“Zikr-i Daim Hali ve Evliyaullah”

Âlimlerimiz, zikrin daimi ve devamlı olması sonucu elde edilen ve adına “zikr-i daim” denilen bir makama önemle dikkat çeker ve zikr-i daimin Allah’ı zikirde varılması gereken hedef olduğunu vurgularlar.

Bu yazımızda zikr-i daim kavramını ve bununla bir bütün olarak evliyaullahın / Allah dostlarının yetişmesinde zikrin önemini anlatmaya çalışacağız.

1- Zikr-i Daimin Manası ve Evliyaulllah ile Münasebeti

Zikr-i daim, devamlı zikirle iştigal eden insanların maddi manevi, zahiri batıni benlikleriyle, kalben ve ruhen, hatta hücrelerine varıncaya kadar topyekûn varlıklarıyla Allah’ın zikrine gark olmaları halidir.

Elbette ki bu ancak uzun ve çetin bir nefis terbiyesi sonucu ulaşılabilecek bir makamdır. Bu makama ulaşanlar evliyaullahtır / Allah dostlarıdır, kâmil insanlar ve mürşidlerdir. Bunlar aynı zamanda diğer insanlar için kemale ermede kalp tabipleri veya muallimlerdir. Her biri derecesine göre Rasul-i Ekrem Efendimizin (s.a.v.) vârisi olan bu zatlar, kıyl u kâlden uzak, tevhid sırrına eren, zikrin nuruyla yürüyen, işin hakikatiyle meşgul olan bahtiyar kimselerdir. Bu hususta söz uzundur. İşi ehline havale ederek, burada sadece Allah’ın dostlarıyla ilgili Yunus Suresi 62 – 64. ayetleri mealen aktaralım:

“İyi bilin ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman etmiş ve takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjdeler vardır. Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. İşte bu büyük başarının / kurtuluşun / kazancın ta kendisidir.”

Muteber kaynaklardan bu ayetlerin tefsirlerini tahkik edenler, “Allah dostu” tabirinin nasıl bir keyfiyet olduğunu görürler. Ayetlere dair sadece meallerine bakılmasıyla bile anlaşılabilecek hakikatler şunlardır:

- Bu zatlara dünyada ve ahirette korku ve hüzün yoktur.

- Onlar iman etmekle kalmayıp, Kuran’da pek çok ayette bahsedilen “takva”ya da erişmiş kullardır.

- Onlara dünya ve ahirette müjdeler gelir. Ki tefsirler dünyadaki müjdeden maksadın “basiret, feraset ve keramet” ahiretteki müjdeden maksadın da “cennet ve cemalullah” olduğunu haber vermektedir.

- Haber verilen bu müjdeler mutlaka tahakkuk edecektir; çünkü Allah’ın sünnetinde tebdil ve değişim yoktur.

- Ve bu en büyük kurtuluş, başarı ve zaferdir.

İşte bütün bu nimetleri temin eden, Allah’ı zikirdir. Bunun için denebilir ki, Allah’ı zikir, imanın kemale ermesinin en etkin sebebidir.

2- Nefsi Terbiyede ve Evliyaullahın Yetişmesinde Allah’ı Zikretmenin Hayati Önemi

Zikir, tarih boyunca tasavvufi ekollerde Allah’a kurbiyette tatbik edilen bir nefis terbiyesi metodudur. Zira insan nefsi ancak zikrullah ile terbiye olur.

Böylece Allah’a kurbiyetin zikirle temin edildiği anlaşılmaktadır.

Yine, Kuran’da işaret edilen kalbin mutmainliği, iman nurunun kalbi kaplaması hali de ancak Allah’ı zikirle mümkündür:

“Ey mutmain olmuş nefs! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön! (İyi) kullarımın arasına gir. Cennetime gir!” (Fecr: 27 – 30.)

Burada dikkat çekilen nefsin mutmain olması hali, ancak Allah’ı zikirle gerçekleşir. Delili de mealen şu ayet-i kerimedir:

“Dikkat edin! Kalpler ancak Allah'ı anmakla, zikirle huzura kavuşur, yatışır, tatmin olur.” (Ra’d: 28)

Ezcümle kişinin ebedî saadetinin teminatı olan imanının kemale ermesi, halis tevhide ulaşması Allah’ı zikirle mümkündür.

Bu hedefe ulaşmak için masivanın, yani Allah’tan başka her şeyin manen terk edilmesi, zikrin nuruyla manen yakılması gerekir. İşte bu büyük hadiseyi gerçekleştiren de Allah’ı zikirdir.

Bütün masivayı, bu çerçevede şirk unsurlarının her türlüsünü yakarak yok eden, Allah’ı zikirdir. O halde zikrullah kulu şirke karşı koruyan güçlü bir zırh ve koruyucu bir kalkandır.

İnsanı nefis ve şeytanın hegemonyasından kurtarıp hidayete ulaştıran en etkili kulluk iksiri Allah’ı zikirdir.

Bu meyanda Allah’ı zikrin kulluk gereği bir emir olduğunu anlatan şu ayet-i kerimeyi mealen tekrar hatırlayalım:

“Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. O’nu sabah akşam tesbih edin.” (Ahzab: 42)

Tam da burada zikr-i daim sahibi kişinin mahlûkatın zikriyle bütünleşmesi haline de temas edelim. Şöyle ki:

İnsan zikr-i daimde kararlı ve ısrarlı olursa, zamanla öyle bir hale erişir ki, zikir onu hücrelerine, genlerine varıncaya kadar kaplar ve dilini durdursa da bedeninden yükselen zikir seslerini duyar hale gelir. Böyle kullar aynı zamanda ruhlarıyla, kalpleriyle, sırlarıyla, maddi manevi topyekûn varlıklarıyla Allah’ı zikir halinde olurlar. Böylece de mütemadiyen devam eden mahlûkatın zikriyle bütünleşir; onu duyar ve ona eşlik ederler.

Elbette bu hal, Allah’ın zikirde ihlaslı, samimi ve ısrarlı kullarına keşiflerinin açılması suretiyle bir ihsanı, lütfu ve keremidir.

3- İnsan Fıtratı Allah’ı Arar ve Ancak Onu Zikrederek Tatmin Olur

Allah’ı zikretmenin insan fıtratıyla münasebetine, bu çerçevede fıtratın Allah’a yönelmesinin en anlamlı ve müşahhas şeklinin Allah’ı zikir olduğuna da dikkat çekmemiz gerekir.

Kuran-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde insanın yaratılışındaki fıtrat gerçeğine işaret edilir.

Rum Suresi 30. Ayet mealen şöyledir:

“Hanif (Hakka yönelen tevhid ehli) bir kimse olarak yüzünü dine (İslam’a) çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

Görüldüğü üzere ayet-i kerimede hanif olmaya, yani tevhid üzere Allah’a yönelmeye vurgu yapılmaktadır. Buradan insanın Allah’ı arama, Allah’a yönelme, tevhid üzere olma özelliğiyle yaratıldığı anlaşılmaktadır.

Aynı şekilde hadis-i şerifte de insanın yaratılmış olduğu fıtratın İslam olduğu ifade edilir:

“Her doğan, İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” [1]

Peki, insanın tevhid veya İslam fıtratı üzerine yaratılmış olması ne demektir?

Fıtrat “dini (İslam’ı) kabule hazır yaratılış / istidat veya Allahu Teâlâ’nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve gerçekleri idrak edecek bir hal üzere yaratması” şeklinde tarif edilmiştir.

İnsanların İslam fıtratı veya tevhid üzere yaratılmaları köklü bir esas olup, ilm-i kelamda “fıtrat delili” ile “kabul-i amme delili” buna dayanmaktadır.

Demek ki insan fıtratı Allah’ı ve İslam dinini tanıma kabiliyeti üzerine yaratılmıştır. Zikir ise Allah’ı bilmenin, tanımanın ve Ona yönelmenin en etkili ve en müşahhas yoludur.

İnsan fıtratı Allah’ı arama arzu ve iştiyakıyla yaratılmış olduğundan, Allah’ı zikretmek kişiye hem capcanlı bir hayat, hem mutmainlik, hem de hürriyet bahşeder. Normal şartlarda bir şeyin çok zikredilmesi insanda usanma, bıkkınlık meydana getirirken, Allah’ı çok zikretmek tam tersine şevk, heyecan, huzur ve saadet verir. Yukarıda da mealen aktardığımız şu ayet-i kerime bunun delilidir:

“Dikkat edin! Kalpler ancak Allah'ı anmakla, zikirle huzura kavuşur, yatışır, tatmin olur. ” (Ra’d: 28)

Hem Allah’ı zikir kişiye güven ve metanet verir. İnsan zikirle öyle geniş bir kalbe sahip olur ki, kendini son derece güçlü hisseder. Bu emniyet, güç ve âlemi kuşatıcılık halinin sırrını şu ayet-i kerimenin manasında bulabiliriz:

“Siz beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim…” (Bakara: 152)

Kendisini zikretmesi karşılığında Allah’ın da kulunu zikredeceğinin beyan edilmesi, şüphesiz ki zikir ehli kişileri hadiseler karşısında çok güçlü ve metin kılar.

Masivadan uzaklaşıp Allah’ı zikredenler, nefsin ve şeytanın esaret zincirlerini kırarak mutlak hürriyetin hazzını yaşarlar. Şu ayet-i kerime zikrullahın ibadetler içindeki yerini ve büyüklüğünü anlatır:

“Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut: 45)

İnsandaki ölümsüzlük arzusu, fıtratın Allah’ı arama istidadıyla yaratılmış olmasındandır. İnsan fıtratının Allah’a meyletmesinin ve Onu zikretmenin kalbi tatmin etmesinin temeli bezm-i elest hitabına uzanır:

“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.” (A’râf: 172)

Bu ayet bize insanın Allah’ı bilme, tanıma ve Ona iştiyak duyma hakikati üzerine yaratılmış olduğunu gösterir. İnsan ruhu aslında Onun cemaline âşıktır. Ne var ki dünya denen bu deni âlemde bu yöneliş perdelenmiş, çoğu insan nefis ve şeytan esaretinde kalmıştır.

Mevlana insanın güzel sese meyletmesinin sebebinin, ruha bezm-i elestteki hitabı hatırlatması olduğunu söyler. Evet, insan hep Allah’a meyletmek, yönelmek, Onun varlığında saadete ermek ister. Bunun sırrı da gerçek imandadır. Nitekim şu ayet-i kerimede buna delil vardır:

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.” (Enfâl: 2)

Kuran ve Sünnetle haber verilen bir gerçek olan “cemalullahı müşahade” bütün cennet nimetlerinin fevkinde olup, arifler bu tecelliye nail olmak, bu sonsuz saadete erişmek için çalışırlar:

“(İman edip) güzel amel işleyenlere daha güzel bir karşılık (olarak Cennet), bir de ziyadesi (Allah'ın cemâline mazhar olmak) vardır!...” (Yunus: 26)

“O gün birtakım yüzler Rablerine bakıp parlayacaktır.” (Kıyame: 22 -23)

Kısaca zikir ruhun gıdasıdır, saadetin sebebidir, bütün dertlerin ilacıdır. Kişiyi iki cihan saadetine ulaştıran nefis terbiyesi de ancak zikrullah ile gerçekleşir.

4- Allah’ı Zikir Nefis Terbiyesinde Esas Teşkil Eder

Kuran’da ve Sünnette nefis terbiyesinin önemine vurgu yapılır. Misal olarak mealen şu ayetleri aktaralım:

“Kim de, Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz onun varacağı yer cennettir.” (Nâziat: 40 -41)

“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene and olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems: 7 -10)

Peygamber Efendimiz de (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“…Bilin ki vücutta öyle bir et parçası vardır ki o, iyi (doğru ve düzgün) olursa bütün vücut iyi (doğru ve düzgün) olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Bilin ki o, kalptir.” (Buhârî, Îmân, 39)

Bu hadiste önemine dikkat çekilen kalbin iyi ve salah üzere olması, ancak nefis terbiyesiyle mümkündür. O bakımdan tasavvufi eserlerde “nefis terbiyesi”yle “kalbin tasfiyesi” adeta eş anlamlı gibi kullanılır.

Yukarıda kalbin mutmainliğinden ve bu mutmainliğin zikirle gerçekleşeceğinden bahseden ayetleri mealen aktarmıştık.

İşte mutmain olan bu kalbin sahibi, Allah’a kurbiyet kesbetmede nefsin makamlarını bir bir geçer ve bu da ancak Allah’ı zikirle gerçekleşir.

Salik (Allah yolcusu) nefsin makamlarını aşmak için Allah’ın belirli isimlerini zikreder. Bu isimlerin her birinin, mana ve mahiyeti itibariyle insanın kalp âleminde bir tecellisi olur. Bu tecelli sayesinde kişi nefsani ve şeytani benlikten sıyrılarak Allah’a kurbiyet kesbeder ve böylece de nefsi terbiye olur.

İslam’ın “akaid”den sonra ikinci önemli sahası “kalbî ilimler” yahut “tasavvuf” sahasıdır. Buna “batıni fıkıh” da denir. Cibril Hadisinde geçen “ihsan” kavramının mahiyeti, İslam’ın tasavvuf sahasıyla temsil olunur. Bu aynı zamanda ihlası elde etmenin, Kuran tabiriyle “dini ihlasla tutmanın” yoludur. Bu esasen çok derinlemesine işlenmesi gereken bir konu olmakla birlikte, biz yazımızın hacmi çerçevesinde şu zaruri bilgiyi vermekle yetinelim:

Kitap ve Sünnet ölçülerini en hassas şekilde muhafaza ederek tasavvuf sahasını bir mektep haline getiren hak tarikatler, başlarındaki kâmil mürşitler öncülüğünde, salikleri (talebeleri, dervişleri, müritleri) “Allah’ı zikir”le, hususiyle de Allah’ın güzel isimlerinin zikir tecellileriyle terbiye ederler. Nefislerin Allah’ın güzel isimlerinin zikriyle terbiye edilmesi, bütün hak tarikatlerde değişmez bir metoddur. Zikrin ne kadar önemli olduğunu buradan da anlamak mümkündür.

Nefsin mertebelerini ve bunların elde edilmesinde kullanılan zikir lafızlarını inşallah gelecek yazımızda ele alacağız.