rahmetin ve meleklerin kuşatacağı, üzerlerine sekînet ineceği, Allah’ın da onları kendi nefsinde anacağı[4]  yeryüzünde “Allah Allah” diyen bir kişi bulundukça kıyametin kopmayacağı belirtilmektedir.” [5]

Bu genel izahattan sonra, Allah’ı zikrin, ona yakın diğer bazı kavramlarla münasebetine ve kulun Allah’ı zikrederken alması gereken tavra da işaret etmek gerekir.

2- Allah’ı Zikre Yakın Diğer Bazı Kavramlar ve Zikrin Çeşitli Tasnifleri

Allah’ı zikir şu şekillerde yapılabilir:

İstiâze / Allah’a sığınma (Euzü), Besmele, takdis, tesbih (sübhânallah), hamdele (elhamdülillâh), tekbir (Allahü ekber), tehlîl (lâ ilâhe illallah), havkale (lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh), istiğfar, tasliye (salavât)…[6]

Girişte de ifade ettiğimiz gibi, hemen bütün ibadetler için belli şartlar ileri sürüldüğü halde Allah’ı zikir için hiçbir şart ileri sürülmemiştir. Her zaman ve her mekânda, abdestli veya abdestsiz Allah’ı zikir mümkündür.

Zikrin en efdali, kalp ve dilin birlikte yaptığı zikirdir. Bununla birlikte sadece kalple veya sadece dille de zikir yapılabilir. Bu ikisi içinde elbette ki kalple yapılan zikir, dille yapılan zikirden daha üstündür.

“… Allah’ı tesbih ve tâzime, hamd ve şükre dair sözleri söylemek dilin zikri, Allah’a inanmak, O’nun zât ve sıfatlarına delâlet eden delilleri, emir ve yasaklarının mâna ve hikmetlerini, yaratıklarının sırlarını düşünmek kalbin zikri, emredileni yerine getirip yasaklardan kaçınmak da organların zikri kabul edilmiştir. Hasan-ı Basrî, kimseye hissettirmeden Allah’ı anmanın sevabının çok büyük olacağını, ancak haram karşısında Allah’ı hatırlayıp haramdan kaçınmanın daha da üstün olduğunu belirtmiştir (Gazzâlî, I, 295). Halkı dine davet adına Allah’ı anma, dinini övme ve şeriat hükümlerinin güzelliklerinden söz etme de dilin zikri olarak kabul edilmektedir.”

Allah’ı zikirle ilgili bir husus da, zikrin sesli ya da sessiz yapılmasıdır.

Kuran-ı Kerim’de Allah’ın içten yalvararak, korkarak, yüksek olmayan bir sesle tesbih edilmesi emredilmiştir. (A’râf: 205.)

Bazıları bu “içten, yalvararak ve yüksek olmayan bir ses” ifadesini hafi/ sessiz zikir olarak yorumlasalar da, ayet daha ziyade zikrin adabını ortaya koymaktır. Çünkü yüksek olmayan bir ses de neticede sesli zikirdir.

Bununla beraber şunu da açık ve net söyleyelim ki, İslami kaynaklarda sesli/ cehrî zikre de, sessiz/ hafi zikre de birçok delil bulunmaktadır. Bunların hangisinin efdal olduğu konusu farklı şekillerde izah edilmişse de, bu konu daha ziyade zikreden kulun fıtratıyla alakalıdır.

Bu iki zikir tarzı arasında mukayese tartışmalarına girmeden, her mümin kolayına geldiği şekilde, içinde bulunduğu şartlar ve ortam çerçevesinde ve de içinden nasıl geliyorsa öyle zikredebilir.

Zikrin bir terbiye metodu olarak kullanıldığı tarikatlerdeki hafi ve cehri tatbikat ise farklı bir boyuttur. Buna şimdilik girmiyoruz.

Yine konuyla ilgili bir başka mesele de, zikrin ferdî yahut topluluk halinde yapılmasıdır. Nassda her ikisine de delil vardır:

Ebû Hureyre’den (r.a.)  rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: Ben kulumun beni düşündüğü gibiyim. Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Eğer beni yalnız başına anarsa, ben de onu yalnız anarım. Şayet beni bir toplulukla beraber anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. Bana bir karış yaklaşacak olursa, ben ona bir zir’a yaklaşırım. Eğer o bana bir zir’a yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim. Kim bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.” [7]

Bu konuyla ilgili bir başka hadis-i şerif de şöyledir:

“Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelirse, melekler onların etrafını kuşatır. Allah’ın rahmeti onları kaplar, üzerlerine sekînet iner ve Allah Teâlâ onları yanında bulunanlar arasında zikreder.” [8]

“Resûlullah’ın ashaptan bir gruba, ‘Ellerinizi kaldırın ve hep birlikte ‘lâ ilâhe illallah’ deyin’ buyurarak zikir yaptırdığı (Müsned, IV, 124), mescidde yüksek sesle zikir yapan bir kimse için, “Ah edip inleyerek gönülden yakarıyor” deyip onu engellemediği (a.g.e., IV, 159) rivayetleri vardır.”

Esasen sesli ve sessiz zikir, ibadetler içinde de mevcuttur.

Cemaatle kılınan namazların bir kısmında (sabah, akşam, yatsı) kıraat sesli, bir kısmında (öğle, ikindi) ise sessiz yapılır. Hac ve umrede telbiye yüksek sesle söylenir. Kuran sesli de, sessiz de okunabilir.

Allah’ı zikir, zikreden kulların haline göre de kısımlara ayrılabilir:

“Zâhir ehlinin zikri, şeriatın edeplerine riayet etmek ve ibadetleri yerine getirmektir. Tasavvuf ehlinin zikri, Allah’a vâsıl olma arzu ve talebidir. Âriflerin zikri, nefsinden ve onun tasavvurlarından fâni olup sırf nur olan âleme ererek sonsuza nazar etmektir.”

“Her organın bir kulluk şekli vardır; zikir kalp ve dilin kulluğudur. Zikretmeyen dil görmeyen göz, işitmeyen kulak, tutmayan el gibidir. Nitekim bir hadiste, “Zikreden kimse ile zikretmeyen kimse diri ile ölü gibidir” denilmiştir (Buhârî, “Daʿavât”, 67). Canlıların alıp verdiği her nefes onların zikri olarak kabul edilmiştir; çıkan ve giren her solukta Allah’ın ismi vardır. Bu da “he” sesidir. İnen “he”nin kaynağı arş, çıkan “he”nin kaynağı kalptir (Necmeddîn-i Kübrâ, s. 141). Bu sebeple sûfînin alıp verdiği nefeslerin denetim altında tutulması ve her ânı değerlendirmesi önemli bir tasavvufî uygulama içinde yer almıştır.”

Ariflerden Maruf Kerhî, “bir nefes alış verişte en az bir kez Allah’ı zikretmeyenin hakiki talebesi olamayacağını” söylemiş, gerekçesini de şöyle izah etmiştir:

“Bir nefes alış verişte kişi iki kez ölümden kurtulurken iki kez ölümden kurtulmaya bir zikir bir şükür gerekmez mi?”

Ehl-i tasavvuf / Allah dostları, zikrin ihsan makamıyla ilgisine, yakîn, takva ve hayâ ile münasebetine de dikkat çekmişlerdir. Detaylara giremiyoruz.

Toparlayacak olursak, İslam’da bütün ibadetlerin özü ve esası, Allah’ı zikirdir. Buna ilaveten hususi olarak belli lafızlarla; kalp, dil ve azalarıyla, yani bütün benliğiyle Allahü Teâlâ’yı zikretme şuuruna ulaşan bir kul, “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle yatışır” (Ra’d: 28) ayetinin muradına nail olur ve Allah ile kurbiyet kesbeder. Böylece cennet hayatının bir numunesini, daha ölmeden dünyada yaşamaya başlar. Böyle bir kişinin her türlü şirk ve mâsivâ unsurundan uzak kalacağı aşikârdır. Keza Allah’ı zikir sayesinde elde edilen dünyadaki bu saadetin, ahirette cennet ve cemalullah ile zirveye ulaşacağı da hakikattir.  

Ne mutlu Hakkı zikrederek iki cihan saadetini kazanan bahtiyar kullara…

Zikir konusunu anlatmaya devam edeceğiz.


[1] https://islamansiklopedisi.org.tr/dua

[2] Tirmizî, “Daʿavât”, 83.

[3] Tirmizî, “Daʿavât”, 6; İbn Mâce, “Edeb”, 53.

[4] Müslim, “Ẕikir”, 39; Tirmizî, “Daʿavât”.

[5] Müslim, “Îmân”, 234; https://islamansiklopedisi.org.tr/zikir#1 Yazıdaki müteakip bütün alıntılar aynı kaynaktandır.

[6] Aynı yer.

[7] Buhârî, Tevhîd 15; Müslim, Zikir 2, 19, 50; Tevbe 1.

[8] Müslim, Zikir 39.