AKADEMİSYEN bir arkadaşımla yaşadığımız yoğun şehrin hengamesinden bir süre bile olsa kurtulmak için daveti üzerine köyüne gitmiştik. Keyifli ama yorgun bir gün geçirdik.

AKADEMİSYEN bir arkadaşımla yaşadığımız yoğun şehrin hengamesinden bir süre bile olsa kurtulmak için daveti üzerine köyüne gitmiştik.

Keyifli ama yorgun bir gün geçirdik.

Akşam artık az kullanılan ahşap yapılı iki katlı evlerinin üst katına geçtik.

Hoca olan arkadaş odada bulunan eski ocakta közler üzerinde bizlere mısır pişirerek ikram etti.

Sözü söze ekledik.

Nükteleri birbirine ilikledik.

Gecenin ilerleyen vakitlerinde bizlere ayrılan sedirlere kıvrılarak göz kapaklarımızın baskısına artık daha fazla direnmeyerek teslim olduk.

TATİLİN vermiş olduğu mahmurluk ve gezinin üzerimize yıktığı yorgunluk birleştiğinden ev ahalisi uykunun derinliklerinde sabahın demini sürerken temiz hava almak için dışarı çıkarak sokakları arşınlamaya başladım.

Sabah rüzgarı iyi geldiğinden kendimi yeşilin ritmine kaptırmış toprağın uyanışına şahit olmaya adamış bir kararlıkla sokakları birbirine ulamaya devam ettim.

Vakit ilerlemişti.

Evdekiler kalkmışlarsa kahvaltıya gecikmemek için şu sokaktan sonra geri dönerim düşüncesiyle son bir hamle yapıp köşeyi döndüğümde bembeyaz saçlarını omuzlarına kadar uzatmış, gözleri aydınlık bir dedenin ön bahçede çay içtiğini görerek selamladım.

'Gel hele' diyerek içeriye davet etti.

İcabet ettim.

Misafir olduğumu anlamıştı. Yer gösterdikten sonra 'Hoş geldin' dedi, cevapladım.

'Sokaklar ne anlatıyor, söyle bakalım' diyerek söze girdi.

Kendimce bir şeyler geveledim ama o daha derin meselelere beni çekmek istiyordu.

İstanbul'un yoğunlaşan trafiğinden, yaşadığımız yerlerin dokusundan uzak kalışımızdan, yeşili unuttuğumuzdan, gökyüzüne bakmayı ihmal ettiğimizden ve bunun getirdiği stres yükünden dolayı huzurun aramızdan çekip gitmesi sebebiyle sürekli öfkeli davrandığımızdan, evde, yolda, otobüste cereyan eden bitmeyen kavgalardan bahsettim.

Hepsini büyük bir nezaket ve dikkatle dinledikten sonra konuya başka bir boyuttan yaklaşarak 'Kavga daha derinlerde evlat' dedi.

'Günümüz insanı kendisiyle barışık olmadığından sürekli kavga halinde' diyerek devam etti.

'Nasıl bir kavga ki bu?' dedim.

'Kıyı kavgası' diyerek cevapladı.

'Denize hangi kıyıdan girersen gir önemi yok, denize girmiş olursun ama insanlar bundan gafil olduklarından sürekli kıyı kavgası yaparlar' cümlesini de iliştirivermişti.

KIYI kavgası.

Kaç yıldır bu cümle gönlümde asılı durur.

Üzerinde düşündüğümde bu söylenenlerin hayatımızı nasıl ikiye böldüğünü ve bitmeyen bir hınca bizi sürüklendiğini görerek hüzünlenirim.

Esefler sarar dört bir yanımı.

MÜHİM olan hakikat denizine girmek değil midir?

Muhabbete gark olmaktan daha önemli bir şey var mıdır?

Yoktur lakin gelin görün ki sürekli bu kavga ile birbirimizin canını kıyasıya acıtıp dururuz.

Öfkelerimizi kabartırız.

Dilimizin ölçüsünü kaçırırız.

Çünkü hepimiz kendi kıyımızı kutsarız.

Kendi kıyımızın eşi menendi yok diye düşünürüz.

Başkalarının kıyılarını sığ olduğunu ifade ederek ağır suçlamalar yaparız.

Kendimizi kurtulmuş, başkalarını mahvolmuş sayarız.

Irkımızdan dolayı abartılı övgülere gireriz.

Meşrebimizi ve mesleğimizi yücelttikçe yücelterek diğerlerini ayağımızın altında ezerek un ufak ederiz.

Bireysel kibrimizi meşrebi ve mesleki kibre dönüştürürüz.

Bu kıyı varken neden o kıyadan başkalarının denize girdiğinin ölümcül kavgasını veririz.

Din ile hayat arasında kurulan maruf köprülerini yıkıp atarız.

Vicdanı darağacında sallandırıp sosyal barışı ve sağduyuyu zehirleriz.

ADAM haklıydı.

Bu kadar derin kavgalar varken ve bizi imanımızdan koparması tehlikesi gözümüzün önünde apaçık dururken gündelik kavgaların ne önemi olabilirdi ki?

Ayrıca o kavganın sebebi belki de anlayamadığımız bu kavganın bir tezahürüydü.

Ya Selam!