'Ve seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.' (Enbiya: 107.)

İdrak etmekte olduğumuz Mevlid-i Nebi vesilesiyle serimize ara vererek bu yazımızda Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin doğumunu gündem edeceğiz.

Evet, bugün sadece arzı değil, topyekûn kainatı anlamlandıran yüce bir doğum gününü; alemlere rahmet olarak gönderilen iki cihan güneşi yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin bu alemi teşrifini veya başka bir ifade ile nurun zulmeti boğuşunu gündem edeceğiz.

Kainat çapındaki olaylar bir tasnife tabi tutulsa, önemi ve hasıl ettiği netice itibariyle hiç şüphesiz ki bu tasnifte ilk sırayı Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin doğumu hadisesi alır.

Peki bu doğum neden bu kadar hayatî, bu kadar önemlidir?

Çünkü bu doğumla bütün insanlık istikamet bulmuştur. İlim cehalete, hikmet hurafelere, adalet zulme galebe çalmıştır. Mazlumlar korunmuş, zalimlere dur denmiş, haksızlığın en büyüğü olan putperestlik ve şirke en büyük darbe indirilmiştir.

Her ne ki iyidir güzeldir; her ne ki haktır hakikattir; her ne ki hayat vericidir, insanlığın faydasınadır; hepsi de o Resulün (s.a.v.) mübarek doğumuyla kemal mertebesini bulmuştur.

Kıymetli okuyucularım,

Allah Resulünün (s.a.v.) doğumunun derin anlamını daha iyi kavrayabilmek için, insanın manasına, şerefine ve yaradılış gayesine dikkat çekmek isterim.

İnsan eşref-i mahlûkattır ve zübde-yi alemdir. Yani bütün mahlûkatın özeti ve en şereflisidir. Bu şerefi ona Allah vermiştir. Elbette ki bu şeref ona bir sebep ve hikmete binaen verilmiştir. O sebep ve hikmet de onun ulvî yaratılış gayesidir.

İnsanın gayesi Allah'ı bilmek, tanımak, ona itaat ve ibadet etmektir. Buna göre insana verilen şerefle ona yüklenen mükellefiyet birbiriyle orantılıdır.

Bu büyük şeref ve mükellefiyet biz insanlara vahiy yoluyla, peygamberler aracılığıyla haber verilmiştir. Zaten peygamber, diğer adıyla nebî, 'haberci' demektir. Peygamberlerin ilki Hz. Âdem (a.s.) atamız, sonuncusu ise iki cihan serveri Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimizdir. Arada geçen bütün peygamberler hep tevhidi, imanı, hak ve adaleti anlatmışlardır. Peygamberliğin son halkası olarak Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) gelmesiyle Allah tarafından daha önceden hak olarak gönderilen kitapların hükmü de kaldırılmıştır ki, zaten bunların büyük bir kısmı insanların eliyle bozulmuş, tahrif edilmişti.

Buna göre diyebiliriz ki, nübüvvetin son halkası olan Hz. Muhammed Efendimiz (s.a.v.) bütün peygamberleri temsilen hak ve hakikat timsalidir.

Aynı şekilde onun getirmiş olduğu Kuran, her türlü tahrifattan uzak bir şekilde, bir noktası, bir virgülü bile değişmeyen tek hak kitap olarak 14 asırdan beri insanlığı tenvir etmektedir. Ve kıyamete kadar da böyle devam edecektir.

Bundan dolayı Allahu Teala Kuran-ı Kerim'de 'Allah indinde tek din İslam'dır' diye haber vermiştir (Âl-i İmran: 19.) Ve bu hükmü tamamlayıcı mahiyette yine aynı surede 'Kim İslam'dan başka bir din ararsa o ondan asla kabul edilmeyecek ve o kişi ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır' buyurulmuştur. (Âl-i İmran: 85.)

Buna göre dinden maksat, İslam'dır. Hak din İslam'dır. Gerçek din İslam'dır. Tek hidayet rehberi de Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizdir.

İslam'ın tek hak din olmasının bir neticesi de, gereği gibi yaşandığında insanlığa vereceği huzur, sükûn ve saadettir. Çünkü İslam insanların hem dünya hem ahiret saadetlerini temin etmektedir. Âlemin imarı, insanın ve insanlığın ihyası ancak İslam ile mümkündür. Bu hususiyetiyle İslam her türlü haksızlığa, zulme, anarşi ve teröre karşıdır; bunları yeryüzünde çıkarılan fesat olarak niteler.

Gerek milletimiz açısından, gerekse tüm İslam dünyası ve insanlık açısından bakıldığında İslam'ın tevhid görüşü, birlik ve beraberliğin merkez noktasıdır. İslam her türlü etnik ve bölgesel ayrımcılığı reddederek insanları İslam kardeşliğine davet eder; bu davete icabet etmeyenleri de 'hilkat kardeşliği' statüsünde 'ümmet-i davet' olarak niteler. Netice itibariyle ırkı, bölgesi ne olursa olsun, bütün insanlık İslam'a çağrılmaktadır.

Burada bir mühim gerçeğin daha altını çizmek gerekir, o da şudur:

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) sadece kendisine vahyedilen ayetleri tebliğ etmekle kalmamış, aynı zamanda bizler için Kuran ifadesiyle 'üsve-i hasene' yani en güzel örnek olmuştur. Keza Kuran'da Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) en yüce ahlak üzere olduğuna dair de ayet-i kerime mevcuttur. (Kalem: 4.)

Onun örnek kişiliğinin Kuran tescilli olmasının iki mühim tecellisi vardır.

Bunlardan biri onun ahlakı ve hayat tarzıdır ki biz buna 'sünnet' diyoruz.

İkincisi de bu hayat tarzına, yani sünnete paralel olarak her sahada ve her hususta söylediği mübarek sözleri, yani hadisleridir.

Bu manada bugün Türkiye'de ve tüm dünyada İslam adına kanayan bir yaramız da sünnet ve hadis inkarcılığıdır. Batılı birtakım şer odaklarının entrikalarıyla İslam dünyasına sokulmaya çalışılan ve 'Kuran bize yeter' diye sloganlaştırılan bir fitnedir bu.

Halbuki sünnet ve hadisler bizzat Kuran-ı Kerim'in teminatı altındadır. Yani Kuran'a göre ayetler nasıl dinin kaynağı ise, aynı şekilde Resulün (s.a.v.) sünnet ve hadisleri de bütün Müslümanları bağlayıcı birer kaynaktır.

Kuran'da 80 kadar ayet-i kerime Hz. Peygamberin (s.a.v.) dindeki önemini, onun fiil ve sözlerinin bağlayıcılığını teyit eder mahiyettedir. Buna göre kim Hz. Peygamberin (s.a.v) sünnet ve hadislerini dışlarsa, kesin olarak bilinmelidir ki, Kuran'ı da dışlamış olur. Bundandır ki, Kuran-ı Kerim 'Allah ile Resulünün arasını ayırmanın' insanı küfre sürükleyen bir felaket olduğunu haber verir. (Bak: Nisa: 150 -152)

Keza Bakara Suresinin 151. ayetinde Hz. Peygamberin (s.a.v.) vazifeleri şöyle sayılmaktadır:

'Nitekim kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.'

Ayette sayılan vazifeleri beş maddede toplamak mümkündür:

Bunlar;

- Kuran'ın tebliği, açıklanması,

- İnsanların şirkten, küfürden arındırılması, nefis terbiye ve tezkiyesi,

- Kitabın açıklanması,

- Kitaptaki incelik ve derinliklerin izahı demek olan 'hikmet'in açıklanması ve

- Geçmişin ve geleceğin bilgisinin verilmesidir.

Buna göre Hz. Peygamberi (s.a.v.) doğru anlamak için yapılması gereken ilk ve en önemli şey, Kuran'ın onu nasıl anlattığına bakmaktır.

Bütün bunlardan şu netice çıkmaktadır:

Dünya hayatında huzur ve sükûn, barış ve medeniyet; ahirette ebedî azaptan kurtuluş, cennet ve cemalullahla müşerref olmak için, itikatta, ibadette, ahlakta ve diğer bütün hayati meselelerde Hz. Peygamberi (s.a.v.) ve onun getirmiş olduğu Kuran'ı esas almak şarttır.

Müslüman olabilmek, Müslüman kalabilmek, Müslüman ölebilmek ve en nihayet kurtuluşa erebilmek için bundan başka yol yoktur.

Bugün, dünyayı teşriflerinin 1453. yılı münasebetiyle bu yazıyı kaleme aldığımız alemlere rahmet Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin ve onun vesilesiyle bize gönderilen yüce kitabımız Kuran-ı Kerim'in hak ve hakikat olduğu, Allah tarafından gönderildiği, düşünüp akledenler için o kadar aşikardır ki, meşhur Alman Devlet adamlarından Prens Bismarck hayranlığını gizleyemeyerek bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:

'Ben, Kur'an'ı her yönden tetkik ettim, inceledim. Her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Müslümanların düşmanları bu kitabı Muhammed'in yazdığını iddia ediyorlarsa da, en mükemmel, hatta en gelişmiş bir beyinden böyle bir harikanın çıktığını iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve nefrete alet olmak manasını ifade eder ki, bu da ilim ve hikmetle bağdaştırılamaz. Ben şunu iddia ediyorum ki Hz. Muhammed seçkin bir kudrettir.

Ya Muhammed! Seninle aynı asır ve zaman diliminde yaşayamadığımdan dolayı üzüntülüyüm! Yaymış olduğun bu kitap, senin değil! Bu kitabın ve senin Allah tarafından geldiğini inkar etmek, ilim kanunlarının boş ve gereksiz olduğunu iddia etmek gibi gülünçtür. İnsanlık senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra bir daha göremeyecektir. Huzurunda hürmetle eğiliyorum!'

Bizim milletimiz İslam'ı iman ve ilim yanında, gönül boyutuyla da benimsemiş ve yaşamıştır. Bin yılı aşkın bir süredir hem 'Asakirullah / Allah'ın Askerleri' olarak İslam'ın müdafaasını yapmış hem de Allah ve Resul aşkıyla yanıp tutuşarak takva ve ihlas timsali dervişane bir hayat yaşamıştır.

Edebiyatımızda 'naat' adı verilen ve Hz. Peygambere (s.a.v.) duyulan sevgi, muhabbet, hürmet ve hasreti dile getiren hususi bir türün olması buna delil olarak kafidir. Ve söz buraya gelmişken Süleyman Çelebi'nin asıl adı 'Vesîletü'n-Necat' olan Mevlid'ini hatırlamamak mümkün değildir.

Biz bu yazımızda siz kıymetli okuyucularımızla Yaman Dede'nin, lahuti haz ve füyuzat aksettiren şu mısralarını paylaşmayı arzu ettik:

Gönül hûn oldu şevkinden boyandım ya Rasûlallah

Nasıl bilmem bu nîrane dayandım ya Rasûlallah.

Ezel Bezminde dinmez bir figandım ya Rasûlallah

Cemalinle ferahnak et ki yandım ya Rasûlallah.

Yanan kalbe devasın sen, bulunmaz bir şifasın sen

Muazzam bir sehasın sen, dilersen rû-nümasın sen

Habîb-i Kibriya'sın sen, Muhammed Mustafa'sın sen

Cemalinle ferahnak et ki yandım ya Rasûlallah.

Gül açmaz, çağlayan akmaz, ilahî nûrun olmazsa

Söner alem, nefes kalmaz, felek manzûrun olmazsa

Firak ağlar, visal ağlar, ezel mesrûrun olmazsa

Cemalinle ferahnak et ki yandım ya Rasûlallah.

Yazımıza M. Akif'in kaleminden süzülen şu dua ile son verelim:

Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep;

Medyûn ona cem'iyyeti, medyûn ona ferdi.

Medyûndur o ma'sûma bütün bir beşeriyyet...

Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret!

Kıymetli okuyucularımızın Mevlid Kandilini tebrik eder, Resulüllah'ın (s.a.v.) izinde hayırlı ve bereketli bir ömür geçirmelerini Cenab-ı Hak'tan niyaz ederim.