“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Her şey O’nu hamd ile tesbih eder. Ancak, siz onların tesbihlerini anlamazsınız…” (İsrâ: 44)

Bir evvelki yazımızda şirke karşı zırh ve kalkan görevi yapan bazı vasıflar olduğunu ifade ederek bunlardan ilki olan “tenzih” konusundan bahsetmiş idik. Bu yazımızda ise “Allah’ı tesbih etmeyi” anlatmaya çalışacağız.

Evet, tevhidi güçlendirerek şirke karşı zırh ve kalkan görevi yapan kulluk mükellefiyetlerinden biri de Allah’ı tesbih etmektir. 

Tesbih, Kuran ve Sünnet’in en temel mesajlarındandır, kulluğun alamet-i farikasıdır.

1- Tesbihin Tanımı ve Manası 

Tesbih “Allah’ın noksan sıfatlardan münezzeh ve yüce olduğuna inanıp, bunu sözleri ve davranışlarıyla belirtmek” demektir. 

Anlaşılacağı üzere esasen tenzih ve tesbih, birbiri ile iç içe ve birbirini tamamlayan kavramlardır.

“Sözlükte ‘suda hızla yüzüp mesafe almak’ mânasındaki sebh (sibâha) kökünden türeyen tesbîh, terim olarak Cenâb-ı Hakk’ı ulûhiyyetle bağdaşmayan her türlü eksiklik ve noksanlıktan tenzih etmeyi ifade eder. Aynı kökten sübhâne kelimesine lafza-i celâlin eklenmesiyle oluşturulan sübhânallah terkibi, tesbihle aynı anlama gelir. Her iki terim de Allah’tan başkasına nisbet edilemez. 

Kur’ân-ı Kerîm’de 89 yerde geçen ‘sebh’ kavramı ikisi Mekkî, beşi Medenî yedi sûrenin başında farklı şekillerde yer alır. (İsrâ, Hadîd, Haşr, Saf, Cuma, Tegâbün, A‘lâ) Bu sûrelerden Mekke’de nâzil olan İsrâ ve A‘lâ dışındakiler ‘Müsebbihât’ diye anılır. Söz konusu sûrelerde ilk âyetlerin muhtevası tesbih ve tenzih kavramlarının âdeta birer gerekçesi niteliğindedir. Râgıb el-İsfahânî, tesbihin terim anlamının kelimenin kökündeki ‘hızlı biçimde yüzme’ mânasıyla alâkalı olduğuna dikkat çekerek bu kavrama ‘kulun Allah’a ibadet etme niyetiyle her türlü kötülükten hızla uzaklaşması’ anlamı verir.

Buradan hareketle tesbihe ‘insanın sürekli biçimde ilâhî kontrol altında bulunduğunu bilmesi, daima iyi ve yararlı işler yapmaya çalışması’ şeklinde daha kapsamlı bir içerik belirlemek mümkündür.” 

Bu izahattan tesbihin kişiyi tevhide yaklaştırma ve şirkten korumadaki hayatî önemi gayet net anlaşılmaktadır. 

2- Âlemin / Mahlûkatın Tesbihi

Kâinatta mahlûkat namına her ne varsa, maddi manevi bütün mevcudat Allah’ı tesbih etmektedir.

Dağlar, taşlar, yıldızlar, galaksiler, melekler, hayvanlar, bitkiler, kuşlar, sürüngenler, gök gürültüsü vs. her şey bu zikir deveranına dâhildir. 

Allah’ın biz kullarına emrettiği zikir mükellefiyetine paralel olarak, diğer mahlûkatın da bilâistisna kendi keyfiyet ve lisan-ı halleriyle Allah’ı zikrettiğine dair ayetlerden bazıları mealen şöyledir:

“Gök gürlemesi O’na hamd ederek tesbih eder. Melekler de O’nun korkusundan tesbih ederler…” (Ra’d: 13)

“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Her şey O’nu hamd ile tesbih eder. Ancak, siz onların tesbihlerini anlamazsınız…” (İsrâ: 44)

“Görmedin mi ki şüphesiz, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan birçoğu Allah’a secde etmektedir…” (Hac: 18)

“Göklerde ve yeryüzünde bulunan kimselerle, sıra sıra (kanat çırparak uçan) kuşların Allah’ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri duasını ve tesbihini kesin olarak bilmektedir. Allah, onların yapmakta olduğu şeyleri hakkıyla bilendir.” (Nur: 41)

“Otlar ve ağaçlar (Allah’a) secde ederler.” (Rahman: 6)

“… Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder…” (Haşr: 24)

Bu ayetlerden yola çıkarak, tevhid gerçeğinin bütün âlemi bir zikir dergâhı haline getirdiğini söylemek hiç de abartı olmaz. 

Fakat ne yazık ki Hac: 18’de de belirtildiği gibi, sair mahlûkatın bütünüyle iştirak ettiği bu deveranda, insanlar tam tekmil bulunmuyor. Bu tesbihatın, ayetteki ifadesiyle “secde edenlerin” içinde yer almamak, eşref-i mahlûkat olarak yaratılmış insan için ne büyük bir mahrumiyet ve nasipsizliktir… 

Tabidir ki mahlûkatın ayetlerle haber verilen bu tesbihatını insanlar gereği gibi anlayamazlar. Onlarınki, bizim idrak edemeyeceğimiz, dilini anlayamayacağımız tarzda bir tesbih ve zikirdir. Bu, Sünnetullah gereği onlara itirazsız şekilde tatbik ettirilen bir tesbihattır. Bu “mahlûkatın tâbi olduğu fiziksel kanunların, Allah’ın onlara tahsis ettiği zikir anlamına geldiği” şeklinde anlaşılabileceği gibi; bunun dışında, mahlûkatın bizim anlayamayacağımız gerçek bir dili olması da mümkündür.

Kuran-ı Kerim’de, insanların gafleti, kalplerinin katılaşması anlatılırken yer verilen taş benzetmesi üzerinden, taşların nasıl Allah’ı zikreden, Allah’ın hükmü ve tasarrufu karşısında boyun eğen varlıklar olduğu ibretli bir şekilde şöyle ortaya koyulur:

“Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır ki, Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer. Allah, yaptıklarınızdan hiçbir zaman habersiz değildir.” (Bakara: 74.)

Ayetlerin de haber verdiği gibi bütün mahlûkat lisan-ı haliyle Rabbini zikrederken; materyalist felsefeye inanmış bazı kişiler, kör nefislerinin sevki, kalplerinin katılaşması ve akıllarının da “selim” olma vasfını, sağlıklı muhakeme kabiliyetini kaybetmesi suretiyle, kâinattaki bu zikir cümbüşünden gafil kalmış ve kendilerini helake sürükleyen inkâr bataklığına saplanmışlardır. 

Bilindiği gibi materyalizm, inkârcılık felsefesidir. Onun bir versiyonu olan pozitivizm / determinizm ise 18. Asırdan sonra ortaya çıkmış ve müsbet ilimlere metod kabul edilmiştir.

Bu felsefede maddi âlem, (haşa) Allah’tan kopuk bir tesadüf yığını şeklinde anlamlandırılır. Felsefe tarihinde ciddiye değil, alaya alınacak en çarpık mantıklardan biri de şüphesiz, müsbet ilmi inkârcılık adına istismar eden bu ekoldür.

Evet, müsbet ilmin inkârcılığa alet edilmesi tam bir istismardır. Çünkü bugün müsbet ilim kanun ve kuralları çerçevesinde incelendiğinde, tesadüfün şansı “epsilon”la ifade edilir. Epsilon, tahayyül edilebilecek en küçük sayı demektir ve ilim dilinde “yok” hükmündedir. Dolayısıyla âlemde tesadüfe yer yoktur. 

Buna göre eğer akıl ve ilim var ise, mutlaka sebep - sonuç ilişkisi de var demektir. 

Bu sebep - sonuç ilişkisinde geriye doğru ne kadar gidilirse gidilsin, bir sonuca varılamaz. Mantık ilminde sebepler zincirinden bir sonuç alınamamasına teselsül denir. Teselsül, ilimde metod olamaz. Çünkü bir sonuç elde edilemiyor. 

Bu geriye doğru gidişlerin, yani sebep sonuç ilişkilerinin bir yerde mecburen kesildiğini kabul ederek, “sebeplerin de yaratıcısı / müsebbibü’l- esbab” olan bir Halık’ı tanımak, ilmî ve sağlıklı düşüncenin olmazsa olmazıdır; şarttır, zaruridir. 

İşte bugün müsbet / tabii veya fenni ilimler dediğimiz ilim dalları, böyle bir izahata muhtaçtır. Aksi halde bu ilimler pozitivizmin elinde esir kalır; bu da insanları kâinatta cereyan eden pek çok olayı sebepsiz kabul etmek gibi bir mantıksızlığa sürükler. Sebeplerin sebebi tespit edilip olaylar ona bağlandığında ise ilim rayına oturur ve tevhid hakikatiyle bir mana kazanır. 

Kâinatta bütün ilimlere hâkim olan “tevhid hakikatini” bir örnekle müşahhaslaştıralım.

Her gün taze taze içtiğimiz su, bulutlardan indirilmektedir. 

Bir materyaliste / pozitiviste “Bu su nasıl meydana geldi?” diye sorsak, “Buluttan” diye cevap verir. 


“Peki, bulut nedir?” desek “Su buharıdır” der. 

Su buharı, suyun atmosferde gaz halinde bulunmasıdır. Suyun formülü, su buharı için de geçerlidir. Yani “iki molekül hidrojen, bir molekül oksijen”dir.

Âlemde hidrojen de, oksijen de bağımsız halde mevcuttur. 

Peki o halde ilim adamları neden bunları terkip edip su meydana getiremiyor?

Biz üniversitedeyken Genel Kimya dersinde hocamız bize, suni olarak su elde etmek için Kolombiya Üniversitesinde bir deneme yapıldığını, su renginde bir sıvı elde edildiğini, fakat bu sıvının verildiği bitkilerin kuruduğunu, farelerin de öldüğünü anlatmıştı. 

Demek ki suyun oluşumunda, fizik ve kimya kaide ve kurallarının ötesinde bir sır ve hikmet vardır.

Hidrojen de, oksijen de ve tabiatta ne kadar bağımsız veya bileşik element varsa hepsi de, özellik ve mahiyetleri itibariyle Allah’ın ortaya koyduğu bir nizamnameye tâbidir.

Bu noktada, yine âlemdeki tevhid hakikatinin anlaşılması meyanında bir de “atom” gerçeğine değinelim.  

Şuna özellikle dikkat çekmek isteriz ki, burada maksadımız fizik ve kimya ilimlerinin kural ve kaidelerinde boğulmak değildir. Bu misallere yer vermekle esasen mahlûkatın zikrine delil çekmek istiyoruz. 

Gözle görülmeyecek kadar küçük olan atomların içinde, makro âlem dediğimiz galaksilerin küçültülmüş hali olan bir dünya vardır.

Atom, bir çekirdekten ve o çekirdek etrafında dolaşan elektronlardan oluşur. Atom çekirdeği ile elektron arasındaki boşluk, bir misalle şöyle ifade edilebilir:

Atom çekirdeği bir futbol topu kadar büyütülürse, elektronların dolaştığı yörünge de, futbol sahasının en uç noktaları olur. Bunların arası ise boşluktur. Yani aslında kâinat, onu oluşturan atomlar itibariyle büyük ölçüde boşluktan ibarettir ve bu boşluk içinde akıl almaz hızla bir dönme hareketi gerçekleşmektedir.

Evet, elektron, atom çekirdeğinin etrafında saniyede 36 bin kilometre hızla dönüş yapmaktadır. İnsanın bu hızı idrak etmesi mümkün değildir. Ama bu, ilmen bir gerçektir. 

Öte yandan dairesel hareket yapan bir cismin, merkezkaç kuvvet sebebiyle zamanla hızının azalarak merkeze düşmesi bir fizik kuralıdır. 

Ama atomda bu kural gerçekleşmiyor ve elektronlar hızlarından hiçbir şey kaybetmeden milyarlarca yıldır dönmeye, yani varlığı ayakta tutmaya devam ediyor. 

Bir diğer husus, fizikte Newton kanunları diye anlatılan madde - hareket kanunları, maddenin en küçük parçası olan atomda da geçerlidir. Newton’un eylemsizlik kuralına göre, duran bir cisim kendi kendine harekete geçemez; harekette ise kendiliğinden duramaz. Bir cisim hareket halindeyse onu harekete geçiren, duruyorsa durduran bir dış aktif kuvvet vardır. 

Hâlbuki biz atomun elektronlarının dönen cisimler için geçerli olan merkezkaç kuvvet kuralına uymadığını ve Newton kurallarının da atomdaki hareketi meydana getirecek fiziki manada bir etkiye sahip olmadığını görüyoruz. 

Yani atom bünyesinde fizik kurallarının geçerli olmadığı harika bir düzen, arızasız devam etmektedir. Hatta diyebiliriz ki, şu koca kâinatın yerle yeksan olmasını önleyen şey, atomda iki fizik kuralının askıya alınmış, geçersiz kılınmış olmasıdır. 

Şimdi burada şu soruyu sormak zaruridir: 

Maddenin en küçük parçası olan atomda, hem maddenin tâbi olduğu fizik kurallarını geçersiz kılan, hem de böyle bir ihlal mantıken kaosa sebep olması gerekirken, tam tersi bir şekilde kâinatın kusursuz bir işleyişle ayakta durmasını sağlayan güç ve irade nedir? 

Materyalist / pozitivist bir şahıs, gelsin bize bunun sebep ve hikmetini anlatsın bakalım.

İşte burada selim aklın, sebepler zincirini durdurarak Halık-ı Zü’l-celal’in ilim, kudret ve sanatını ifade etmekten başka yapacağı bir şey yoktur. 

Atomdaki bu hareket, bize kâinatta âlemin devam etmesine sebep olan bir tecelli olduğunu gösterir. Hem de mükemmel bir iradeyle, noksansız, arızasız ve aralıksız devam eden bir tecelli… Ama bunda ne hidrojenin, ne oksijenin, ne de başka bir elementin en küçük bir dahli yoktur. 

Buradan zaruri olarak şu netice çıkmaktadır:

Atom denen bütün bu zerreler, kendileri şuurlu bir iradeye sahip olmadıklarına göre, ancak ilahi tasarrufun önünde, ilahi ilim ve kudrete boyun eğmiş nesnelerdir. 

İşte bu durum, atomların Halık-ı Zü’l-celal adına ve onun emri ve tasarrufuyla hareket etmeleriyle meydana gelen ve lisan-ı hal ile yapılan bir tesbihattır. 

Burada dikkati çeken bir husus da şudur:

Maddenin en küçük yapısı olan atomdaki düzen ve dairesel hareket, bütün kâinatta, makro âlemde, yani gezegenlerde, yıldızlarda ve galaksilerde de aynen geçerlidir. Bu da kâinatta mikro âlemden makro âleme, tecelli eden ilahi kanunun / sünnetullahın varlığına ve tevhid gerçeğine delildir.

Kâinatta mevcut olan kevnî kanunların tamamı, kendini bu hale sokan kudretin varlığını haykırır. 

Biz de buna rahatlıkla “mahlûkatın lisan-ı haliyle tesbihatı” yahut da ayette geçtiği gibi (İsrâ: 44) “biz insanların anlayamayacağı bir şekilde Allah’ı zikretmesi” diyebiliriz.

İşte burası tam da, kâinattaki mükemmel düzen ve nizamı atomların gelişi güzel çarpışmasına bağlayan, bir olan Allah’ı kabul etmez iken aslında her bir atoma ayrı bir ilahlık vasfı veren, kâinatın içindeki akıl almaz boşluğu ve ilahi tecelliyi yansıtan muntazam hareketi göremeyen ahmak ve sapkın bakış açısını, yani inkârcı mantığı alaya almanın zamanıdır.

Bütün mahlûkat zerreden küreye Rabbü’l- Âlemîn’i tesbih edip zikrediyorken, hiç reva mıdır ki eşref-i mahlûkat olan insan Allah’ı zikirden gafil, kalbi katı, içi huzursuz, kâinatın anlamını anlamamaktan mütevellit kopkoyu bir cehaletle malul kalsın; ömür sermayesini heba edip gitsin ve ahirette de bedbaht ve perişan olsun… 

Yazık değil mi?
İşte küfür ve şirkin her çeşidine karşı kalkan ve zırh görevi gören Allah’ı tesbihin önemini ve insana bahşedeceği servet ve saadeti buradan anlamak mümkündür.

Bir sonraki yazımızda yine aynı konuya devam edeceğiz.

_______________________

1 https://islamansiklopedisi.org.tr/tesbih--allah#2-fikih

Yazıda müteakip bütün alıntılar aynı yerdendir.