Kıymetli okuyucularımız,
Geçtiğimiz günlerde Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın kürsüden yaptığı bir konuşmadan alınan kısa bir video kesiti kamuoyunda ciddi rahatsızlığa sebep olmuştur. Hayretler içinde kalan pek çok kişi, videonun montaj olup olmadığı yönündeki tartışmalara Diyanet’in bir açıklama getirmesini, iddiaları tekzip etmesini beklemiş, ne yazık ki Diyanet’ten de Ali Erbaş’tan da böyle bir açıklama gelmemiştir. Bu durum hadisenin gerçek olduğunu ispata kâfidir.
Ali Erbaş, söz konusu videoda Hz. İsa’nın (a.s.) öldüğünü söylemekte; bu videoyla oluşan gündem doğrultusunda paylaşılan ikinci bir videoda da “Mesih” ve “Mehdi”nin ikisini birden inkâr etmektedir.
Malumunuzdur ki, Diyanet İşleri Başkanı, Diyanet’i temsil eder.
Diyanet ise kanuni görevi itibariyle milletimize, İslam’ı doğru olarak öğretmek ve tatbik ettirmekle mesuldür. Kuruluş maksadı budur.
Hz. İsa’nın (a.s.) urûcu (göğe yükselmesi) Kuran ayetleriyle sabittir. Nüzulü (ahirzamanda yeryüzüne inmesi) hakkında ise pek çok hadis-i şerif olup, ayetler de yine bu konuya işaret etmektedir.
Hz. Mehdi’nin (a.s.) zuhuru ise yüzlerce hadis-i şerifle haber verilmektedir ve bu hadisler manen mütevatir seviyededir.
Bilindiği gibi İslam’ın iki temel kaynağı Kuran ve Sünnet / hadislerdir.
Bu iki konu, İslam akaidi içinde yer almaktadır. Yani inkârı kişiyi küfre düşürür.
Hal böyleyken Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın itikâdî bu iki meseleyi İslam dışı göstermesi, açık ve net milletimizin dinini ve inancını tahrif etme (bozma) manası taşır. Asla kabul edilemez.
Ali Erbaş eğer bu iddiasından dönüp önce Allah’tan af ve bağışlanma, sonra da milletimizden özür dilemez, bu büyük yanlışını telafi yoluna girmez ise, kendisine gereken hukuki ve idari işlem yapılmalı, gerekirse görevden alınmalıdır.
Bu iki husus, yani Hz. İsa’nın (a.s.) nüzulü ve Hz. Mehdi’nin (a.s.) zuhuru konuları “Cevabımız Var” adlı kitabımızın son iki makalesini teşkil etmektedir.
Meselenin ciddiyet, hassasiyet ve aciliyetine binaen, ilgili bu iki bölümü siz kıymetli okuyucularımız ve kamuoyuyla paylaşmayı lüzumlu görüyor ve aşağıdaki satırları istifadenize sunuyoruz.
HZ. MEHDÎ’NİN (a.s.) ZUHÛRU MESELESİ
Ehl-i Sünnet yolunun en önemli alâmetlerinden biri de, bu yolun müntesiplerinin Mehdî’nin (a.s.) zuhûrunu haber veren rivâyetler karşısındaki tutumudur. Bu aynı zamanda bir akâid konusudur.
İslâm’ın altı iman esasından biri “âhirete iman”dır. Âhiret denen hayat, ferdî anlamda ölümle, genel manada ise kıyâmetin kopmasıyla başlar. Kıyâmeti ve âhireti haber veren pek çok âyet-i kerime mevcuttur.
Kıyâmetin hemen öncesinde yaşanacak, “kıyâmet alâmeti” denen ve Rasûl-i Zîşan Efendimiz (s.a.v.) tarafından haber verilen hâdiseler de “âhirete iman” esası çerçevesinde mütalaa edilmelidir. Sahih haberlerle gelen kıyâmet alâmetlerini inkâr etmek, kıyâmeti de inkâr neticesini doğurur. Çünkü bir bütünün cüzlerinden / parçalarından bazılarını kabul etmemek, o bütünlüğü de ortadan kaldırır.
Buna göre kıyâmetin sahih haberlerle vârid olan alâmet ve işâretlerinin her biri, bir akâid meselesidir, dolayısıyla inkârı da akâid ihlali anlamına gelir.
Kıyâmetin yaklaştığını haber veren alâmetlerden biri, belki de en önemlisi Mehdî-i Âl-i Rasûlün zuhûrudur.
Kendilerine “Kur’âncı” diyen / denilen kesim, Kur’ân’da geçmiyor diye Mehdî’nin (a.s.) zuhûrunu kabul etmeseler de bunun hiçbir değeri yoktur. Çünkü İslâm’da bir meselenin Kur’ân’da yahut Sünnet’te geçmesi arasında bağlayıcılık bakımından bir fark yoktur. Bu tahrifatçılar Allah ile Rasûlünü, Kur’ân ile Sünnet’i birbirinden ayırıp dini parçalamaktadırlar.
I. HZ. MEHDÎ (a.s.) KİMDİR, VAZİFESİ NEDİR?
Hz. Mehdî (a.s.) kıyâmete yakın bir zamanda, İslâm’ı ihyâ etmek ve yeryüzüne hâkim kılmak vazifesiyle, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) neslinden gelecek bir hidâyet rehberidir. Peygamberimiz (s.a.v.) şu hadisleriyle Hz. Mehdî’nin liderliğini anlatmaktadır:
“İmamınız sizden olduğu hâlde Meryem’in oğlu (Îsâ) içinize indiğinde hâliniz nasıl olacak?” [1]
Hadisi şerh eden âlimlerin de beyan ettiği üzere, bu hadiste “imamınız” olarak tabir edilen zât, Hz. Mehdî’dir (a.s.). Hz. Îsâ (a.s.) onun döneminde nüzûl edecek, birlikte küfre karşı mücâdele edeceklerdir.
Şu hadis-i şerif de yine Hz. Mehdî’yi (a.s.) tarif etmekte, o gelmeden kıyâmetin kopmayacağını haber vermektedir:
“İsmi benim ismim ve babasının ismi de babamın ismiyle aynı olan Ehl-i Beytimden bir adam insanlara hükümdar olup dünyayı adâlet ve hakkâniyetle dolduruncaya kadar kıyâmet kopmayacaktır.” [2]
Bu hadis-i şerifte Hz. Mehdî’nin (a.s.) evlâd-ı Rasûlden olduğu, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ismini taşıyacağı ve onun liderliğinde İslâm’ın dünyaya hâkim olacağı haber verilmektedir.
Şu hadis-i şerifler de yine Hz. Mehdî’nin (a.s.) Ehl-i Beyt’ten olduğuna vurgu yapmaktadır:
“Mehdî benim Ehl-i Beytimdendir. Fatıma’nın evlâdındandır.” [3]
“Mehdî bizden; Ehl-i Beyttendir. Allah onu bir gecede ıslah edecek (Mehdîliğe liyâkatli hâle getirecek)tir.” [4]
Şu hadisler de yine Mehdî’nin (a.s.) zuhûrunu haber vermektedir:
“Doğu tarafından (yani Horasan’dan) siyah bayraklar zuhûr ettiği zaman, işte o muhakkak Allah’ın halifesi Mehdî’dir. Onu, kar üzerinde emekler vaziyette görseniz bile hemen kendisine biat ediniz.” [5]
“Doğu tarafından birtakım insanlar çıkarak Mehdî’nin sultanlık kürsüsünü kuracaklardır.” [6]
“Dünya(nın ömrün)den hiçbir zaman kalmayıp ancak tek bir gün kalsa bile, o günde benim ailemden bir zâtın (Mekke’deki Merve üzerine yükselen) Deylem Dağına yahut Deylem eyaletine ve İstanbul’a veya Roma şehrine sahip olması için, Aziz ve Celil olan Allah muhakkak o günü uzatacak.” [7]
Bu hadislerin bize verdiği mesaja göre, kıyâmete doğru Hz. Peygamber’in (s.a.v.) neslinden, İslâm’ı dünyaya hâkim kılacak bir lider gelecektir. Onun liderliğindeki bu dönem, İslâm’ın ikinci hâkimiyet dönemi olacaktır.
II. İSLÂM’IN İKİNCİ HÂKİMİYET DÖNEMİ
Doğrusu, Hz. Mehdî’nin (a.s.) İslâm’ı bütün dünyaya hükümran kılacak hareketin liderliğini yürütmesi, biz Müslümanlar için son derece heyecan verici bir durumdur.
Bilindiği üzere İslâm gariplik dönemiyle başlamış, ilk Müslümanlar tarife gelmez çile ve meşakkatlere göğüs germişlerdir. Mekke’nin fethinden sonra ise İslâm her yere yayılmış, tarihin en büyük dünya hâkimiyetini tesis etmiştir.
Bu İslâm hâkimiyeti Osmanlı’yla zirveye çıktıktan sonra ne yazık ki bir fetret dönemine girmiştir. Neticede de bugün yaklaşık iki milyarlık nüfusa sahip koca Müslüman kitle, imamesi kopmuş tesbih taneleri gibi dağılmış, bir tarafa savrulmuştur.
Yani İslâm’ın başlangıcındaki gariplik dönemine tekrar avdet etmiştir.
İşte tam bu noktada Hz. Mehdî’nin (a.s.) gelişini müjdeleyen mütevâtir seviyedeki hadisler, İslâm âlemi için bir can suyu mesabesindedir.
Bu müjde, kimilerinin iddia ettiği gibi asla Müslümanları tembelliğe sevk etmez. Bu, samimi hiçbir Müslümanın aklından geçmez, geçmemelidir.
Bilakis Müslümanlar İslâm’ın gereği neyse onun yapmalı ve Hz. Mehdî’nin (a.s.) gelişine, sebepler zinciri içinde zemin hazırlamalıdır.
İslâm’ın ikinci hâkimiyet dönemi dediğimiz bu dönem geldiğinde, dünyada İslâm’la birlikte hak ve adâlet hüküm sürecek, iffet ve namus baş tacı edilip, ahlaksızlık, zina ve fuhuş ortadan kaldırılacak, mutlak emniyet ve selâmet toplumu meydana gelecektir. İslâm öyle galebe çalacaktır ki, birçok kâfir korkusundan “Ben de Müslümanım, ben de sizdenim” deme ihtiyacı hissedecektir.
Yine haberlerde bildirildiği üzere İkinci Roma da fetholunacaktır.
“İkinci Roma”yı batı dünyası olarak anlamakta hiçbir mahzur yoktur.
Birinci Roma’nın Bizans’ın merkezi İstanbul olduğunu ve İstanbul’un fethedileceğini haber veren hadis-i şerifi biliyoruz:
“İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan; o ordu ne güzel ordudur.” [8]
İkinci Roma’nın fethini müjdeleyen hadis de şöyledir:
Abdullah b. Amr’dan (r.a.) nakledildiğine göre, o şöyle demiştir:
“Biz Rasûlüllah’ın (s.a.v.) yanında iken “İki şehirden hangisi, Kostantîniyye mi, Roma mı önce fetholunacaktır?” diye soruldu. O (s.a.v.) Kostantîniyye’yi kastederek “Önce Hırakl’in şehri” cevabını verdi.” [9]
Fatih Sultan Mehmed’in, İstanbul’un fethinden sonra Gedik Ahmed Paşa’yı, İtalya üzerine göndermesi ve Otranto kalesinin ele geçirilmesi, daha sonra da Kanuni Sultan Süleyman’ın Otranto seferine çıkması, bu müjdeye nâil olmak için olsa gerektir. Beklenen bu fetih hâlâ gerçekleşmediğine göre, bu da Hz. Mehdî’nin (a.s.) zuhûruyla örtüşmektedir.
İslâm’a, Mekke müşriklerinden sonra en büyük düşmanlığı yapan, batı dünyasıdır. Batı kavramı genel anlamda Hıristiyanlığı ve ona bağlı haçlı zihniyetini, bazen de bu zihniyetin Yahudi - Siyonist ideolojisiyle ittifakını anlatır. Bu manadaki batının “İkinci Roma” olarak fethedilmesi demek, İslâm karşısında ittifak etmiş küfür hâkimiyetinin bitmesi demektir.
Bu konuya şu açıdan da bakabiliriz:
Nüzûl-i Îsâ’yla ilgili yazımızda ayrıntılı olarak anlatılacağı üzere, âyetle sâbittir ki Hz. Îsâ (a.s.) ölmeden önce ehl-i kitaptan ona iman etmeyen hiç kimse kalmayacaktır. ( Bak: Nisâ: 159.)
Hz. Îsâ’nın (a.s.) davası olan İslâm davasına gönül verme noktasında Yahudi ve Hıristiyanlar henüz bir adım atmadığına ve kendi muharref dinlerinde ısrar ettiklerine göre, demek ki henüz âyetin haber verdiği dönem yaşanmamıştır. O dönemin yaşanacak olması demek, Hz. Mehdî (a.s.) zamanında nüzûl edecek Hz. Îsâ’nın (a.s.) onunla ittifak ederek İslâm hâkimiyetini kuracağına ayrı bir delil teşkil etmektedir. (Bu konunun detayı Nüzûl-i Îsâ bahsinde ele alınacaktır.)
Hz. Mehdî’nin (a.s.) zuhûru ve Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlü hâdiseleri her Müslümanın gönülden iman edip heyecan duyacağı haberler olmalıdır. Bunlar sıradan haberler değildir. İnansak da olur, inanmasak da denemez. Bunları inkâr, ortada iman diye bir şey bırakmaz.
Hem sonra Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) verdiği hangi haber (hâşâ) yalan çıkmıştır ki bu konuda şüpheye düşülsün? “Gaybe iman” imanın temel hareket noktasıdır. Bakara Sûresi 3. âyette mü’minlerin vasıfları sayılırken ilk olarak “gaybe iman” zikredilir. Bu da Kitap ve Sünnet’le haber verilen bütün her şeye iman etmeyi gerektirir. Hz. Mehdî’nin (a.s.) gelmesi, Nüzûl-i Îsâ (a.s.) hâdisesi, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) gaybe yönelik haberleri arasındadır ve ilerleyen satırlarda anlatılacağı gibi, üzerinde şek ve şüphe bulunmayan “mütevâtir haber” kategorisindedir.
III. HZ. MEHDÎ’NİN (a.s.) ZUHÛRUNUN NÜZÛL-İ ÎSÂ (a.s.) İLE MÜNASEBETİ
Hz. Mehdî’nin (a.s.) zuhûru hakkında da, Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlü hakkında da nass vardır. Birincisi mütevâtir hadislerle, ikincisi mütevâtir hadislere ilaveten âyetlerle sâbittir.
Bunlardan birini inkâr, diğerini de, hatta kıyâmet alâmetlerinden olan başka birçok hâdiseyi daha inkârla sonuçlanır.
Mesela Hz. Mehdî’yi (a.s.) inkâr, onunla beraber hareket edeceği haber verilen Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlünü de inkâr olur. Keza bu aynı zamanda, Hz. Îsâ’yla (a.s.) Hz. Mehdî’nin (a.s.) kendisiyle savaşacakları Deccal’i inkâr olur. Bunlar birbirleriyle sıkı münasebeti olan olaylardır.
Nitekim yukarıda zikrettiğimiz bir hadis-i şerifte Hz. Mehdî’nin (a.s.) “imam”, yani Müslümanların lideri olarak geleceği, Hz. Îsâ’nın (a.s.) da ona yardımcı olmak üzere nüzûl edeceği anlatılmaktadır. Tekrar hatırlayalım:
“İmamınız sizden olduğu hâlde Meryem’in oğlu (Îsâ) içinize indiğinde hâliniz nasıl olacak?”
Şu hadis-i şerif de yine Hz. Mehdî (a.s.) ile Hz. Îsâ (a.s.) arasındaki münasebeti ve konum farkını anlatır:
“Ümmetimden bir taife hak üzere olarak kıyâmete dek cihad etmeye devam edeceklerdir. Akabinde Meryem’in oğlu Îsâ (a.s.) inecek; mü’minlerin emiri ona ‘Bize namaz kıldır’ diyecek ve o da ‘Hayır, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak sizler birbirinize emirsiniz’ buyuracaktır.” [10]
İmam Şa’ranî, Hz. Mehdî (a.s.) ile Hz. Îsâ’nın (a.s.) birlikte hareket etmeleriyle ilgili olarak şu hadis-i şerifi de zikreder:
“Mehdî benim neslimdendir. O yeryüzünü adâletle dolduracaktır. Muhakkak ki o Îsâ (a.s.) ile birlikte (yola) çıkarak Filistin arazisindeki Bab-ı Lût denilen mevkide Deccal’i öldürmesi için Hz. Îsâ’ya yardım edecektir. Mehdî bu ümmete imam olacak, Meryem oğlu Îsâ da onun arkasında namaz kılacaktır.” [11]
IV. HZ. MEHDÎ’NİN (a.s.) GELİŞİNİN İNKÂR EDİLMESİNİN AKAİD BOYUTU
Kıyâmetin küçük ve büyük alâmetleri vardır. Büyük alâmetlerin ilki Hz. Mehdî’nin (a.s.) zuhûr etmesidir.
Önceki satırlarda da geçtiği gibi, Hz. Mehdî’nin (a.s.) gelişini haber veren hadisler tevâtür derecesindedir. Tevâtür derecesindeki hadisler ise aynen Kur’ân âyetleri gibi bağlayıcıdır. Sünnet ve hadisin nass oluşu ve bağlayıcılığı, Hz. Mehdî’nin (a.s.) zuhûruna imanı bir “akâid” konusu hâline getirir. Yani bunu inkâr, mütevâtir haberi inkâr sayılacağından küfrü gerektirir. Meselenin özü budur.
Şimdi bu konuda güncel bir dille yazılmış olan, İhsan Gür’e âit “Tarihten Günümüze Sünnet Düşmanlığı” adlı çalışmadan meseleyi daha müdellel hâle getiren birkaç pasaj alıntılayalım:
“Ehl-i Sünnet’e göre âhir zamanda çıkacak olan Mehdî-i Âl-i Rasûl mutlaka gelecektir. Bu konudaki hadisler mütevâtirdir. Birçok âlim Mehdî’nin geleceğiyle ilgili vârid olan hadislerin mütevâtir olduğunu eserlerinde beyan etmiştir.
Hafız, muhaddis, tarihçi olan Ebü’l Hüseyin es- Sicistanî el-İberî dedi ki:
“Mehdî’nin çıkacağı, Hz. Mustafa’nın Ehl-i Beytinden geleceği, yeryüzünde yedi yıl hüküm süreceği ve onun zamanında yeryüzünün adâletle dolacağı, onun Hz. Îsâ ile birlikte ortaya çıkacağı, Filistin’deki Lüd kapısında Deccal’i öldürmede Hz. Îsâ’ya yardım edeceği, bu ümmete imam olacağı, Hz. Îsâ’nın onun ardında namaz kılacağı ile ilgili gelen bilgiler, râvîlerinin çok olması sebebiyle müstefiz ve tevâtürdür.”
Şemsüd-din Muhammed b. Ahmed es-Seffarinî el-Hanbelî de, Levâmiu’l Envar’da şöyle der:
“Mehdî’nin çıkmasıyla ilgili rivâyetler çoktur. Öyle ki bu konudaki rivâyetler manevî mütevâtir derecesine ulaşmış(tır)… Hatta Ehl-i Sünnet âlimleri Mehdî’nin ortaya çıkışını kendi itikat esasları arasında saymışlardır…”
Allâme Muhammed Berzencî ise, el-İşâa li-Eşrâti’s-Sâa adlı eserinde şöyle yazar:
“… Mehdî’nin âhir zamanda çıkışı, Rasûlüllah’ın soyundan ve Fatıma evlâdından oluşu hakkındaki hadisler manevî tevâtür derecesine ulaşmıştır. İnkârına imkân yoktur.”
Kadı Allame Muhammed b. Ali eş-Şevkanî el-Yemanî şöyle der:
“Mehdî hakkında gelen hadislerin içerisinde elli kadar, üzerinde durulmaya değer rivâyet bulunmaktadır. Bu hadislerin içerisinde sahih, hasen ve münceber zayıf olanı da vardır.
Dolayısıyla da Mehdî’nin ortaya çıkması şek ve şüpheye mahal bırakmadan kesinlikle mütevâtirdir. Bu, usûl ilmindeki tüm tevâtür tanımlamalarına da uygundur.
… Özetlersek, Mehdî ile ilgili hadislerin sahih ve mütevâtir olduğu Ehl-i Sünnet ulemâsınca ittifakla kabul edilmiştir. Bunda şüphe yoktur. Böyle olunca Mehdî’yi inkâr edenlerin, aynı zamanda o konudaki mütevâtir hadisleri de inkâr ettikleri unutulmamalıdır. Mütevâtir hadisleri inkâr edenler (ise) kâfir ol(urlar.)…
Bu hadislerde dikkat çeken bir husus da, çok sayıda Sahâbe tarafından rivâyet edilmeleridir. Bu sahâbîler arasında Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Talha b. Ubeydullah, Abdullah b. Mes’ud, Ebû Hüreyre, Enes b. Mâlik, Ümmü Seleme, Ebû Said el- Hudrî, Ümmü Habibe, Sevban, Kurre b. İyas, Abdullah b. El- Haris gibi râvîler bulunmaktadır.”
…Bugüne kadar yazılmış bulunan hadis, tarih ve akâid kitaplarımızın büyük bölümünde, âhir zaman Mehdî’si ile ilgili hadisler hep yer almıştır. Mehdî’nin geleceğiyle ilgili, konuyu aydınlatmak maksadıyla ve sırf Mehdî’nin geleceğini ispat için yazılan müstakil eserlerin sayısı yüzden fazladır. Buna karşılık aykırı görüş bildiren Zâhirî ibn Hazm ve İbn Haldun dışında konuya menfi yaklaşan ulemâya pek rastlanmamıştır. Bunlar da, bu hadislere rivâyet ve râvî tenkidi açısından yaklaşmışlardır. Yani Kur’anistler gibi hadisleri kökten inkâr ederek meseleyi ele almamışlardır. Öyle olmasına rağmen birçok ilim adamı bunların tenkidine reddiye yazmış, cevaplarını vermiştir…” [12]
Mütevâtir hadislerle haber verilen, bu sebeple de bir akâid konusu olan Hz. Mehdî’nin (a.s.) nüzûlü meselesi, maalesef hadisleri delil kabul etmeyen tahrifatçı bir zümre tarafından İslâm dışıymış gibi gösterilip inkâr edilmektedir.
Güncel sayılabilecek bir misal vermek isteriz:
22 Ekim 2016’da İstanbul’da KURAMER tarafından “Beklenen Kurtarıcı İnancı” adlı bir sempozyum düzenlendi.
Ali Bardakoğlu, Mehmet Emin Özafşar, Bünyamin Erul, Necdet Subaşı, Mustafa Öztürk gibi, reformist görüşleriyle bilinen birçok ilahiyatçı, bu sempozyumdaki tebliğleriyle, Kur’ân’da Mehdî’yle ilgili bir âyet bulunmadığı, Mehdî inancının İslâm orijinli olmadığı, bu tür olağanüstü güçlere sahip kahraman beklentilerine hemen her dinde rastlandığı, Mehdî beklentisinin Müslümanları tembelliğe sevk ettiği, bütün bu sebeplerle de yeniden gözden geçirilmesi gerektiği gibi, bâtıl olup üstelik de akâid ihlali anlamına gelen birçok görüş öne sürdüler.
“Şer meclisi” tabirini çok rahat kullanabileceğimiz bu toplantıda, gerçeği söyleme basiret ve cesaretini sadece Prof. Dr. Ahmet Yücel gösterdi. Yücel, konuşmasında Hz. Mehdî (a.s.) meselesinin temel hadis kaynaklarında yer aldığını, İmam Süyûtî’nin tespitine göre bu konuda merfû, mevkuf ve maktû olarak toplam 257 hadis olduğunu söyledi. [13]
Bu sayıdaki hadislerin mütevâtir dereceye çıkacağı açıktır.
Ne var ki toplantıyı tertip eden KURAMER ve ona hâkim olan reformist kadro nezdinde bunun hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü onlar sünnet ve hadisleri dinde delil kabul etmemektedirler. Ne vahim durum…
V. HADİSLER DE DİNDE KAYNAKTIR
Yukarıda belirttiğimiz gibi yüce dinimizin iki temel kaynağı vardır. Bunlar da Kur’ân ve Sünnet’tir. İslâm dinine âit herhangi bir mesele, delilini mutlaka bu iki kaynaktan alır.
Sünnet ve hadislerin dinde bağlayıcı olduğunun en açık ispatı, bunları / sünnet ve hadisleri teminat altına alan âyetlerdir ki, sayıları seksen civarındadır. Keza Peygamberimiz (s.a.v.) de kendi emirlerinin bağlayıcı olduğunu hadislerinde haber vermiştir.
Sünnetin dindeki yerini ve önemini anlamak için fıkhî hükümlerin kaynaklarına bir göz atmak yeterlidir. Çünkü birçok fıkhî hüküm sünnet ve hadis kaynaklıdır.
Burada söylemek istediğimiz şudur:
Hz. Mehdî’nin (a.s.) zuhûrunu kabul etmeyenlerin asıl sorunu, sünnet ve hadislere karşı olan tavırlarıdır. Bu, “Kur’ân bize yeter” sloganıyla hareket edenlerin ortak tutumudur. Hâlbuki Müslümanlara sünnet ve hadislere uymalarını emreden de yine, “bize yeter” dedikleri Kur’ân’dır. Dolayısıyla ortada bir tutarsızlık ve samimiyetsizlik vardır. Kaldı ki bu sadece bir tutarsızlık ve samimiyetsizlik de değil, bir akâid problemidir. Çünkü mütevâtir hadisleri inkâr etmek, Kur’ân’dan bir âyeti inkâr etmek kadar tehlikelidir ve onunla aynı sonucu doğurur, yani küfrü gerektirir.
“Kur’anistler Mehdî ile ilgili bu ve bunun gibi tüm mervî hadisleri kabul etmemektedirler. Tirmizî, Ebû Dâvûd, İbn Mâce’de yer almasına rağmen; Sahihayn’da “imam”, “halife”, “Ehl-i Beytimden bir adam”, “kahtani” şeklinde tarif edilmesine rağmen kabul etmemektedirler. Tabi bu kabul etmeme aynı zamanda Deccal’in de kabul edilmemesi demektir. Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlünü de kabul etmemek demektir. Çünkü bu üçü aynı zaman dilimi içinde yaşayacak(tır). Düşünelim: Mehdî yoksa, onun savaşacağı Deccal de yok demektir. Deccal yoksa, onu öldürmeye gelen Hz. Îsâ da (a.s.) yok demektir. Dolayısıyla bunların karıştığı “Büyük Savaş / Melhame-i Kübra” da olmayacak demektir. Bu savaş olmayacaksa (hâşâ!) Allah Teâlâ sözünü unuttu demektir. Zira Allah Teâlâ’nın İsrailoğullarına “Ve in ud’tüm - udnâ / Siz eğer (kan dökmeye) dönerseniz, biz de sizi cezalandırmaya döneriz” (İsrâ: 8.) sözü vardır. Biz Müslümanlar olarak Allah Teâlâ’nın sözünden dönmeyeceğine kesinlikle inanırız…” [14]
VI. HZ. MEHDÎ’NİN ZUHÛRUNU İNKÂR EDENLERİN BAHANELERİ
Hz. Mehdî’nin (a.s.) zuhûru haktır, gerçektir. Bunu inkâr edenlerin bahaneleri mesnetsizdir. Bu bahaneleri kabaca şu şekilde sıralayabiliriz:
1- “Hz. Îsâ (a.s.) bir peygamberdir. Onun nüzûlüne inanmak, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) “hâtemü’n-nebiyyîn / peygamberlerin sonuncusu” olduğu gerçeğine aykırıdır. Çünkü bu durumda Hz. Peygamber’den (s.a.v.) sonra bir peygamber daha gelmiş olur. Nüzûl edecek Îsâ’nın Mehdî’ye tâbi olması ise bir peygamber için tenzil-i rütbe / derecesinin düşmesi anlamına gelir. Dolayısıyla Îsâ’nın nüzûlü inancında da, Mehdî’nin zuhûru inancında da (hâşâ) tutarsızlıklar vardır.”
Bu iddialar doğru değildir.
Evet, Hz. Îsâ (a.s.) bir peygamberdir. Peygamberlik Allah vergisi olup, bu rütbe insandan hiçbir zaman alınmaz. Ama Hz. Îsâ’nın (a.s.) âhir zamanda tekrar dünyaya gelmesi yeni bir dinin tebliği demek değildir. O, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ümmet olarak, İslâm’a destek vermek için nüzûl edecektir.
Çünkü kendisine indirilen İncil’de Muhammed ümmetinin övgü dolu sıfatlarını gördüğünde, onlardan olmayı arzu etmiş, Allahü Teâlâ da onun bu temennisini dua gibi kabul buyurmuştur.[15]Belki de kavmi tarafından öldürülmek istendiğinde semâya yükseltilmesi ve âhir zamanda din-i İslâm’ı ihyâ için dünyaya nüzûl edecek olması, bu duanın kabulü hikmetine mebnidir.
Yani onun nüzûlü, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) son peygamber olduğu gerçeğini ihlal eden bir hâdise değildir. Çünkü O yeni bir kitap, yeni bir şeriatla gelmeyecek, ümmet-i Muhammed’den bir kişi olarak İslâm’a destek vermek için çalışacaktır.
“Peki bu, o peygamber için bir tenzil-i rütbe olmaz mı?” sorusuna gelince; bunun cevabı da açık ve net “hayır”dır. Zira bütün peygamberler Allah’ın dini olan İslâm’ı tebliğ etmişlerdir. Bu cümleden olarak, esasen Hz. Îsâ’nın (a.s.) getirip tebliğ etmiş olduğu İncil de İslâm’ı anlatıyordu. Ama o, Hz. Îsâ’dan (a.s.) sonra insanların elleriyle tahrif edildi. Dolayısıyla ortada tahrif edilmemiş bir Kur’ân ve buna bağlı bir İslâm ahkâmı varken, elbette ki Allah’ın peygamberlerinden biri olan Hz. Îsâ (a.s.), bu hak ve hakikatin hâkim olması için çalışacaktır. Bundan daha tabii ne olabilir? Nitekim bu husus şu âyetle de mutâbıktır:
“Allah peygamberlerden, “Ben size kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekini tasdik eden bir elçi size geldiğinde ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz” diyerek söz almış, “Kabul ettiniz mi ve bu ahdimi üstlendiniz mi?” dediğinde “Kabul ettik” cevabını vermişler; bunun üzerine “O hâlde şâhit olun, ben de sizinle birlikte şâhitlik edenlerdenim” buyurmuştu.” (Âl-i İmran: 81.)
İsmet sıfatıyla günahlardan korunan peygamberlerin benlik diye bir davaları yoktur. Hz. Harun (a.s.) da bir peygamber olduğu hâlde Allah onu nasıl Hz. Musa’ya (a.s.) vezir ve destekçi kılmış ise, benzer şekilde, nüzûl edecek olan Hz. Îsâ’nın (a.s.) Hz. Peygamber’in (s.a.v.) dinine destek vermesinde de yadırganacak bir şey yoktur.
Evet, Hz. Îsâ (a.s.) ümmet-i Muhammed’den biri ve de Hz. Mehdî’ye (a.s.) yardımcı olarak gelecektir. Kur’ân ve Sünnet’le hükmedecektir. Cihad edecek ve Deccal’i öldürecektir.
2- Mehdî’nin zuhûrunun inkâr edilmesinin bir gerekçesi de “Mehdî beklentisinin Müslümanları tembelliğe ittiği” şeklindedir. Mesela yukarıda bahsettiğimiz, KURAMER’in organize ettiği sempozyum, bu yöndeki konuşmalarla doludur. Doğrusu bu da koskoca bir yalandır.
Düşünelim bir kere:
Mehdî’nin (a.s.) geleceğine inanan bir Müslüman, “Nasıl olsa gelince bütün işleri o yapar!” diye yan gelip yatmayı mı tercih eder, yoksa “Gelmesine yetişirsem yanına yaklaşacak yüzüm olsun, yetişemesem de hiç olmazsa ona asker yetiştireyim!” deyip var gücüyle çalışmayı mı? Elbette ki ikincisini yapar. Nitekim tarih boyunca da öyle olmuştur. Mehdî beklentisi Müslümanlar arasında tembelliğe sebep olsaydı, o zaman tarihte hiçbir fetih hareketinin olmaması gerekirdi. Hâlbuki biz ecdadımızın daha düne kadar “at sırtında” bir ömür sürdüklerini biliyoruz. Çünkü İslâm hâkimiyetine giden bir hareketin neferi olmak her Müslüman için en büyük şereftir.
Müslümanlarda bir tembellik gözlemleniyorsa -ki son zamanlar için elbette doğrudur- bu, onların nefislerinden kaynaklanan bir hastalıktır. İbadetteki tembellik, Allah yolunda mücâdelede tembellik vs. bu ve benzeri tüm ataletler şeytanın insanı hak yoldan alıkoymasıdır. Bunu Mehdî beklentisiyle ilişkilendirmek, bahane uydurmaktan başka bir şey değildir; hiç gerçekçi de değildir.
3- Bir de şunu ileri sürüyorlar:
Diğer dinlerde de Mehdî ve Mesih inançları var. Bu belki de bize / İslâm’a onlardan geçmiştir.
Bu da delilsiz, mesnetsiz hatta belki de ard niyetli bir yorumdur.
Çünkü bir meselenin İslâmî olabilmesi için onun Kur’ân ve Sünnet’ten en az birine dayandırılması mecburdur. Aksi halde o meselenin İslâmî olmasından söz edilemez. Hz. Mehdî’nin (a.s.) zuhûru, bazılarını yukarıda aktardığımız hadislerle sâbittir. Bizi ilgilendiren de bu delillerdir.
Bir tabirin, bir kabulün az veya çok benzer şekillerle başka dinlerde de olması onu red sebebi olacaksa, bunun bir yerde sonu gelir mi? Asla gelmez.
Mehdî konusunda böyle bir benzerlik varsa bunun sebebi, bu muharref dinlerin de aslen ilâhî kaynaklı olması münasebetiyle, Allahü Teâlâ’nın İncil ve Tevrat’ta, yahut İsrailoğullarına gönderilen peygamberler aracılığıyla bunun bilgisini vermesi niçin olmasın? Dinlerini ve kitaplarını tahrif ettikleri hâlde, kırıntı nev’inden ellerinde kalan ve kendi hevâ hevesleri doğrultusunda yeniden şekillendirdikleri bazı gerçeklerden biri de belki de budur…
Yahut asırlar boyu hâkim güç olan İslâm’dan etkilenerek, onlar kendilerine göre bir Mehdî inancı geliştirmiş olamazlar mı?
Farklı birçok ihtimal söz konusu olduğu hâlde, Mehdî inancının İslâm’a diğer dinlerden geçtiğini iddia etmek, İslâm’ın nezih akâidini, nevi şahsına münhasır ilâhî yapısını tahrif ve tahribe yönelik kasıtlı bir davranış olsa gerektir. Bunu yapanlar yarın Allah’ın huzuruna çıktıklarında acaba ne cevap verecekler?
İslâm’a âit unsurları başka inanışlarla ilişkilendirerek bunların İslâm orijinli olmadığını söyleyenler az değildir. Mesela tasavvufu da eski Hint dinleri veya batı mistisizmiyle irtibatlandırmak isteyenler olmuştur. Bunları planlayanlar da oryantalistlerdir. İslâm kendi inanç sistemini ve akâid konularını, kendi kaynaklarından mülhem olarak ortaya koyar. İslâm’ın kendi dışından, bâtıl ve hurâfe kabul ettiği hiçbir görüş ve inanıştan alıntılama yapmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü “Hak geldi, bâtıl zâil oldu” (İsrâ: 81.) hükmü İslâm’la diğer görüş ve inanışların arasını kesin hatlarla ayırmıştır.
Hz. Mehdî’nin (a.s.) zuhûrunu inkâr edenlerin başka birkaç bahaneleri daha sayılabilir. Ama onlar da en az buraya aldıklarımız kadar mesnetsizdir.
Bunlar vehimdir, zandır ve hevâ-yı heves kaynaklıdır.
Hâlbuki İslâm insanlardan delille konuşmalarını talep eder. Şu âyet-i kerime bu konuda çok önemli bir ölçü ortaya koyar:
“İnsanlar içinde öyleleri vardır ki bilgisi, kılavuzu ve aydınlatıcı bir kitabı olmadığı hâlde, büyüklük taslayarak, başkalarını Allah yolundan saptırmak için Allah hakkında tartışır durur. Onun dünyadaki payı rezil rüsvâ olmaktır; kıyâmet gününde ise ona yakıcı ateşin azâbını tattıracağız.” (Hac. 8 – 9.)
***
HZ. ÎSÂ’NIN (a.s.) URÛCU ve NÜZÛLÜ
(Göğe Yükseltilmesi ve Dünyaya İnmesi)
Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat, Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) ve Onun Sahâbesinin izini takip ederek, Hz. Îsâ’nın (a.s.) urûcuna ve nüzûlüne inanır. Çünkü bunlar Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sâbittir.
Hz. Îsâ (a.s.) hem “rasûl” ve hem de “nebî”dir; “ulü’l-azim” beş peygamberden biridir. Onun doğumu, hayatı, göğe yükseltilmesi ve nüzûlü hep mûcizedir.
Bilindiği üzere peygamberlikte mûcize göstermek vaciptir. Mûcizeler, mûcizeyi gösteren peygamberin gerçekten Allah’ın elçisi olduğunun delilidir. Mûcize sadece peygamberlere mahsustur.
Mûcize gerçeğini anlamadan Hz. Îsâ’nın (a.s.) ne göğe yükselmesini ne de dünyaya inmesini anlamak mümkün olmaz.
Hz. Îsâ (a.s.) iffet âbidesi Hz. Meryem’den, babasız olarak dünyaya gelmiştir. Enteresandır, Onun bir mûcize olan urûc ve nüzûlünü inkâr edenler, babasız bir şekilde dünyaya gelmesini kabulde sıkıntı yaşamıyorlar. Hâlbuki mûcize olmak bakımından ikisinin arasında bir fark yoktur.
Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberlerin birçok mûcizesi anlatılır; bu konuyla ilgili âyetler önemli bir yekûn teşkil eder.
Mûcizelere inanmayan ve bu hâlleriyle kendini Müslüman sayan kimselere şaşılır ki Hz. Peygamber’in (s.a.v.) en büyük mûcizesi olan Kur’ân da ellerindedir.
Bir insan ben Müslümanım diyor, bu çerçevede mûcizelere de iman ediyorsa, Hz. Îsâ’nın (a.s.) göğe yükselmesini ve nüzûlünü kabulde bir sorun yaşamaz.
Yine bir kimse mûcizeye inandığı hâlde “Kur’ân’da Hz. Îsâ’nın (a.s.) urûc ve nüzûlü yoktur” diyorsa, ona dense dense kör yahut şaşı denir. Çünkü ilerleyen satırlarda ortaya konulacağı gibi, bununla ilgili birçok âyet vardır.
Kaldı ki bir şeyin İslâm’daki yerini anlamak için sadece Kur’ân’a bakılmaz, sünnet ve hadislere de bakılır. Zira sünnet ve hadisler Kur’ân’ın açılımı, izahı ve tefsiridir.
Konumuz olan Hz. Îsâ’nın (a.s.) urûc ve nüzûlüyle ilgili olarak, âyetlerin yanında birçok hadis de mevcuttur. İleride de geleceği gibi, bu hadisler “mütevâtir” seviyededir ve mütevâtir hadisleri inkâr etmek akâidde “küfür” sayılmıştır.
Yüce dinimizde bir meseleye yaklaşırken önce usûl / metod bilmek gerekir. Elindeki ölçü aleti yanlış olan bir kişi, niyeti ne kadar iyi olursa olsun, hep yanlış ölçümler yapar. Onun için Hz. Îsâ’nın (a.s.) urûc ve nüzûlünü anlamak isteyen kişi, önce ölçünün ne olduğunu öğrenmelidir.
Hz. Îsâ’nın (a.s.) urûc ve nüzûlü müstakil bir konu da değildir; Hz. Mehdî’nin (a.s.) gelmesiyle, Deccal’in çıkmasıyla, cihadla, İslâm’ın yeniden dünyaya hâkim olmasıyla bir bütündür.
Dolayısıyla Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlü ve Hz. Mehdî’nin (a.s.) zuhûruyla ilgili hadislerin Müslümanlarda büyük bir heyecan, azim, gayret ve mücâdele ruhu uyandıracağını anlamak zor değildir. Bu hadislerin inkârını bu bağlamda da değerlendirmek gerekir.
Hadis-i şeriflerde haber verildiği üzere İslâm, kıyâmetin kopmasına kadar iki büyük şahlanış ve hâkimiyet dönemi yaşayacaktır. Bu iki dönemin birincisi Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v.) öncülüğünde, Sahâbe ve onu takip eden nesiller döneminde yaşanmıştır. İkincisi ise kıyâmete yakın yaşanacaktır.
İslâm’ın bu ikinci şahlanış ve hâkimiyet dönemi, elbette ki bir lider, mücahid bir kadro gerektirir. İşte âhir zamandaki bu liderlik, Hz. Mehdî (a.s.) ve ona yardım edecek olan Hz. Îsâ (a.s.) ile temsil olunacaktır. Hz. Îsâ (a.s.) esasen bir peygamber olduğu hâlde, Hz. Mehdî’ye (a.s.) yardımcı olmak üzere nüzûl edecektir. Zaten Onun, ümmet-i Muhammed’den olmak arzu ve duası vardır.[16] Bu arzu ve duasının Allah katında kabul olması sonucunda, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) temsil eden Hz. Mehdî’ye (a.s.) tâbi olacaktır. Hz. Mehdî (a.s.) ve Hz. Îsâ (a.s.) bir ve beraber olarak, ümmet-i Muhammed’in oluşturduğu orduyla küfrün ve şirkin mümessili Deccal’le cihad edecekler ve onu mağlup ederek İslâmiyet’i dünyaya tekrar hâkim kılacaklardır. Bu hususta çok sayıda hadis-i şerif mevcuttur.
Dolayısıyla Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlünü inkâr etmek, hadis-i şeriflerle bildirilen başka birçok kıyâmet alâmetini de inkâr etmek anlamına gelir. Nüzûl-i Îsâ meselesi, bu açıdan daha bir hassasiyet kazanmaktadır.
Buraya kadar genel bir çerçeveyle Hz. Îsâ’nın (a.s.) urûc ve nüzûlüne bakıştaki usûl ve metodu ve de bunun İslâm açısından ifade ettiği hayatî ve itikadî önemi anlatmaya çalıştık.
Şimdi bu meselenin delillerini ortaya koymaya çalışacağız.
II. HZ. ÎSÂ’NIN (a.s.) URÛCU (Semâya Yükseltilmesi)
Ulü’l azim peygamberlerden biri olan Hz. Îsâ’nın (a.s.), tebliğ vazifesini yerine getirirken Yahudiler tarafından öldürülmeye kalkışıldığında, bir mûcize olarak Yahudilerin elinden kurtarılıp semâya yükseltilmesine “urûc” denir. Hz. Îsâ’nın (a.s.) urûcu Kur’ân’da açık bir şekilde anlatılır.
Nisâ: 157 - 158.
Kur’ân-ı Kerîm’de Yahudilerin sapkınlıklarının, inkârcılıklarının ve bu sebeplerle kalplerinin mühürlendiğinin anlatıldığı Nisâ Sûresinin 153- 155. âyetlerinden sonra, kalplerinin mühürlenmesinin bir sebebi olarak da Hz. Îsâ’nın (a.s.) peygamberliğini inkâr etmeleri ve annesi Hz. Meryem’e iftirada bulunmaları gösterilir. (Nisâ: 156.) Bundan sonra gelen 157- 158. âyetlerde de Hz. Îsâ’nın (a.s.) semâya yükseltilmesi anlatılır. Bu âyetler meâlen şöyledir:
“Allah elçisi Meryem oğlu Îsâ Mesih’i öldürdük” demeleri yüzünden... Hâlbuki onu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler; (başkası ona benzer kılındığı için) şüphe içine düşürüldüler. Onun hakkında ihtilâfa düşenler, bu konuda tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna uyma dışında hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmemişlerdir. Bilâkis Allah onu kendine yükseltmiştir. Allah izzet ve hikmet sahibidir.”
Görüldüğü üzere, Hz. Îsâ’yı (a.s.) öldürdüklerini iddia eden Yahudiler, bu âyetlerde hiçbir şüpheye mahal bırakmadan yalanlanmaktadır.
Peki, Hz. Îsâ (a.s.) öldürülmemişse ne olmuştur? Nisâ Sûresi 158. âyette geçtiği gibi “Allah onu kendine yükseltmiştir…”
Ali Sâbûnî Tefsirinde bu âyetlerle ilgili olarak şöyle denir:
“…Îsâ’nın durumu hakkında ihtilaf edenler, onun öldürülmesi hususunda mutlaka şüphe içindedirler. Rivâyete göre Hz. Îsâ (a.s.) göklere kaldırılıp bir başkası ona benzetildi ve öldürüldü. Şöyle dediler: “Bu öldürülen Îsâ ise arkadaşımız nerede? Eğer bu arkadaşımız ise Îsâ nerede?” Bu hususta ihtilafa düştüler. Bir kısmı öldürülen şahsın Îsâ (a.s.) olduğunu, bir kısmı da onun Îsâ (a.s.) değil, bilakis bir başkası olduğunu iddia ettiler. Bir kişinin öldürüldüğünde ittifak ettiler, fakat öldürülenin kim olduğu hususunda ihtilafa düştüler…
Allah Hz. Îsâ’yı (a.s.) onların şerrinden kurtardı ve cesedi ve ruhu ile birlikte diri olarak göğe kaldırdı. Nitekim sahih hadisler bunu göstermektedir…” [17]
Âl-i İmran: 55
Hz. Îsâ’nın (a.s.) urûcuyla ilgili bir diğer âyet de Âl-i İmran: 55’tir.
Âyet-i kerime meâlen şöyledir:
“Allah buyurmuştu ki: Ey Îsâ! Ben seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni o inkârcılardan arındıracağım ve sana tâbi olanları kıyâmet gününe kadar inkâr edenlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte, ayrılığa düşüp durduğunuz hususlarda aranızda hükmü o zaman ben vereceğim.”
Âyetin Elmalılı Tefsirindeki izahı şöyledir:
“Teveffi” kelimesi (...) “kabzedip almak”tır. Fakat (…) insanla ilgili olduğu zaman “vefat ettirmek”, yani “eceline yetiştirip ruhunu almak” manasında açık ve meşhurdur. Buna göre bir delil bulunmadıkça başka bir mana ile tevili caiz değildir. Fakat burada… “Onu öldürmediler ve asmadılar, fakat (öldürdükleri) kendilerine (Îsâ’ya) benzetildi.” (Nisâ: 154.) âyeti, onların Îsâ Peygamber’i öldüremediklerini ve asamadıklarını ve fakat şüpheye düşürüldüklerini açıkça beyan etmiş, Hz. Peygamber’den de (s.a.v.) “Îsâ ölmedi, kıyâmet gününden önce size dönecektir” hadis-i şerifi vârid olmuş bulunduğundan, buradaki “müteveffîke / seni öldüreceğim” kelimesinin zâhir dışı bir mana ile tevil olunması gerekmiştir.” [18]
Bu satırlardan da anlaşılacağı gibi, âyette geçen “müteveffîke / seni vefat ettireceğim” ifadesi, tefsir ilmi açısından büyük önem taşır.
Kur’ân’da (hâşâ) bir çelişki olamayacağına göre, buradaki “vefat ettirme” tâbirinin, az evvel işlediğimiz Nisâ: 157 – 158. âyetlerde geçen “onu kesin öldürmediler” ve “Allah onu kendisine yükseltmiştir” şeklindeki ifadelere ters düşmemesi gerekir.
Müfessirler âyetteki “vefat” kavramıyla ilgili uzun izahlarda bulunmuşlardır. Birbirlerinden çok da uzak olmayan bu izahlardan biri şöyledir:
“Teveffenî” “vefat” manasınadır. Ancak kendisinden sonraki atıf harfi olan “vav” ne beraberlik, ne de tertip gerektirmeyeceğinden … “yükseltme” önce, “ölme” sonra olacaktır. Bu mana Katâde’den rivâyet edilmiştir. Yani Îsâ (a.s.) o sûikast sırasında Allah’a yükseltilmiş, onlar öldürüp astık zannetmişler, fakat ölmemiştir. Çünkü Allah “Muhakkak ben seni öldüreceğim” buyurmuştur. Müslümanlar arasında meşhur olan mana ve inanç da budur… Allah’tan bir kelime olan ve Rûhu’l Kudüs ile teyit edilmiş bulunan Mesih Îsâ’nın (a.s.) ruhu henüz kabzedilmemiştir. Ruhunun eceli gelmemiştir. Kelime (Hz. Îsâ) daha Allah’a dönmemiştir. Onun daha dünyada göreceği işler vardır…” [19]
Son devrin en büyük âlimlerinden Muhammed Zâhid el-Kevserî, “Nüzûl-i Îsâ Meselesi” adlı eserinde “vefat ettirme” olayını şöyle anlatır:
“Allah Teâlâ’nın “Muhakkak ki seni vefat ettirecek olan benim ve seni bana yükselteceğim.” (Âl-i İmran: 55.) sözüne gelince; bu da önceki âyet gibi hissî / bedenî yükseltme hususunda kesin bir nasstır. Zira geride de geçtiği gibi, “ileyye (bana)” sözü, “makamını yükseltmek” anlamına yormak sûretiyle “yükseltmek” sözünden mecâzî anlam kastetme ihtimaline engel teşkil etmektedir. Tıpkı “Kanatlarıyla uçan kuşlar da… ancak sizin gibi bir toplulukturlar.” (En’âm: 38.) âyetinde geçen “kanatlarıyla uçan” sözünün, “kuş” kelimesinin mecâzî anlamda kullanılmış olmasına mani olduğu gibi… Nitekim bu husus ilgili yerlerde tafsilatlı bir şekilde beyan edilmiştir…
“Müteveffîke” kelimesine gelince:
Bu kelime, lügatteki asıl anlamı “kabzetmek” ve “almak” olan “et- teveffi” kökünden gelir. Ayrıca Zemahşerî’nin “Esâsül’l-Belâğa”sından anlaşıldığına göre, bu kelimenin “can almak” anlamındaki kullanımı mecâzî bir kullanımdır. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: “Ben seni yeryüzünden alıp gökyüzüme yükselteceğim.” İbn Kuteybe şöyle demiştir: “Ben seni yeryüzünden ölüm olmaksızın alacağım.”
Âyetin bu anlamı, diğer âyet ve haberlerle de insicam arz etmektedir. Bu durumda âyet aynı zamanda Hz. Îsâ’nın diri olarak göğe yükseltilmesi hususunda da nass olmaktadır. Çünkü buradaki mecaz ihtimali delilden neşet etmemiştir. Dolayısıyla âyetin delâleti, bizim açıkladığımız şekilde katîliği üzere bakidir. Bir an için “et-teveffi” kelimesinin “almak”, “canını almak” ve “uyutmak” anlamları arasında müşterek olduğunu farz etsek bile, sonrasında muradın ne olduğu diğer âyetlerle kesin olarak beyan edildiği için, “hissî / bedenî yükseltme” ve “ölüm olmaksızın almak” anlamlarına delâleti katî olur…” [20]
Hz. Îsâ’nın (a.s.) Semâya Yükseltilmesiyle İlgili Müfessir ve Âlimlerin Beyanlarından Örnekler
Kur’ân ve hadislerdeki deliller doğrultusunda İslâm âlimleri, özellikle de müfessirler Hz. Îsâ’nın (a.s.) öldürülmeden semâya yükseltildiğini tasdik ve beyan etmişlerdir.
Bu âlim ve müfessirlerden bazı örnekler verelim:
“Âlûsî şöyle diyor:
“Sahih olan -Kurtubî’nin de dediği gibi- Allah Teâlâ’nın Hz. Îsâ’yı canını almadan ve uyutmadan gökyüzüne yükselttiğidir. Bu görüş Taberî’nin tercihi ve İbn Abbas’tan gelen sahih rivâyettir.”
İbn Cerir (şöyle diyor):
“Bize göre sahih denmeye en layık görüş, âyete şu manayı verenlerin görüşüdür: “Ben seni yeryüzünden alıp / kabzedip kendime yükselteceğim.” Zira Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Meryem oğlu Îsâ inecektir” şeklindeki sözü, kendisinden mütevâtir olarak sâbit olmuştur.”
Kurtubî (şöyle diyor):
“Zira konuyla ilgili varit olan haberler açıkça göstermiştir ki Hz. Îsâ göğe kaldırılmıştır ve orada diridir.” [21]
İhsan Gür, “Kur’anist” diye tanımladığı reformist, tahrifatçı ve bid’atçılara cevap vermek üzere hazırladığı “Tarihten Günümüze SÜNNET DÜŞMANLIĞI” adlı eserinde Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlünü inkâr edenlerin bu husustaki tahrif ve çelişkilerini gayet açık bir şekilde ortaya koyarak bu bâtıl görüşü çürütmektedir.
Önemine binâen bu mâlumâtın bir kısmını aktaralım:
Sadece İki Âyete Bakıyorlar
Hz. Îsâ’ya öldü diyenler, sözüm ona Kur’ân’a göre hareket ettiklerini ileri sürenlerdir. Sözde bunlar tüm problemlerini Kur’ân’a arz etmekte, Kur’ân’la çözmektedirler. Tabi Hz. Îsâ’nın nüzûlü meselesinde de öyle olması gerekir. Ama ne gezer? Kur’ân’da Hz. Îsâ ile ilgili onlarca âyet olduğu hâlde Kur’ân’a bakmamakta, problemi akılla çözmeye çalışmaktadırlar. Hâlbuki Kur’ân’a baksalardı, Hz. Îsâ’nın kesinlikle ölmediğini, öldürülmediğini görürlerdi. Zira Kur’ân’da Hz. Îsâ ile ilgili altı sûrede yeterli bilgi vardır. Gelin görün ki, Kur’anistler bu kadar âyete rağmen sadece ve sadece Âl-i İmran: 55. âyetle Mâide: 117. âyetine sarılmakta, hatta o âyette yer alan iki fiilin (teveffa = öldürdü, uyuttu ve refea = yükseltti) yanlış yorumuna sığınmakta, meseleyi yanlış yorumlarla çözmeye çalışmaktadırlar. [22]
Anlamını Kaydırdıkları İki Kelime
Bunların bir özelliği âyette kelime manalarının kaydırılması ise, bir diğer özelliği de bazı âyetleri görmezlikten gelmeleridir. O âyeti yok kabul etmeleridir. İşte bunun en bariz örneklerinden biri de, Hz. Îsâ ile ilgili olanıdır. Mesela Hz. Îsâ hakkında Kur’ân’da sayfalarca âyet bulunmasına rağmen, sadece iki âyete (Âl-i İmran: 55, Mâide: 117.) sarılıp onların da manasını bozarak, Hz. Îsâ’nın öldüğünü, gelmeyeceğini iddia etmeleri, diğer âyetleri görmezlikten gelmeleri, bunun canlı bir örneği olmuştur.
Anlamını kaydırdıkları (bir) âyet (Âl-i İmran: 55’tir).
Kur’anistler bu âyette geçen “inni müteveffike”ye, “Ey Îsâ! Seni öldüreceğim” manası vermektedirler. Fiilin anlamını kaydırmaktadırlar. Eğer Allah Teâlâ Hz. Îsâ’nın kesin öldürülmesinden bahsetseydi, doğrudan doğruya “katele”den veya “emate”den kök alırdı; “teveffa”dan almazdı. İşte Kur’anistler burada yanlış mana verdikleri için, bu âyete göre Hz. Îsâ’yı öldürmektedirler. Hâlbuki “inni müteveffike”den sonra “ve rafiuke ileyye” geliyor. “Ey Îsâ! Seni kendi katıma yükselteceğim” diyor. Nisâ:158’de de “Bilakis Allah onu kendi katına yükseltti. Allah güçlüdür, Hakim’dir” buyurulmaktadır. Yani kesinlikle Hz. Îsâ semâya yükseltilmiştir. O zaman düşünmek lazım: Allah Teâlâ Kur’anistlerin dediği gibi Hz. Îsâ’yı öldürdüyse, Hz. Îsâ’nın ölüsünü göğe yükseltip ne yapacak? Meleklere ziyaretgâh mı yapacak? [23]
“İnnî Müteveffîke” “Seni Uyutacağım” Demektir
Kur’anistlerin Âl-i İmran: 55. âyete yanlış mana vermelerinin sebeplerini araştırırsanız, bunun en başta gelen sebebinin, âyetin sibakına bakmamaları olduğu görülür. Bununla birlikte bunların sanki Kur’ân’da Hz. Îsâ hakkında sadece bu Âl-i İmran: 55. âyeti varmış gibi davranmaları, sadece ve sadece onu incelemeye almaları, âyette anlam kaydırmasına gitmeleri, bunların konuya iyi niyetle yaklaşmadıkları intibaını vermektedir insana. Zira âyette geçen “innî müteveffîke” açıkça “seni uyutacağım” demektir. “Seni öldüreceğim” demek değildir. Her olur olmaz yerde Kur’ân’a koşanlar, burada nasıl olduysa Kur’ân-ı Kerîm’e hiç bakmamaktadırlar. Niye acaba? Eğer baksalardı bunun “öldüreceğim” değil, “uyutacağım” manasına geldiğini görürlerdi.
Şu âyette olduğu gibi:
“Sizi geceleyin öldüren (uyutan) ve gündüzün güç yetirip etkilemekte (yapıp kazanmakta) olduklarınızı bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten (uyandıran) Odur. Sonra en son dönüşünüz onadır. Sonra yapmakta olduklarınızı size O haber verecektir.” (En’âm: 60.)
Aynı durum Zümer Sûresinde de sözkonusudur:
“Allah ölümleri vaktinde canları alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı (n ruhunu) tutar, öbürünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda düşünebilmekte olan bir kavim için gerçekten âyetler vardır.” (Zümer: 42.)
Demek ki biraz dikkat etselerdi, bu En’âm: 60 ve Zümer: 42. âyetleri görürlerdi. Ve Âl-i İmran: 55. âyete de öyle yanlış mana vermezlerdi. Zira aynı kelimeye birinde “uyuma / uyutma” derseniz, diğerinde “öldüreceğim” manasını verirseniz, o zaman adama sormazlar mı; niye bizim “teveffi”miz ölüm olmuyor da, Hz. Îsâ’nın “teveffi”si ölüm oluyor? Kaldı ki Âl-i İmran’da geçen “innî müteveffîke”ye “öldürmek” manası verseniz, yine problem çözülmüyor. Ardından “ve râfiuke / seni yükselteceğim” geliyor. O zaman Kur’anistlerin “Allah Hz. Îsâ’nın ölüsünü göğe yükseltip ne yapacak?” sorusunun cevabını vermeleri lazım. [24]
“Ve Râfiuke”ye Yanlış Mânâ Verilmesi
Kur’anistler Âl-i İmran: 55. âyetinde geçen “ve râfiuke / Seni kendime yükselteceğim”in de manasını kaydırmışlardır. Kur’ân’da geçen “refea” ve diğer müştakları hep “yükseldi / yükseltildi” manasına kullanıldığı için buna bir şey diyemiyorlar. Ancak saptırmayı ilâve kelime ile yapıyorlar. Yani “ve râfiuke”yi “Seni yükselteceğim” yerine, “Senin ruhunu yükselteceğim” şeklinde manalandırıyorlar.
Âyette olmayan “ruh”u getirip manaya katıyorlar. Yani bunlara göre Allah Teâlâ Hz. Îsâ’nın “ruhunu” yükseltmiş, “bedenini” değil. Tabi bu, âyetle alâkası olmayan bir yorumdur. Allah zaten her ölenin ruhunu göğe yükseltmektedir. Bu sadece Hz. Îsâ’ya mahsus bir şey değil ki! Mutad bir şeyin özel bir şeymiş gibi sunulması niye? Kaldı ki böyle bir durum, böyle bir yorum, Kur’ân icazına ters düşer…
Allah Teâlâ açıkça “ke” zamiriyle “seni” yükselteceğim diyor, “senin ruhunu” demiyor. “Ke”nin “ruh”u gösterdiğini nereden anladınız?
Zaten aşağıdaki âyet tüm bu sorulara cevap vermektedir:
“Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur. Ve kesin olarak onu öldürmediler.” (Nisâ: 157.)
Ve Allah, “Hz. Îsâ’nın sadece ruhu yükseltilmiştir” diyenlere de şu kesin cevabı vermiştir:
“Bilakis Allah onu (Îsâ’yı ruhuyla ve bedeniyle) kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Nisâ: 158.) [25]
“Öldüreceğim” Manası Çelişki Doğurur
Âl-i: İmran: 55’te geçen “innî müteveffîke”ye “seni öldüreceğim” dersek, yani kelimeye “uyku” değil, “ölüm” manası verilirse ne olur?
O zaman bu âyet Hz. Îsâ ile ilgili tüm âyetlerle çelişkili duruma düşer. Manası önceki ve sonraki âyetlerle çelişir. Eğer önceki bağlantıları olmasaydı, “innî müteveffîke”ye “seni öldüreceğim” diyebilirdiniz. Ancak realite öyle değil. Önceki âyetler buna izin vermemektedir.
Alın size bir önceki âyetle çelişkili duruma düşülmesine örnek:
“Fakat (inkârcılar) hile yaptılar. Allah da onları cezalandırdı. Allah hile yapanların cezasını en iyi verendir.” (Âl-i İmran: 54.)
Bakın âyette “İnkârcılar Hz. Îsâ’yı öldürmek için hile yaptılar, Allah da onları cezalandırdı” diyor.
Siz bir sonraki âyette Hz. Îsâ’yı öldürürseniz, “innî müteveffîke”ye “seni öldüreceğim” derseniz, o zaman Allah kâfirleri değil, Hz. Îsâ’yı cezalandırmış olur. Öyle ya!
Allah Hz. Îsâ’yı öldürerek mi kâfirlerin cezasını verdi?
Kâfirlerin öldüremediği Hz. Îsâ’yı Allah öldürmekle onlara iyilik yapmış olmaz mı? Âdeta “Ey kâfirler! Siz Îsâ’yı öldüremediniz, bari ben öldüreyim, size iyilik yapayım” demiş olmaz mı? Hani Allah kâfirleri cezalandıracaktı?
İşte bu gibi soruların cevabını bulamazsınız. [26]
Hz. Îsâ’nın (a.s.) Ölümü Diğer Âyetlerle de Tezat Teşkil Eder
Âl-i İmran: 55. âyette geçen “innî müteveffîke”ye “seni öldüreceğim” derseniz, o zaman başka âyetlerle de tezada düşersiniz.
Mesela Saff Sûresinde “Meryem oğlu Îsâ havarilere “Allah’a giden yolda yardımcılarım kimlerdir?” deyince havariler “Allah’ın dininin yardımcıları biziz” demişlerdi. İsrailoğullarının birtakımı böylece inanmış, birtakımı da inkâr etmişti. Ama biz inananları düşmanlarına karşı destekledik de üstün geldiler.” (Saff: 14.) buyruluyor.
Yani Allah Teâlâ Hz. Îsâ’yı düşmanlarına karşı desteklemiştir. O zaman söyler misiniz, Allah Hz. Îsâ’yı ve inananları nasıl destekledi? Hz. Îsâ’yı öldürerek mi?
Aynı durum Mâide Sûresinde de söz konusudur. Allah Teâlâ Hz. Îsâ’ya hitaben “Üflemiştin de iznimle kuş olmuştu. Anadan doğma körü, alacalıyı iznimle iyi etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun. İsrailoğullarına belgelerle geldiğinde onlardan inkâr edenler “Bu apaçık bir büyüdür” demişlerdi de ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.” (Mâide: 110.) buyurmaktadır.
Yani Allah Teâlâ “inkâr edenlerin Hz. Îsâ’ya zarar vermesini önlemiştim” diyor. Acaba Allah Teâlâ onların zararlarını Hz. Îsâ’yı öldürerek mi önlemişti? [27]
3. Bu Âyet ve İzahlardan Çıkan Netice
Urûc-ı Îsâ ile ilgili bu âyet ve izahlardan çıkan netice şudur:
Yahudiler Hz. Îsâ’yı öldürmeye teşebbüs etmişler ve fakat öldürememişlerdir. Allah (c.c.) onu kurtarmış, birçok hikmete binâen semâya yükseltmiştir. Ve âhir zamanda, vakti geldiğinde tekrar yeryüzüne indirilecektir. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) soyundan gelen Hz. Mehdî’ye (s.a.v.) tâbi olarak, kendisine verilen vazifeleri ifa ettikten sonra vefat edecektir.
Bu gerçek, âyetlerle sâbit olup, müteakip sayfalarda konuyla ilgili hadis-i şeriflere de örnekler verilecektir.
Peki, gerçek gün gibi ortadayken bidatçi ve tahrifatçılar neden bu kadar açık bir yanlışa düşüyorlar, bunu kısaca tahlil etmeye çalışalım:
Bu tahrifatçılar,
- Tefsire değil, sadece akıllarına, hatta akıllarına bile değil, hevâ ve heveslerine başvuruyorlar.
- Hevâ ve heveslerine uydukları için, tefsire bakmaya ihtiyaç duyulmayacak kadar açık olan manalardan bile yüz çeviriyorlar.
- Âyetleri siyak - sibak içinde değerlendirmiyorlar. Yani âyetlerin önüne sonuna bakmıyorlar.
- Konuyla ilgili bütün âyetleri bir bütün olarak ele almıyorlar.
- Hz. Îsâ’nın urûc ve nüzûlündeki hikmetleri görmek istemiyorlar.
- Oryantalistlerin etkisinde kalıyor veya bile isteye onların sözcülüğünü yapıyor, fikirlerini seslendiriyorlar.
- Meseleye oryantalistçe yaklaştıkları için de bu konudaki hadislere hiç mi hiç itibar etmiyorlar. Hâlbuki Hz. Îsâ’nın (a.s.) urûcu ve nüzûlüyle ilgili hadisler mütevâtir seviyededir ve ileride geleceği üzere, mütevâtir hadisleri inkâr etmek küfürdür.
III. HZ. ÎSÂ’NIN (a.s.) NÜZÛLÜ
Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlü, yani semâdan inmesi, birçok hikmet ihtiva eder. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın takdiri olup nassla sâbittir.
Yüce Allah (c.c.) hiçbir zaman hikmetsiz bir şey yaratmamıştır, yaratmaz. Çünkü Onun isimlerinden biri de el- Hakîm’dir. Bu, Onun “hükmünde hikmet sahibi” olması anlamına gelir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) hadisleriyle ümmetine birçok gaybî haber vermiştir. Bunların içinde kıyâmet alâmetleri de vardır. Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri de Hz. Îsâ’nın (a.s.) semâdan nüzûl etmesidir. Hz. Îsâ (a.s.) nüzûl edince Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ümmeti olacak, Kur’ân’a ve İslâm şeriatına göre hareket edecektir. Yine âhir zamanda İslâm hâkimiyetini tesis için bir liderlik üstlenmiş olan Rasûlün (s.a.v.) evlâdı Hz. Mehdî (a.s.) ile buluşacak, ikisi birlikte Deccal öncülüğündeki küfre galebe çalacaklar ve böylece İslâm’ın ikinci şahlanış ve hâkimiyet dönemini gerçekleştireceklerdir.
Görülüyor ki Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlü, aynı zamanda İslâm’ı bütün dünyaya hâkim kılma olayıdır.
İslâmî kaynaklardan öğrendiğimize göre Hz. Muhammed’in (s.a.v.) risâletle gelmesinden, kıyâmet kopuncaya kadar geçen zamanda Müslümanlar üç “gariplik” ve iki de “galebe” dönemi yaşayacaklardır.
İslâm’ın tebliğine başlandığı günlerde ilk Müslümanlar çok acı ve mahrumiyetler yaşamışlardı. O gariplik döneminde Hz. Peygamber (s.a.v.) Ashâbına sabretmelerini öğütlüyor ve İslâm’ın bütün dünyaya yayılacağını müjdeliyordu. Ve “İslâm garip geldi, tekrar garipliğe dönecektir” diyordu.
Buradan şu sonuç çıkıyor:
İslâm’da önce bir gariplik dönemi yaşandı. Sonra Medine’ye hicretin ardından ve özellikle de Mekke’nin fethiyle birlikte fütuhat ve galebe dönemi başladı ve İslâm tüm dünyaya yayıldı. Asırlarca devam eden bu hâkimiyet ve galebe dönemi, adım adım yine garipliğe doğru döndü. Şimdi biz bu ikinci gariplik dönemini yaşıyoruz.
Ancak kıyâmet alâmetleriyle ilgili hadislerde bildirildiğine göre, kıyâmete doğru İslâm tekrar bir hâkimiyet ve galebe dönemi yaşayacaktır. Henüz o dönem gelmemiş, yaşanmamıştır.
İşte İslâm’ın bu ikinci galebe ve hâkimiyet döneminin, Hz. Mehdî (a.s.) ve Hz. Îsâ’nın (a.s.) zuhûr edeceği dönemde yaşanacağı anlaşılmaktadır. Elbette Hz. Mehdî (a.s.) ve Hz. Îsâ (a.s.) gelmeden önce de İslâmî hâkimiyetler yaşanabilir. Fakat haberlerden anlaşılan odur ki, bu galebe ve hâkimiyetin zirvesine Hz. Mehdî (a.s.) ve Hz. Îsâ (a.s.) liderliğinde ulaşılacaktır.
Bu ikinci hâkimiyet ve galebe döneminden sonra üçüncü gariplik dönemi başlayacak, kıyâmete çok yaklaşıldığı günlerde mü’minler bir hayli azalacak ve nihâyet kıyâmet kâfirlerin başına kopacaktır.
Takdir-i ilâhî öyle tecelli ediyor ki, hakla bâtıl, İslâm’la küfür, nöbetleşe birbirine galebe çalarak kıyâmete kadar gidecektir.
Ancak şunu asla unutmayalım: Küfür her zaman hezimettir; hak ve ehli de her zaman izzetli, şerefli ve galiptir. Biz burada galebe nöbetleşmesinden bahsederken dünya çapındaki hâkimiyeti kast ediyoruz.
Meseleye, konumuz olan nüzûl-i Îsâ açısından baktığımızda, Hz. Îsâ (a.s.) nüzûl ettikten sonra İslâm’ı dünyada hâkim kılmak için çalışacak, savaşacak ve galip gelecektir. Hz. Mehdî’yle (a.s.) birlikte hak ve adâletin tesis ve ikamesini sağlayacaktır.
İşte sadece bazı câhil yahut ifsatçıların tartıştıkları Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlü konusu bu derece önemli, bu derece anlamlı bir hâdisedir.
Nass ile sâbit olan bu büyük hâdise nasıl polemik konusu yapılabilir?
İnanan, Müslüman olan bir kimse için burada hiçbir sorun yoktur; nüzûl-i Îsâ olayı haktır, gerçektir, yaşanacaktır. Buna inanmayanlar ya da bu hususta şüphe içinde olanlar varsa, onlar da Kur’ân’a ve hadislere olan imanlarını gözden geçirmelidirler. İnanmadıkları hâlde Hz. Mehdî (a.s.) ve Hz. Îsâ’nın (a.s.) liderlik dönemine ulaşırlarsa, zaten hakikati yaşayarak göreceklerdir.
Bizim açımızdan bu bir iman meselesi, İslâm hâkimiyetiyle şimdiden ümit ve sevinç duyma ve iftihar etme vesilesidir.
Fakat bu gerçek, bazılarının söylediği gibi tembel tembel oturup Hz. Mehdî (a.s.) ve Hz. Îsâ’yı (a.s.) beklemeyi gerektirmiyor. Tam tersi, daha çok çalışıp İslâm dünyasını zilletten kurtarmak için bir misyon üstlenmeyi gerektiriyor. Zira herkes kendi devrinden ve kendi şartlarından sorumludur. Elbette ki her mü’min Hz. Mehdî (a.s.) ve Hz. Îsâ’nın (a.s.) cihad arkadaşı olmak ister ve de istemelidir. Ama bu, Allah’ın takdiri meselesidir. Onun için mü’minler bulunduğu hâle rıza göstermeli ve o şartlarda Rabbinin rızasını aramalıdır. Bununla beraber bizim Hz. Mehdî (a.s.) ve Hz Îsâ’yla (a.s.) gönül bağımızı kimse koparamaz.
Bu çerçevede dost düşman bilsin ki, Allah’ın izniyle bundan sonra İslâm’ın bütün dünyada hâkim olacağı bir döneme doğru gidiyoruz. Bu gidişin ayak sesleri gelmeye başladı. Bütün dünyada İslâm adım adım neşv ü nemâ buluyor. Zira İslâm’dan başka ümit ve istikbal vadeden başka bir dava, bir din, bir ideoloji yok.
Muhbir-i Sadık olan Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in -ister vahy-i metlüv olarak / Kur’ân âyetleriyle, ister vahy-i gayrimetlüv olarak / hadisleriyle- geleceğe dair verdiği birçok haber şimdiye kadar çıkmıştır, bundan sonra da çıkacaktır.
Rum Sûresinin ilk âyetlerini hatırlayalım:
Bu âyetler o günlerde İran karşısında yerle yeksan olan Bizans’ın (Roma’nın), yakın bir zamanda İranlılara galip geleceğini haber veriyordu.
Bu haber gerçekleşti.
Kur’ân’ın haber verdiği ve tahakkuk eden, geleceğe dönük daha nice haberler var. Açık olarak veya işâret yoluyla haber verilen bu gerçekler ayrı bir araştırma konusudur.
Keza Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in hadisleri de hep geleceğe ışık tutmuştur. Verilen haberlerin önemli bir kısmı bugüne kadar tahakkuk etmiştir. Konstantiye’nin / İstanbul’un fethedileceğinin haber verilmesi ve bu haberin gerçekleşmesi bunlardan biridir.
Hadislerde İkinci Roma’nın fethinden de bahsedilmektedir. Demek ki yaşanacak daha birçok fetih hareketi, biz mü’minleri beklemektedir.
İşte Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlünü ve akabinde yaşanacakları haber veren hadisler de böyledir.
Her sözü doğru olan, her haberi noksansız çıkan bir peygamberin, henüz vakti gelmemiş olan haberlerini tasdikte niçin sıkıntı olsun ki…
Gerçek hiçbir mü’minin bu haberleri tasdikte bir sıkıntısı yoktur, olamaz. Ehl-i Sünnet yolu da bu minval üzeredir.
Nüzûl-i Îsâ’nın önemini anlatmaya çalıştığımız bu girişten sonra, meselenin âyetler, hadisler ve ulemânın tespitleri çerçevesinde izahını yapmaya çalışalım:
1. Nüzûl-i Îsâ ile İlgili Âyetler
Zuhruf: 61
Âyet-i kerimenin meâli şöyledir:
“Gerçekten o (Îsâ’nın yere inişi) kıyâmetin yaklaştığını gösteren bir bilgidir. Sakın kıyâmet hakkında şüpheye düşmeyin, bana uyun, bu doğru yoldur.” (Zuhruf: 61.)
Bu âyet-i kerimede geçen “o” zamiri, Hz. Îsâ’yı (a.s.) anlatır. Âyetin kendinden önceki ve sonraki âyetlerle ortaya koyduğu bütünlüğe bakıldığında, konunun Hz. Îsâ (a.s.) olduğu gayet rahat anlaşılacaktır.
Hz. Îsâ’yla (a.s.) ilgili âyetler Zuhruf: 57’den başlar ve Zuhruf: 67’ye kadar devam eder.
Bunlardan 57. ve 63. âyetlerde Hz. Îsâ’nın (a.s.) ismi geçer, diğerlerinde ise zamir kullanılır.
Söz konusu ettiğimiz Zuhruf: 61’de de Hz. Îsâ (a.s.) “o” zamiriyle anlatılır. Zira bir edebî metinde yahut bir konuşma esnasında, bir şahıstan bahsedilirken, sözün güzelliği adına, onun ismi sık sık tekrarlanmaz; böyle bir tekrar noksanlık olur, ifadenin akıcılığını bozar, okuyucuya / dinleyiciye bıkkınlık verir. Bu sebeple o ismin yerine, onu ifade eden bir zamir kullanılır.
Kur’ân ise mûcize bir kelâm, en büyük sanat eseridir. Az sözle çok mana ifade etmesi, bu mûcize özelliğinin gereğidir. Onun için Hz. Îsâ’dan (a.s.) bahseden âyetlerde de, ismi yerine zamir kullanıldığı yerler olmuştur.
İşte bu gerçeği örtbas etmeye çalışan yeni türemiş bazı meâlciler, buradaki “o” zamirine, hiç alâkası olmayan bir şekilde “Kur’ân” manası veriyorlar. Bu, komik denebilecek bir zorlamadır.
Elmalılı Tefsirinde bu âyetin (Zuhruf: 61.) izahı sadedinde şöyle deniyor:
“Çünkü Îsâ (a.s.) gerek ortaya çıkışı, gerek ölüleri diriltme mûcizesi ve gerekse ölülerin ayağa kalkmasını haber vermesi itibariyle, kıyâmetin geleceğine bir delil olduğu gibi, hadiste haber verildiğine göre, inmesi de kıyâmetin alâmetlerindendir.” [28]
Âyetle ilgili olarak, “Sünnet Düşmanlığı” adlı kitapta da şöyle denmektedir:
“Hz. Îsâ’nın âhir zamanda yeryüzüne ineceğine bir delil de, Zuhruf: 61. âyettir…
Bu âyetin Hz. Îsâ’nın âhir zamanda yeryüzüne dönüşüne açık bir işâret taşıdığını söyleyebiliriz. Çünkü Hz. Îsâ, Kur’ân’ın indirilişinden yaklaşık altı asır önce yaşamıştır. Dolayısıyla bu ilk hayatını “kıyâmet saati için bir bilgi” yani bir “kıyâmet alâmeti” olarak anlayamayız. Âyetin işâret ettiği anlam, Hz. Îsâ’nın âhir zamanda, yani kıyâmetten önceki zamanda yeniden yeryüzüne döneceği ve bunun da bir kıyâmet alâmeti olacağıdır.” [29]
Nisâ: 159
Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlüne delil niteliğinde bir diğer âyet-i kerime de Nisâ: 159’dur.
Âyetin meâli şöyledir:
“Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölmeden önce ona (Îsâ’ya) iman etmiş olmasın. Kıyâmet gününde o onlara şâhitlik edecektir.”
Âyet bütün ehl-i kitabın Hz. Îsâ’ya (a.s.) iman edeceğini haber vermektedir.
Peki, ne zaman iman edecekler?
“Ölümünden önce”
Bu imanın “kimin ölümünden önce” gerçekleşeceği, yani “mevtihî”deki zamirin Hz. Îsâ’ya mı, yoksa ehl-i kitaba mı râci olduğu hususunda tefsirlerde farklı izahlar serd edilmiştir. Bu, konumuz açısından bir sorun değildir.
Zira ister Hz. Îsâ (a.s.) ölmeden ehl-i kitap ona iman etsin, isterse de ehl-i kitaptan her biri kendi ölmeden önce Hz. Îsâ’ya iman etsin; her iki durumda da Hz. Îsâ (a.s.) hayatta olmuş oluyor. Bu hayat da, onun nüzûlünden sonraki hayatıdır. Çünkü urûcundan, yani göğe çekilişinden önce ehl-i kitap ona iman etmemişti. O günden zamanımıza kadar da Yahudi ve Hıristiyanlar -istisnalar hariç- iman etmiyorlar.
Bu demektir ki, Kur’ân’ın haber verdiği bu “ölümünden evvel ona iman etme” hâdisesi, ancak onun âhir zamandaki nüzûlünden sonra olacaktır.
Bu, âyetin açık ve kesin hükmüdür.
Bu konuyla ilgili M. Zâhid el- Kevserî’nin kitabında şu önemli malumat verilmektedir:
“Ve ehl-i kitaptan hiç kimse yoktur ki, celalim hakkı için, ölümünden evvel ona iman edecek olmasın.” (Nisâ: 159.) âyetinde yer alan “bihî” ve “mevtihî” kelimelerindeki zamirler Îsâ’ya râcidir. Zira:
- Siyakta kendisinden bahsedilen kişi odur.
- Bir zamirin diğerininkinden farklı bir mercie râci olmasında, zamirleri bölme sakıncası vardır. Kitab-ı Kerim ise böyle bir durumdan münezzehtir.
Zaten bundan dolayı Ebû Hayyan -ki Arabiyattaki konumu herkesçe malumdur- şöyle demiştir:
“Zâhir olan “bihî” ve “mevtihî” kelimelerindeki zamirin Îsâ’ya râci olduğudur. Zira kelâmın siyakında o geçmektedir. “Ehl-i kitap” sözüyle kast edilenler ise, Hz. Îsâ’nın nüzûlünden sonra var olacak kimselerdir…”
… İbn Kesir diyor ki:
“İşte bu hak olan görüştür. İleride bu görüşü kesin delillerle birlikte beyan edeceğiz. Çünkü âyetin siyakı Yahudilerin Îsâ’yı öldürdükleri iddiasının ve câhil Hıristiyanların bu iddiayı kabullenmelerinin bâtıl olduğu hakkındadır. Allah Teâlâ işin aslının öyle olmadığını, kendilerine Îsâ olarak gösterilen bir kimseyi öldürdüklerini ve bunun farkına varmadıklarını haber vermiştir. Daha sonra Allah onu kendisine yükseltmiştir. Îsâ ölüp yok olmamıştır. Diridir. Mütevâtir hadislerin de delâlet ettiği gibi, kıyâmet öncesinde gökten inecektir.”
Daha sonra İbn Kesir, tarihe dair kaleme aldığı eserinin sonlarında yaptığı gibi, burada da nüzûl konusunda birçok hadis zikretmiştir.
Her iki zamirin de Îsâ’ya râci olduğu hususunda İbn Cerîr’in sözü hem rivâyet hem de dirâyet açısından çok nettir…
Aynı şekilde Sahihayn’da Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bu iki zamiri Hz. Îsâ’ya ircâ ettiği sahih olarak rivâyet edilmiştir. (Buharî, Enbiya, 50; Müslim, İman 71.)
Nitekim bu görüş Muhammed b. Beşşâr – İbn Mehdî – es - Sevrî – Ebû Hasîn – İbn Cübeyr tarikiyle İbn Abbas’tan da sahih olarak rivâyet edilmiştir. Bu rivâyete İbn Cerîr ve İbn Kesîr yer vermişlerdir. Zikrettiğimiz bu senet, sıhhat hususunda dağ gibi kuvvetlidir. Hatta İbn Abbas’ın bu görüşü, kendisinden daha başka tariklerle meşhur derecesine ulaşmaktadır.” [30]
Âyetle ilgili olarak İhsan Gür’ün bahsi geçen kitabında her kesimin anlayacağı bir dille şu izahat yapılmaktadır:
“Ehl-i kitaptan her biri (Îsâ’nın) ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyâmet gününde de o onlara şâhit olacaktır.” (Nisâ: 159.)
Nisâ: 159. âyetle ilgili Zemahşerî şöyle der:
Âyette geçen “le yüminenne bih” cümlesi, cümle-i kasemiyedir. Takdirî manası “Ehl-i kitaptan olan her bir fert ona mutlaka inanacaktır” şeklindedir.
Yani âyet Hz. Îsâ’nın ölmediğini açıkça beyan ediyor. Hem de yeminle bildiriyor. Çünkü “ve in min ehli’l kitab” cümlesi haberdir, cümle-i kasemiyedir. Cevabın takdiri “illâ, vallâhi le yü’minenne bih”tir. “Yemin olsun ona muhakkak inanacaklar”dır. Gelecekte inanacaklardır diyor. Zira eğer ölmüş olsaydı, âyet mâzî sigasıyla gelirdi. “Ölümünden önce ona iman ettiler” denirdi. “İman edecekler” buyurmazdı. Böyle buyrulmadığına göre “Ehl-i kitaptan her biri, onun ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir” cümlesi, Hz. Îsâ’nın daha ölmediğini göstermektedir.
Burada geçen “kable mevtihî”deki zamir Hz. Îsâ’yı gösterir. Hz. Îsâ’nın ölümünden önce tüm ehl-i kitap Hz. Îsâ’ya inanacaktır. Eğer ehl-i kitabın ölümünden önce derseniz, yine Hz. Îsâ’nın geleceğini kabul ediyorsunuz demektir. Zira Kur’anistlerin “öldü” dediği, bizim “semâvâta çekildi” dediğimiz olaydan bugüne kadar, Hz. Îsâ’ya iman etmemiş milyonlarca ehl-i kitap Yahudi yaşamış ve Hz. Îsâ’ya iman etmeden ölmüştür. O gün de inanmamıştı, bugün de inanmıyor. Öyleyse âyetin “Kesinlikle inanacaklar” beyanı bugüne kadar gerçekleşmemiş demektir. Zaten Kur’ân Hıristiyanların da kâfir olduğunu tescil etmektedir:
“And olsun ki Allah üçten biridir diyenler kâfir olmuştur; oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur…” (Mâide: 73.)
O zaman “Ehl-i kitaptan her biri ona ölümünden önce muhakkak iman edecektir” beyanının gerçekleşmesi, Hz. Îsâ’nın nüzûlünden sonraya kalmaktadır.
Allah va’dinde sadık olduğuna göre, bu “inanma” âhirete yakın, nüzûlünden sonra olacak demektir. Dolayısıyla âyette söz konusu olan “ölüm”, kitap ehlinin değil, Hz. Îsâ’nın ölümüdür. Ve Hz. Îsâ’nın bu ölümü, indikten sonra gerçekleşecek ölümüdür. Eğer Hz. Îsâ nüzûlden önce ölmüş olsaydı, bugüne kadar tüm ehl-i kitabın Hz. Îsâ’ya inanmış olmaları gerekirdi. Bu gerçekleşmediğine göre, Hz. Îsâ’nın inişinden sonra gerçekleşecek demektir. Sonuç olarak âyetlerin bizlere gösterdiği gerçek şudur:
“Hz. Îsâ (a.s.) indikten sonra ve ölmeden önce tüm ehl-i kitap ona iman edecektir.” [31]
Mâide: 110, Âl-i İmran: 46
Hz. Îsâ’yla (a.s.) ilgili bu iki âyette geçen “kehlen” kelimesi de Onun nüzûlüne bir delildir. Âyetler meâlen şöyledir:
“… Beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun, sana Kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim.” (Mâide: 110.)
“İnsanlarla beşikte iken de, yetişkin iken de konuşacaktır ve O iyilerdendir.” (Âl-i İmran: 46.)
Âyetlerde Hz. Îsâ’nın (a.s.) yetişkinlik hâlini ifade etmek için kullanılan “kehlen” kelimesinin anlamı “otuz ile elli yaşları arasında, gençlik devresini bitirip ihtiyarlığa ayak basan, yaşı kemale ermiş kimse”dir.
Taberî Tefsirinde bu konuda şöyle denir:
“(Mâide: 110’daki) Bu ifadeler, Hz. Îsâ’nın ömrünü tamamlayıp yaşlılık döneminde insanlarla konuşabilmesi için gökten ineceğine işâret etmektedir. Çünkü o, genç yaştayken göğe kaldırılmıştı…
Bu âyette (Âl-i İmran: 46’da), Hz. Îsâ’nın hayatta olduğuna delil vardır ve Ehl-i Sünnet de bu görüştedir. Çünkü âyette, onun yaşlandığı zamanda da insanlarla konuşacağı ifade edilmektedir. Yaşlanması da ancak, semâdan yeryüzüne ineceği zamanda olacaktır.” [32]
2. Hz. Îsâ’nın (a.s.) Nüzûlüyle İlgili Hadis-i Şerifler
İslâm âlimleri Hz. Îsâ’nın (a.s.) yeryüzüne inmesinin Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sâbit olduğunu söylemişlerdir.
“Kitap”ta nüzûl-i Îsâ’nın nasıl yer aldığını beyan ettik.
Şimdi ise sünnet ve hadislerde konunun nasıl yer aldığını izaha çalışacağız.
Bu konuda önce, sünnetin / hadisin dindeki yerine tekrar işâret etmek gerekir:
Bilindiği üzere dinin temel iki kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir.
Bunlardan Kur’ân’a “vahy-i metlüv” yani “tilâvet edilen vahiy”, sünnet ve hadislere de “vahy-i gayrimetlüv” yani “ibâdetlerde tilâvet edilmeyen vahiy” denir.
Sünnet ve hadisler, Kitab’ı, yani Kur’ân’ı tefsir ve izah eder. Kim Kitap ve Sünnet’i (hadisleri) birbirinden ayırmaya kalkışırsa -dini parçalamış olacağından- küfre düşeceğine işâret eden âyet-i kerimeler vardır. (Nisâ: 150 - 151 gibi…)
Dinde bir konuda delil arandığında, önce Kur’ân’a, sonra da sünnet ve hadislere bakılır. Nitekim Nisâ: 59. âyet de bize bunu emretmektedir.
Kur’ân’da seksen kadar âyet Hz. Peygamber’e (s.a.v.) itaati anlatır. Çünkü Rasûl, Allah adına konuşur, asla hevâsından konuşmaz. (Bak: Necm: 3 - 4.)
Nüzûl-i Îsâ meselesi, Kur’ân’dan sonra hadislerde de çok önemli bir yer tutmaktadır. Üstelik bu konuyla ve ilişkili olduğu diğer kıyâmet alâmetleriyle ilgili hadisler mütevâtir seviyededir ve mütevâtir hadisleri inkâr da küfürdür:
“Hadis kaynaklarına bakıldığında, büyük alâmetlerle ilgili hadisler genel itibariyle “Kitabü’l Fiten”, “Kitabü’l Mehdî”, “Kitabü Eşrâti’s-Sâ’a” ve “Kitabü’l Melâhim” adlı bölümlerde zikredilmektedir. Mûteber hadis kitaplarımızdan Sahihayn, Tirmizî, Ebû Dâvûd ve İbn Mâce tarafından ve ayrıca Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde, İbn Ebî Şeybe’nin Musannef’inde ve Hâkim en- Nisâbûrî’nin Müstedrek’inde bu hadislerden yeterince rivâyet vardır. Gerçi Mehdî hadisleri Sahihayn’da yok dense de, “Mehdî” ifadesi açıkça zikredilmese de, bunlarda geçen “İmam”, “Halife” ve “Kahtânî” kelimeleriyle Mehdî’nin kast edildiği beyan edilmektedir. Hadis şarihlerinden İbn Hacer ve Aliyyü’l- Kârî’ye göre, bunlarla Mehdî kastedilmektedir. Bu hadislerde dikkat çeken bir husus, bu hadislerin çok sayıda sahâbî tarafından rivâyet edildiğidir ki, bu sahâbîler arasında Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Talha b. Ubeydullah, Abdullah b. Mes’ud, Ebû Hüreyre, Enes b. Mâlik, Ümmü Seleme, Ebû Said el- Hudrî, Ümmü Habîbe, Sevban, Kurre b. İyas, Abdullah b el-Haris gibi râvîler bulunmaktadır… Mütevâtir hadisler konusunda söz sahibi olan Kettânî, bu konuyla ilgili olarak şöyle der: “Übbî’nin Şerhu’l Müslim’inde “Hz Îsâ’nın yeryüzüne inmesiyle ilgili hadislerin mütevâtir olduğu kesindir” diye kayıt düşmüştür.” Âlimler Hz. Îsâ’nın yeryüzüne inmesinin Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sâbit olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü Hz. Îsâ’nın yeryüzüne inmesiyle ilgili hadisler çoktur. Şevkânî “Tavdîh”te Hz. Îsâ’nın yeryüzüne inmesiyle ilgili, içlerinde sahih, hasen ve münceber zayıfın da bulunduğu, bu hadislerden on dokuzunu anmıştır. Fakat bu hadislerden bazısı Deccal hadisi içerisinde ve bazısı da Mehdî hadisleri içerisinde geçmektedir. Buna Sahâbeden gelen rivâyetler de eklenmiştir. Bu doğrultuda Hz. Îsâ’nın yeryüzüne inmesi ile ilgili hadisler ile rivâyetlerin derecesi yükselmektedir. Artık bu konuda bir görüş belirtmeye gerek kalmamaktadır. Kısacası Kettânî der ki: “Mehdî konusunda gelen hadisler mütevâtirdir. Yine Deccal konusunda gelen hadisler ile Hz. Îsâ’nın yeryüzüne inmesi ile ilgili hadisler de mütevâtirdir.”
Böyle olunca Mehdî’yi, Deccal’i, nüzûl-i Îsâ’yı inkâr edenin kâfir olması mukadderdir…
Yukarıda Mehdî, Deccal ve Nüzûl-i Îsâ hakkında varid olan hadislerin bir kısmının mütevâtir olduğunu gördük… Bu konuda unutmamız gereken bir konu da, usûl kitaplarında yer alan “mütevâtir hadisleri inkâr edenlerin kâfir oldukları meselesidir. Hiç şüphe yok ki, Ehl-i Sünnet usûl kitapları, tevâtürü inkâr edenin kâfir olacağını ittifakla bildirmişlerdir. Mütevâtirden ayrı olarak, şartlarını havi âhad hadislerin inkârını küfür sayan âlimlerimiz çoğunluktadır.” [33]
Kevserî bu durumu şöyle anlatır:
“…Tabi bunların hepsi, Hz. Îsâ’nın yükseltilmesi ve nüzûlü ile ilgili varit olmuş tevâtür derecesindeki rivâyetlerden sarf-ı nazar edilerek söylenmiş sözlerdir. Yoksa bu konuda varit olmuş tevâtür derecesindeki haberler hatırlanacak olursa -Hz. Îsâ’nın yükseltilmesi ve nüzûlüne dair Kur’ân’ın delâlet vecihleri düşünülmese bile- bu konuda bir an bile şüpheye düşmeye mahal kalmaz. Zaten “Kur’ân”, “mütevâtir sünnet” ve “icmâ” bu konuda Ehl- i Sünnet ve’l Cemaat akidesini desteklemişken, nasıl olur da bunun tersi düşünülebilir?” [34]
“Hiç kimse hadislerin aynı anlamda iştirak etmeleriyle meydana gelen manevî tevâtürün sayıca çok olduğu gerçeğini inkâr edemez. Hz. Îsâ’nın nüzûlü hakkındaki hadislerin tevâtürü, manevî tevâtürdür. Nitekim çok sayıda hadis bu hususu ortak olarak ifade etmiştir. Bu hadisler arasında birçok sahih ve hasen hadis vardır ki, bunlar başka manaları da içermekle birlikte, Hz. Îsâ’nın nüzûlü meselesini açıkça ortaya koymuşlardır. Hadis ilminden bir nebze nasibi olan hiç kimse bu hakikati inkâr edemez.” [35]
Bu izahlardan da anlaşılacağı gibi Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlüyle ilgili hadisler mütevâtir seviyededir. Kaldı ki âhad bile kabul edilse bağlayıcılık noktasında hiçbir sıkıntı yoktur, bu bir “akâid” konusudur:
“Hz Îsâ’nın nüzûlü konusundaki hadisleri haber-i âhad farz etsek bile, bunlar Buhârî ile Müslim’in ittifakla rivâyet ettiği ve hiç kimsenin hadis ilmi açısından eleştiriye tâbi tutmadığı rivâyetlerdendir. Konuyla ilgili bu hadisler, haleften selefe bütün ümmetin kabulle telakki ettiği ve asırlar boyunca bu ümmetin âlimlerinin içeriklerini itikat konusu ettiği rivâyetlerdir. Bu yüzden ilgili hadisleri almak bir zorunluluktur.
Tabi bütün bu söylediklerimiz, rivâyetin haber-i âhad olduğu varsayımına dayalıdır. Gerçek şu ki, bu konudaki rivâyetler katî olarak mütevâtirdir. Nitekim bu husus, konunun uzmanlarından yaptığımız nakillerden anlaşılmaktadır. Binâenaleyh hadisin tariklerine vâkıf olduktan sonra onu inkâr etmek son derece tehlikelidir. Allah’tan selâmet isteriz.
Hz. Îsâ’nın göğe kaldırılışı ve nüzûlü hakkındaki rivâyetler mütevâtir haberlerdir. Bezdevî, mütevâtir bahsinin sonunda, mütevâtiri inkâr edip muhâlefet eden kimsenin kâfir olacağını açıkça ifade etmiştir…” [36]
Sonuç olarak Nüzûl-i Îsâ meselesi İcmâ ile sâbit olup, bunu inkâr eden tek bir mezhep bile yoktur:
“Nüzûl-i Îsâ sadece belli bir mezhebin itikadı değildir ki! Tam aksine mesele İcmâ ile sâbit olup, bunu inkâr eden tek bir mezhep bile yoktur. İşte buyur, Hammad rivâyetiyle “el- Fıkhu’l Ekber”, Ebû Mutî rivâyetiyle “el- Fıkhu’l-Ebsat”, Ebû Yusuf rivâyetiyle “el-Vasiyye” ve “el-Akidetü’t-Tahâviyye” elinin altında… Bu kitaplardan çıkan netice şudur ki, Nüzûl-i Îsâ itikadı Ebû Hanife’nin, onun ashâbının ve takipçilerinin mezhebidir. Sadece bunlar bile ümmet-i Muhammed’in yarısını oluşturmaktadır.
Mâlik, onun ashâbı ve takipçileri, Şâfiî, onun ashâbı ve takipçilerinin durumu da aynıdır. Onlardan hiç kimse nüzûl-i Îsâ’yı inkâr etmemektedir. Ahmed b. Hanbel’in Ehl-i Sünnet itikadını beyan sadedinde ashâbına gönderdiği bazı mektuplar vardır. Bu mektupların tamamında Nüzûl-i Îsâ meselesi yer almaktadır. Bu mektuplar isnatlarıyla birlikte ilim ehli tarafından rivâyet edilmiş olup, İbnü’l - Cevzî’nin “Menâkıbu Ahmed”inde, İbn Ebî Ya’lâ’nın “Tabakâtü’l-Hanâbile”sinde ve daha başka eserlerde yer almaktadır.”
Zâhiriye mezhebi de bu konuda aynı görüştedir. İbn Hazm’ın Îsâ aleyhisselâmın nüzûl edeceğine dair tasrihleri el-Fisal ve el-Muhallâ isimli eserlerinde mevcuttur.” [37]
“el - Bahru’l-Muhît’te Ebû Hayyan şöyle diyor:
“İbn Atiyye diyor ki: “Ümmet mütevâtir hadisin getirdiği şu hususlarda İcmâ etmiştir: Hz. Îsâ gökte olup diridir ve âhir zamanda yeryüzüne inecektir.”
El - Bahru’l Muhît’in hâmişinde yer alan “en - Nehru’l-Mâdd mine’l Bahr”da ise yine o şunları söylüyor:
“Ümmet icmâ etmiştir ki Îsâ aleyhisselâm diri olup göktedir, yeryüzüne inecektir…”
Yine “el-Bahru’l-Muhît”de şöyle diyor:
“Tam aksine, Allah onu kendine yükseltti: Bu âyet onların, Yahudilerin onu öldürdüğü ve çarmıha gerdiği iddialarını iptal etmektedir. Hz. Îsâ ikinci semâda yaşamaktadır. Nitekim bu husus Hz. Peygamber’den sahih olarak gelen Mirac hadisinde yer almaktadır. Allah kendisini yeryüzüne indirene kadar Îsâ aleyhisselâm ikinci semâda bulunacaktır.”
Allah’ın bir baba olmadan yarattığı kimsenin, va’dedilen güne kadar Allah’ın izni ile ikinci semâda gıdaya ihtiyaç duymadan, meleklerin yaşadığı şekilde yaşaması, kalbinde kusur bulunmayan bir mü’minin imkânsız göreceği bir şey değildir.
Zehebî “Tecrîdü Esmâi’s-Sahâbe”de, Îsâ aleyhisselâmı Mirac gecesi diri olarak Hz. Peygamber’i gördüğü için Sahâbeden saymıştır. El- İsâbe de aynı şekilde hareket etmiştir.” [38]
Kâdı Iyâz’ın “Müslim Şerhi”nde söyledikleri ise aynen şöyledir:
“Îsâ aleyhisselâmın nüzûlü ve Deccal’i öldürmesi Ehl-i Sünnet’e göre haktır, doğrudur. Zira bu konuda varit olmuş sahih hadisler vardır. Ne akılda, ne de dinde bunu iptal eden bir şey yoktur. Binâenaleyh bu hususların kabul edilmesi gerekir. Nüzûl ve Deccal hadislerini Cehmiyye ile bir kısım Mutezilîler inkâr etmiştir.” [39]
Hz. Îsâ’nın nüzûlü konusu, otuz sahâbînin açık ifadelerinin bulunduğu bir meseledir. Bu sahâbîlerden gelen mevkuf eserler, geride de geçtiği gibi Keşmîrî’nin et-Tasrîh isimli eserinde yer almaktadır. Nüzûl-i Îsâ meselesinde buna muhâlif hiçbir sahâbî kavli sahih olarak nakledilmemiştir. Eğer bu konuda icmâ yoksa dünyada hiç icmâ yok demektir.” [40]
İbnü’l - Hümam’ın bizzat kendisi “el - Müsâyere fi’l- Akâidi’l Münciye fi’l - Âhire”de küfrü gerektiren hususları sayarken şöyle demektedir:
“Konuyla ilgili icmâ bulunduğunu bildikten sonra hakkında icmâ bulunan hususu inkâr edip muhâlefette bulunmak da böyle (küfür gerektirmekte)dir.”
Mevcut ihtilaf, icmâın bu bapta tek başına dayanak / delil olup olmayacağı hususundadır; yoksa meydana geldiği zaman itibar edilip edilmeyeceğinde değil! Bir şeye dair birçok delilin bulunması onun gücünü arttırır.
Yine el - Müsâyere’de diyor ki:
“Deccal’in hurûcu, Îsâ aleyhisselâmın nüzûlü, Ye’cüc - Me’cüc’ün hurûcu, Dâbbe’nin hurûcu, güneşin batıdan doğması gibi kıyâmet alâmetleri haktır.” [41]
Şimdi de bu konuda vârid olan pek çok hadis-i şeriften bir kısmına yer verelim:
2.2. Nüzûl-i Îsâ’yla İlgili Hadislere Örnekler
Nüzûl-i Îsâ ile ilgili hadisler çok yönlü ve detaylıdır. Biz fazla detaya kaçmadan, onlardan bir kısmını aktaracağız.
Bu hadislerde Hz. Îsâ’nın (a.s.) inişi, yerine getireceği vazifeler, Hz. Mehdî (a.s.) ile buluşması, onunla beraber hareket etmesi, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) tâbi olması, Deccal’le savaşıp onu öldürmesi, haccetmesi, dünyada ne kadar kalacağı ve vefatı gibi birçok konuya parmak basılmaktadır.
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:
Rasûlüllah (s.a.v.) buyurdular ki:
“Nefsim kudret elinde olan Zât-ı zülcelâle yemin ederim! Meryem oğlu Îsâ’nın aranıza (bu şerâitle hükmedecek) adâletli bir hâkim olarak ineceği, istavrozları kırıp hınzırları öldüreceği, cizyeyi (ehl-i kitaptan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman mal öylesine artar ki kimse onu kabul etmez. Tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur.”
Hadisi rivâyet eden Ebû Hüreyre (r.a.) ardından şöyle söylemiştir:
Dilerseniz şu âyeti okuyun:
“Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki ölümünden önce onun (Îsâ’nın) hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyâmet gününde ise Îsâ onlar aleyhine şâhitlik edecektir.” (Nisâ: 159.) [42]
Bu hadis-i şerifte Hz. Îsâ’nın (a.s.) Müslümanların arasına inip adâletli bir hâkim olarak davranacağı, istavrozları yani haçı kırıp hınzırları öldüreceği (yani şirki ve ahlaksızlığı ortadan kaldıracağı) ve ehl-i kitaptan cizyeyi kaldıracağı haber veriliyor. Cizyenin ehl-i kitaptan kalkması demek, kaynaklarda yapılan izaha göre, onlara Müslüman olmalarının şart koşulması, bunu kabul etmeyenlerle de savaşılması demektir.
Hadislerde geçtiği üzere, kıyâmete kadar ümmet-i Muhammed’den hak üzere savaşan bir taife hiçbir zaman eksik olmayacaktır. Hz. Îsâ (a.s.) yeryüzüne indiğinde, hak üzere yürüyen bu topluluğun arasına katılacaktır. Ona imamlık teklif edilecek, ancak o, o devrin imamı, lideri olan Hz. Mehdî’ye (a.s.) tâbi olacağı için imamete geçmeyecek ve “Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize imam kılındınız” diyecektir:
Ebü’z Zubeyr, Câbir b. Abdullah’tan (r.a.) şöyle işittiğini rivâyet etti:
Rasûlüllah’ı şöyle buyururken işittim:
“Kıyâmet gününe kadar ümmetimden hak üzere savaşan bir taife eksik olmayacaktır. Meryem oğlu Îsâ nüzûl edecek ve emirleri “Gel bize namaz kıldır” diyecek, o da “Allah’ın bu ümmete ikramı olarak siz birbirinize imam kılındınız diyecektir.” [43]
Kıyâmetin on alâmeti içinde, Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlü de bulunmaktadır. Hadis-i şerif şöyledir:
Huzeyfe b. Üseyd el- Gıfarî (r.a.) diyor ki:
“Biz aramızda birtakım meselelerden bahsederken Rasûlüllah (s.a.v.) çıkageldi. Ve “Neden bahsediyorsunuz?” diye sordu. “Kıyâmet üzerine konuşuyoruz” dedik. Hz. Peygamber “Kıyâmetten önce on alâmet görmediğiniz sürece dünyanın sonu gelmez” dedi ve bu alâmetleri şu şekilde saydı:
1- Duhan (simsiyah duman), 2- Deccal, 3- Dâbbetü’l-arz, 4- Güneşin batıdan doğuşu, 5- Hz. Meryem’in oğlu Hz. Îsâ’nın nüzûlü, 6- Ye’cûc ve Me’cûc, 7- Üç yerde batma hâdisesi (doğuda, batıda ve Arap Yarımadasında yer batması) 8- Bunların sonuncusu da insanları önüne katıp mahşer yerine sürecek olan bir ateşin Yemen’den çıkmasıdır. (Üç yer batmasıyla bu sayı on olur.)”[44]
Hem Buhârî hem de Müslim’de geçen bir hadis-i şerif de şöyledir:
“İmamınız kendinizden olduğu hâlde Meryem oğlu sizin içinize indiği zaman sizler nasıl olursunuz?” [45]
Hadislerde Hz. Îsâ’nın (a.s.) hac ve umre yapacağı da haber verilmektedir.
“Vallahi Meryem oğlu (Hz. Îsâ) hac yapmak veya umre yapmak yahut da her ikisini de yapmak için icâbet edecektir.” [46]
Hadislerde Hz. Îsâ’nın (a.s.) dünyada ne kadar kalacağı bildirilmektedir:
“Îsâ yeryüzünde kırk yıl kalacak, Allah’ın Kitabı ve benim sünnetimle amel edecek ve sonra vefat edecektir.” [47]
Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlüyle ilgili daha birçok hadis-i şerif mevcuttur.
Biz burada maksada cevap verecek kadarına yer vermiş bulunuyoruz. Esasen bu konuda tek bir hadis bile olsaydı, konunun ciddiyetini anlatması bakımından kâfi gelirdi.
Görülüyor ki “Nüzûl-i Îsâ”, Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerle sâbit olan İslâm akâidinin önemli konularından biridir. Bu sebeple de inkârı küfrü gerektirmektedir.
Ama ne kadar hazindir ki günümüzde adı sözüm ona “ilahiyatçı” olan bazı kimseler bu meseleyi inkâr etmekte yahut tartışmaya açmaktadır. İslâm’ı tahrif etmek isteyenlerin seçtikleri bir konu da ne yazık ki bu Nüzûl-i Îsâ meselesidir. Bu nedenle Müslüman kardeşlerimiz bu konuda çok ayık olmalıdırlar.
Meselenin itikadî cihetini ifade eden bir alıntı daha yapalım:
“İslâm âlimleri Hz. Îsâ’nın gelişini akide (inanılan ve itikat edilen esas) konusu olarak değerlendirmektedirler. Ehl-i Sünnet’in inanç konularını açıklayan hemen tüm eserlerde Hz. Îsâ’nın kıyâmetten önce yeryüzüne geleceği, Deccal ile mücâdele edip onu öldüreceği, gerçek din ahlakını dünyaya hâkim kılacağı yer almaktadır. İslâm âlimleri Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan delilleri ve hadislerde bildirilen haberleri bir arada değerlendirerek Hz. Îsâ’nın dönüşüne inanmayı önemli bir inanç esası olarak kabul etmişlerdir…” [48]
Bu konuyu hitama erdirirken son sözler Nüzûl-i Îsâ konusunda en mukni ve doyurucu izahları veren Kevserî’nin olsun:
“… Yine şu husus da açıklığa kavuşmuştur ki, yalnızca Kur’ân-ı Hakîm’in nassları bile, Hz. Îsâ’nın diri olarak göğe kaldırıldığını ve âhir zamanda yeryüzüne ineceğini kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu hususta delilden neşet etmeyen, hayalî birtakım ihtimallere itibar edilemez. Konuyla ilgili hadisler mütevâtir derecesinde iken, haleften selefe bütün ümmet bu hadisleri almış ve bildirdikleri hususu en eski devirlerden günümüze değin itikad kitaplarına kaydetmişlerken, nasıl olur da bu hususta en ufak bir şüpheye mahal kalabilir?
Haktan öteye ne vardır ki? Ancak dalâlet… (Yunus: 32.) [49]
Buraya kadar yapılan izahlardan çıkan netice ortadadır:
Hz. Îsâ’nın (a.s.) göklere yükseltilmesi ve âhir zamanda nüzûlü, hiçbir tereddüde yer vermeyecek şekilde haktır.
Bu itikadî bir konudur. İnkârı insanı küfre götürmektedir.
Bir diğer cihet de, Nüzûl-i Îsâ meselesiyle aslında biz Müslümanlara, âhir zamanda yaşanacak haşmet, hâkimiyet ve küfre karşı galebe döneminin müjdelenmiş olmasıdır. Elbette ki bu, tembel tembel oturarak Hz. Mehdî (a.s.) ve Hz Îsâ’yı (a.s.) bekleyelim manasına gelmiyor. Tam tersi, bu büyük müjdeye inanarak daha çok çalışmamız gerekiyor. Zira Hz. Îsâ (a.s.) nüzûl ettiğinde bir İslâm cemaatinin içine dâhil olacak. İşte o cemaat bizleriz ya da bizim gayretlerimizle yetişecek İslâm’ın bizden sonraki mücahitleridir. Doğrusu biz Hz. Mehdî (a.s.) ve Hz. Îsâ’nın (a.s.) ordusunda asker olmayı çok isterdik. Ancak bu, kader ve nasip meselesidir. Deccal’i yenip şirki ve küfrü kahredecek ordunun bir ferdi biz olamasak da, o ordudakiler bizim kardeşlerimizdir. Onların fütûhatı bizim fütûhatımızdır. Bedenen içlerinde bulunamasak da, mânen ve kalben o şerefli orduyla olmamıza bir engel yoktur.
Dünyada küfür ve şirk kahredilecek!
Ehl-i kitap, Yahudi ve Hıristiyanlar toptan iman edecek!
Kürre-yi arzda şarktan garba İslâm hâkimiyeti kurulacak!
Emniyet, barış, adâlet, huzur ve esenlik olacak; âdeta dünya bir İslâm cennetine dönüşecek!
İkinci Roma fethedilecek!
Nasıl ki hadislerle haber verilen başka pek çok haber çıkmıştır, hiç şüphe yok ki bu haberler de çıkacaktır, yaşanacaktır.
Buna nasıl heyecan duyulmaz?
Meselenin itikadî yönü ayrı ve hayatî olmakla birlikte Nüzûl-i Îsâ konusuna bir de bu zaviyeden bakmak gerekmez mi?
[1] Buhârî, “Kitâbu’l-Enbiyâ”, No: 3265; Müslim, “Kitâbu’l-Îman”, No: 244.
[2] İbn Hibbân Sahih, No: 6824.
[3] Ebû Dâvud, Sünen, No: 4286.
[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/74, No: 645; İbn Mâce, “Kitâbu’l-Fiten”, No: 4085.
[5] İmam Şa’ranî, Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Âhirzaman Alâmetleri, Mütercim: Halil Günaydın, Bedir Yayınevi, İstanbul, 2011. s. 436.
[6] A.y.
[7] İmam Şa’ranî, a.g.e., s. 440. İbn Mâce II / 929; Feyzü’l Kadir V / 332.
[8] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335; Buhârî, et-Tarihu'1-kebîr, I (ikinci kısım), 81; et-Târihu's-sağîr, I, 341; Taberânî, el-Mu'cemu'l-kebîr. II, 24; Hâkim, Müstedrek IV. 422; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, VI, 219.
[9] Hakim, el-Müstedrek, IV, 553.
[10] Müslim, Kitâbu’l-Îmân 247.
[11] İmam Şa’ranî, a.g.e. s. 438.
[12] İhsan Gür, “Tarihten Günümüze Sünnet Düşmanlığı”, İşrak Yayınları, İstanbul, 2016. s. 420 – 423.
[13] https.//www.karar.com/Kur’ân-i-kerimde-mesih-anlayisi-bulunmuyor-285040
[14] İhsan Gür, a.g.e. s. 419 – 420.
[15] Bak: İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1992, 14, 266 vd.; Herkese Lâzım Olan İman, Ebü’l-Baha Ziyaeddin Mevlana Halid b. Ahmed Halid-i Bağdadî, (1242/1827), Tercüme: Kemahlı Feyzullah Efendi, 6. Baskı, İstanbul, 1989.
[16] Bak: İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1992, 14, 266 vd.; Herkese Lâzım Olan İman, Ebü’l-Baha Ziyaeddin Mevlana Halid b. Ahmed Halid-i Bağdadî, (1242/1827), Tercüme: Kemahlı Feyzullah Efendi, 6. Baskı, İstanbul, 1989.
[17] Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsîr / Sâbûnî Tefsiri, Ensar Yayınları, İstanbul, 2019, c. 2, s. 44. Benzer yöndeki diğer izahlar için bak: İmam Kurtubî, e-l Câmiu li Ahkâmi’l Kur’ân, Terceme: Beşir Eryarsoy, Buruc Yayınları, İstanbul, 2015, c. 5, s. 550 – 552; İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu’l Beyan Tefsiri, İhtisar Eden: Muhammed Ali Sâbûnî, Damla Yayınevi, İstanbul 1997. c. 2, s. 345 – 346. Elmalılı Tefsiri, c. 3, s. 120 - 121.
[18] Elmalılı Tefsiri c. 2 s. 371- 372. Ayrıca bak: Kurtubî Tefsiri c. 4, s. 224 – 227; Sâbûnî Tefsiri c.1, s. 379 – 380; Ruhu’l Beyan c. 2, s. 9.
[19] A.g.e. s. 372.
[20] Muhammed Zâhid el-Kevserî, “Nüzûl-i İsâ Meselesi” Mütercim: Abdülkadir Yılmaz, Rıhle Kitap, İstanbul, Temmuz 2012, 2. Baskı, s. 59 - 61.
[21] Kevserî, a.g.e., s. 63 -65.
[22] İhsan Gür, a.g.e., s. 431- 432.
[23] İhsan Gür, a.g.e., s. 432 -433.
[24] İhsan Gür, a.g.e., s. 433 – 434.
[25] İhsan Gür, a.g.e., s. 435 – 436.
[26] İhsan Gür, a.g.e., s. 436 -437.
[27] İhsan Gür, a.g.e., s. 437 – 438.
[28] Hak Dini Kur’ân Dili, c. 7, s. 58. Benzer izahlar için bak: Sâbûnî Tefsiri, c. 5, s. 467; Ruhu’l Beyan, c. 7, s. 564. Kurtubî Tefsiri, c. 15, s. 527 – 530.
[29] İhsan Gür, a.g.e., s. 441.
[30] Kevserî, a.g.e., s. 66 – 68.
[31] İhsan Gür, a.g.e. s. 440 – 441.
[32] Taberî Tefsiri, c. 2, s. 528; c.1, s. 247.
[33] İhsan Gür, a.g.e., s. 549 – 461.
[34] Kevserî, a.g.e., s. 59.
[35] Kevserî, a.g.e., s. 84.
[36] Kevserî, a.g.e., s. 78 – 79.
[37] Kevserî, a.g.e., s. 88 – 89.
[38] Kevserî, a.g.e., s. 104 – 105.
[39] Kevserî, a.g.e., s. 117.
[40] Kevserî, a.g.e., s. 113.
[41] Kevserî, a.g.e., s. 115.
[42] Buhârî, Büyû’ 102, Mezâlim 31, Enbiya 49; Müslim, İman 242; Ebû Dâvûd, Melahim 14; Tirmizî, Fiten 54.
[43] Müslim, İman, 247.
[44] Ebû Dâvûd, Melahim 11; İbn Mâce, Fiten 28.
[45] Buhârî, Enbiya 50; Müslim, İman 71.
[46] Müslim, Hac, 216.
[47] Müsned, 2/437, 6/75.
[48] İhsan Gür, a.g.e., s. 446.
[49] Kevserî, a.g.e., s. 72.