“Allah, melekler ve ölçü sahibi âlimler, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler…” (Âl-i İmran: 18)

Bundan evvelki yazımızda ilimlerde usul ve metodun, yani metodolojinin anahtar hükmünde olduğunu, usul ve metodu ilmî bir şekilde ortaya koymadan ilimlerin maksat ve gayesi açısından başarılı olunamayacağını, tam tersi ilim adına çıkmaz yollara girileceğini anlatmıştık.

Bu yazımızda aynı konunun açılımı mahiyetinde, ilimlerin kaynakları açısından günümüzde nasıl büyük bir metodoloji yanlışına düşüldüğüne dair bir değerlendirme yapacağız.

Ta ki zamanımızda ilimler insanları neden hakka ulaştırmıyor, tam tersi şirke malzeme yapılıyor; neden ateizm ve deizm gibi bâtıl felsefeler taraftar topluyor; neden bu “izm”lere müptela olarak psikolojileri bozulan, çelişkiler yumağı içinde kaybolan ve çaresizlik girdabında çareyi intiharda arayan, buhranlı ve bunalımlı insanların sayısı her geçen gün artıyor; anlaşılsın.

Hatırlanacağı gibi ilimlerin kaynakları üçtür:

“Âlem / kâinat”, “insan fıtratı” ve “naklî deliller.”

Şimdi aynı sırayla değerlendirmelerimize başlayalım:

I- Âlem / Kâinat

Öncelikle şunu ifade edelim ki, gerek ilimler ve gerekse insanlar tarafından ortaya konmuş inanç ve ideolojiler, mutlaka “kâinat, insan ve hayat” üçlüsünü gündem etmek ve bunlara bir izah getirmek mecburiyetindedirler. Aksi takdirde tutarlı olmaları mümkün değildir.

1- Günümüzde Âlem / Kâinat Anlayışı

Günümüzün âlem / kâinat anlayışına baktığımız zaman şunu görüyoruz:

“Neden” ve “niçin” mahiyetli pek çok soru cevap beklediği halde, kullanılan metodoloji gereği bu sorulara pek bir önem verilmiyor ve insanlar, koca âlem sanki kendi tasarruflarındaymış gibi bir tavır takınıyorlar.

Eğer mecbur kalıp da bir güce, bir kudrete atıfta bulunmak icap ederse, ona da “doğa” ya da “tabiat” deniyor ve bu âlemi yaratan yüce Vâcibü’l Vücud’un adı ısrarla zikredilmiyor. Bunun kasıtla mı yoksa gafletle mi olduğunun takdirini okuyucularımıza bırakır ve fakat inkârın bir yolunun da “kâinatın Hâlık’ının adını anmayarak onu unutturmaya çalışmak” olduğunu hatırlatmak isteriz.

İnsanlık tarihi incelenirse görülecektir ki insanoğlu zaman zaman dağa, taşa, ağaca, tabiat olaylarına, rüzgâra, güneşe, ateşe, aya, yıldızlara tapınmıştır ve şüphesiz bunların hepsi de putperestliktir.

Ama günümüze hâkim olan bu “Allah’ı unutturma, yok sayma” taktiğiyle, doğayı / tabiatı bütünüyle yüceltmek; bu doğa içindeki unsurlara teker teker tapınmaktan çok daha büyük bir putperestliktir.

İşte bu, günümüzde ilimlerde kullanılan yanlış metodolojinin sebep olduğu bir çıkmaz ve sapkınlıktır. İki hafta evvel yayınlanan “Tevhid İlmi Bütün İlimlerin Kaynağı ve Hakka Ulaştıran Tek Yoldur” başlıklı yazımızda da geçtiği gibi, yağmuru suyu “bulut”a, gıdalandığımız nimetleri “toprağa”, kâinatın düzen ve güvenliğini “atom”a, “molekül”e, “hücre”ye bağlamak, insanı cehl-i mürekkep yapar; hayvandan da aşağı, hilkat garibesi bir derekeye düşürür. İnsana eşref-i mahlûkat denmesi, âlemin hakiki failini / Hâlık’ını tanıyıp bilecek tefekkür melekesine sahip olmasındandır.

Peki, o halde gerçek, ilmî ve İslâmî metodoloji açısından kâinat nedir, bir de buna temas edelim.

2- İslâmî / İlmî Metodoloji Açısından Âlem / Kâinat Anlayışı

Âlem / kâinat, mahlûktur, yani yaratılmıştır. Dolayısıyla kendi kendine düzen kuracak, gaye oluşturacak, arızasız bir şekilde cereyan edecek kabiliyet ve istidattan mahrumdur. Vâcibu’l Vücud ve müsebbibü’l esbâb olan Allah’ın tasarrufunda bir nesnedir. Hakiki fail Cenâb-ı Hakk’tır. Âlem onun hüküm ve tasarrufundadır. Yani mülk Allah’ındır. İnsana ise geçici manada bir intifa hakkı verilmiştir.

Âlem / kâinat, Kur’ân’ın haber verdiği veçhiyle insanın emrine musahhar kılınmıştır:

“O (Allah) ki; yeryüzündeki şeylerin hepsini sizin için yarattı, sonra (kudret ve iradesiyle) göğe yönelip, onları da yedi (kat) gök olarak düzenledi. O, (her şeyi bilen) Alim’dir.” (Bakara: 29)

“(O) Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır.” (Câsiye: 13)

İnsan ise Allah’a kulluk ve ibadet etmesi, marifetullaha erişmesi için yaratılmıştır:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat: 56)

Bir diğer cihetle bu âlem bütünüyle Allah’ın ilmine, kudretine, sanatına, noksansız yaratışına delil teşkil etmektedir.

Günümüz metodolojisinin “doğa / tabiat” diyerek fail konumuna koyduğu bu âlem, Sünnetullah’ın, bir diğer adıyla Âdetullah’ın, yani Allah’ın kanunlarının cereyan ettiği koca bir mecradır.

Kelam ve tefsir ilimlerinde bu âlem / kâinat manzumesinin tamamına “kevnî âyetler” denir. Zira Allah’ın âyetleri iki çeşit olup biri âlemde hâkim olan kanun ve kuralları ifade eden “kevnî âyetler” diğeri de aşağıda konu edineceğimiz insanların ve cinlerin iradelerine hitap eden “Kur’ân âyetleri”dir.

Kevnî âyet olması yönüyle âlem / kâinat, baştan başa tefekkür malzemesidir.

İmam Gazali Türkçeye “Varlıkların Yaratılış Hikmetleri” diye çevrilen eserinde bu âlemin, “insanlar, üzerinde tefekkür etsinler diye” bu kadar geniş yaratıldığına işaret eder.

Buradan da âlem içinde cüssesi küçük, ama mana ve mahiyeti büyük olan insana ne kadar değer verildiği ve tefekkür yoluyla Rabbini tanımasının insanı eşref-i mahlûkat olma makamına taşıyacağı mesajı çıkmaktadır.

Sonuç olarak kâinata ilmî / İslâmî bakış açısıyla günümüzde hâkim olan bakış açısı arasında mukayese edilemeyecek kadar büyük, devasa bir fark vardır.

Âlemin / kâinatın gayriilmî bir şekilde değerlendirilmesi insanları şirke ve zulme sürüklemekte; fitne ve fesat sebebi olmaktadır. Günümüz dünyasına hâkim olan huzursuzlukların, kavgaların, savaşların, adaletsizlik ve zulümlerin sebebi, âlem ve kâinata yanlış bir metodoloji ile yaklaşıyor olunmasıdır.

II- İnsan Fıtratı

İlimlerin ikinci kaynağı insan fıtratıdır. İnsan fıtratında da Allah’ın değişmez kanunları tecelli eder ve ilimler bu değişmezlik prensibi üzerine kurulur:

“(Bu,) önceden yaşamış olanlar hakkında Allah’ın sünnetidir/ kanunudur. Sen, Sünnetullah’ta hiçbir değişiklik bulamazsın.” (Ahzâb: 62)

Allah’ın değişmez sünneti açısından insanoğlu kâinat içinde özel bir yere sahiptir; eşref-i mahlûkattır.

1- Günümüzde İnsana ve İnsan Fıtratına Bakış

Günümüze hâkim olan kapitalizm, liberalizm, sosyalizm veya komünizm gibi ideolojilerde -ki bunlara “yapma dinler” de diyebiliriz- ve bunların ortaya koyduğu sistem ve rejimlerde insan sosyal bir hayvan olarak tarif edilir. Yani bu tanıma göre insanı diğer canlılardan ayıran tek özelliği toplumsal bir hayat içinde yaşıyor olmasıdır.

Bu tanım komünist - sosyalist sistemde biraz değişikliğe uğrar ve “İnsan ürettiği ve tükettiğiyle ölçülen ekonomik bir hayvandır” denir.

Bu sistemlerin temelinde materyalist, pozitivist, determinist bir metodoloji anlayışı yatmaktadır.

Buna göre sosyal ve ekonomik yönüyle ön plana çıkarılan insanın en başta gelen hayat faaliyetleri yemek, içmek, gezmek gibi şeylerdir. İnsan hak ve hürriyetleri derken de genel olarak bunlar kastedilir. Bu anlayışta, insanın bütün hayat faaliyetleri dünyeviliğe göre ayarlanmıştır. İnsan, ona ahiret endişesini hatırlatacak her türlü yaklaşım ve eğitim faaliyetlerinden uzak tutulmaktadır.

İşte bu materyalist insan anlayışı, insanı maddeci, menfaatçi ve egoist bir şahsiyete büründürmüştür. Bu insan, tabiatın dış güzelliklerine aşırı derecede bağlıdır, ölümü kerih görür, düşünmek bile istemez.

Esasen materyalist doktrinde din “afyon” olarak nitelendirilip inkâr edilir. Her ne kadar toplumların bir din anlayışına sahip olmaları fıtrî olup engellenemez ise de, bu inkârcı anlayış pozitivizm yoluyla ilimlere metod olmayı başarabilmiştir.

Materyalist felsefenin meşhur nazariyelerinden biri olan ve Durkheim’in temsil ettiği sosyolojik materyalizme göre din vakıadır. Bu felsefede toplum tabii halinde bırakıldığı, ona müdahale edilmediği ve din de toplum hayatı içinde bir vakıa olduğu için bir gerçeklik olarak kabul edilir.

Hâlbuki böyle bir din anlayışı hayatın gayesini tarif etmediği gibi, hak - bâtıl kavramlarına da hiç temas etmemekte, hak dini bulmanın lüzumuna ehemmiyet vermemektedir.

Batı tipi bu maddeci ve seküler / dünyevî insan anlayışında nefse hizmet ve şehveti tatmin merkezli bir hayat tarzı ortaya konmuştur. Yemek, içmek, giymek, gezmek gibi faaliyetler ihtiyaçtan ziyade ihtiraslara hizmet için; yani hayatı zevk ü sefa ile geçirmek içindir.

Bu anlayışta insanın yaratılış gayesine ve ölümden sonraki hayata dair ciddi anlamda bir yönlendirme yapılmamakta; insan gayesiz, hedefsiz ve mesuliyetsiz, tek boyutlu bir varlık olarak düşünülmektedir.

Bundandır ki batı dünyasında insanın diğer mahlûkattan farklı olduğuna, bir gaye için bu âleme geldiğine inanan ve bunu irdeleyen insanların eserleri dikkat çekmiştir ve çekmektedir. Fransız Dr. Alex Karl’ın Nobel ödüllü “İnsan Bu Meçhul” adlı eserini buna örnek verebiliriz. Bu eserde insanın ne olduğuna, gayesi ve hedefine ciddi manada parmak basılmadığı halde, sadece onun bir meçhul yani bilinmez olduğu noktasına vurgu yapılması bile Nobel ödülü almasına yetmiştir.

Hâlbuki insan, ruhunun mahiyeti bilinmese de, gayesi ve maksadı itibariyle meçhul değil, malumdur. Şimdilik bu konuyu açmıyoruz.

İnsanı kendinden ve gayesinden bu derece uzak tanıtan bir metodolojinin ilmî olduğunu savunmak en azından insafsızlık ve zulümdür.

İşte insan, böyle bir dünya görüşünün hâkim olduğu günümüzde, kendinden uzak, gayesinden mahrum bir şekilde, yanlışlar ve çelişkiler girdabında boğulup gitmektedir.

Bütün bu anlattıklarımızın gerçek olduğunun en güçlü delili, batı başta olmak üzere bu zihniyetin hâkim olduğu toplumlarda insanların psikolojik manada büyük ölçüde hasta olması, psikologluk, psikiyatristlik gibi mesleklerin revaçta olması, intiharların her geçen gün artmasıdır. 

Peki, İslâmî metodolojiye göre insan nedir?

2- İslâmî / İlmî Metodolojiye Göre İnsan Nedir?

Bu sualin cevabı ciltlerle kitap olacak kadar geniştir. Ama biz en öz şekilde şunları söyleyebiliriz:

İnsan, yaratılış gayesini bilen; huzuru, saadeti Allah’a kullukta ve marifetullahta bulan; dünyayı imar, insanlığı ihya, hak ve adaleti ikame etmekle vazifeli; imtihan sırrını kavrayarak ebedî saadeti kazanma gayretinde; Allah’ın mesul tuttuğu en şerefli varlıktır; eşref-i mahlûkattır.

Allah bütün bu kâinatı insanın emrine vermiş, insanı da kendine muhatap alarak ona hitap etmiştir. Buna göre bütün âlem insana hizmet için, insan da Allah’a kulluk ve marifet için yaratılmıştır. Bu manaya Kur’ân ifadesiyle “halifetullah” denmiştir. (Bakara: 30)

İnsan bu âlemde bir imtihan için yaşamaktadır. Fıtratına Allah’ı bilme ve tanıma, hak ve hakikate ulaşma, hakkı ve adaleti tesis etme kabiliyet ve özellikleri yüklenmiştir.

Bu âlem geçicidir. İnsan, ahiret hayatını kazanmak için bu âlemde bulunmaktadır. Dolayısıyla gerçek anlamda ilmî ve İslâmî metodoloji, Allah’ın insanı yarattığında ona dünyayı geçici bir menzil olarak gösterdiği, asıl ebedî hayatın ahiret olduğu gerçeğini haber verdiği bilgisi üzerine inşa edilir.

İşte günümüz metodolojisi, insanı insan yapan bu mahiyete hiç ama hiç kapı aralamamaktadır.

İnsan ebedî bir hayat için yaratıldığı, buna bağlı olarak kendini ebedî saadete ulaştıracak ulvî bir hedefe kilitlemesi lazım geldiği halde, günümüz metodolojisi insanı bu hedefe yönlendirmek şöyle dursun, bunun önünde büyük bir engel teşkil etmektedir.

Sonuç, kendinden kaçan, Allah’ı unutan ve tabiatıyla buhran ve bunalıma sürüklenen insan yığınlarıdır. İnsanlığın içine düştüğü bu büyük badireden çıkabilmek için ilk yapılması gereken, yaldızlı laflarla ortaya atılan ve ilmî olduğu ispatlanmaya çalışılan günümüz metodolojisinin ilmî olmadığını, tam tersi ilim adına bir çıkmaz olduğunu fark etmek ve vahiy kaynaklı tek hak din olan İslâm’ın ortaya koyduğu, İslâm âlimlerinin elinde sistemleşen gerçek ilmî metodoloji ile insanlığı buluşturmaktır.

III- Naklî Deliller

Hakka ulaştıran ilimlerin kaynaklarından üçüncüsü de naklî delillerdir.

Naklî deliller hatasız ve noksansızdır. Zira vahye istinat etmektedir ve vahiy, Allah’ın noksansız ilmini ve hikmetini ifade eder.

Bundan dolayı diyoruz ki, naklî deliller gerek kâinatta gerekse insan fıtratında mevcut olan delillerin öncüsü mahiyetindedir ve hakkı bulmanın ve bilmenin net ölçüsünü ortaya koyar.

Cenâb-ı Hakk’ın “Rahim” sıfatının tecellisi olarak peygamber göndermesi, insanların naklî delilleri ölçü alması içindir. Şâyet bu deliller ölçü olursa kâinattaki ve insan fıtratındaki diğer deliller kendiliğinden mana ve mahiyet kazanır, ölçü ve nizam bulur.

Buna göre diyebiliriz ki, insanlık baştan beri naklî delillere, yani peygamberlerin haber ve uyarılarına kulak vermiş olsaydı, yeryüzünde huzursuzluğun kaynağı olan bâtıl, küfür, şirk ve zulüm asla hayat bulamazdı.

Günümüzde ne acıdır ki naklî deliller esas alınmadığı gibi, gündem bile edilmiyor. Bunun sebebi dünyaya şirk ve küfre düşmüş, sapkın kimselerin ve zalimlerin hâkim olmasıdır. Böyle gafil, zalim ve cahil kimselerin elinde olan ilmî çalışmalar sebebiyle yanlış yorumlamalara gidilmekte ve adi sebepler ilahlaştırılmaktadır. Bundan dolayı da ilimler ve bunların yorumları, hakkı arama iştiyakıyla yanan akılları tatmin edememektedir. Hâlbuki aklın, gerçek faili bilmesi ve bulması yoluyla mutlaka tatmin edilmesi gerekir.

İlmî bir dünya görüşü ancak kâinat, insan ve hayat makul bir izaha kavuştuğunda gelişir. Âlemdeki böyle ilmî izahın adına tevhidî dünya görüşü denir. İnsanın yaratılış gayesi tevhidî dünya görüşüyle hakkı bilmek, bulmak ve Allah huzurundaki mükellefiyetini yerine getirmektir. Bu meyanda akıl ve irade sahibi cinler ve insanlar mükellef tutulmuşlardır, hepsi de bir imtihan sahnesindedir ve farkında olsalar da olmasalar da hızla büyük hesap gününe yaklaşmaktadırlar.

Günümüz şartlarında ne yazık ki “Ben Müslümanım” diyenlerin birçoğu hayattan kopuk bir din anlayışı içinde olduğundan, İslâm’ı, tabiatıyla tevhidî dünya görüşünü anlamakta yanlış ve zaaflara düşmektedir.

Hele son Gazze olayları münasebetiyle müşahhas olarak ortaya çıkmıştır ki, yeryüzünde yaklaşık iki milyarlık bir kitle oluşturan Müslümanlar koyu bir dünyevîlik hastalığına yakalanmış durumdadırlar. İmanları onları marifetullaha ulaştırmaya, tevhidî dünya görüşü yoluyla dünya ile ahiret arasında ölçü ve denge kurmalarına yetmemektedir.

Hayata büyük ölçüde hâkim olan dünyevilik, nefsanilik ve esbabperestlik, ilimlere de sirayet etmiş ve İslâm’ın iman ve tevhid nuru ne acıdır ki perdelenmiştir.

Açık ve net söyleyelim:

Kâinattaki ilmî kanunların mecburi istikamet olarak gösterdiği tevhid ilmine yönelmemenin neticesi, ister istemez adi sebeplerin ilahlaştırılması, esbabperestlik diye bir şirk inancı, tesadüflerin putlaştırılması olacaktır.

Hâlbuki aklın, ilmin ve tecrübî delillerin ortaya koyduğu gerçek şudur ki, tesadüf ilimde bir değer ifade etmez. Matematikte düşünülebilecek en küçük sayı tahayyülü vardır ve buna “epsilon” denir. Epsilon sayısının matematikteki değeri, ihmal edilebilir yani yok sayılabilir olmasıdır.

İşte tesadüf denilen şeyin gerçek olma ihtimali, epsilon değerinden daha da küçüktür; yani tesadüf yok hükmündedir.

Tesadüfün kabulü halinde âlemdeki nizamı, intizamı, insandaki fıtrat düzenini ve bütün ilmî ve aklî kriterleri yok saymış oluruz. Ateizm denen ilhad fikri böyle bir kabulün, yani tesadüfün ilahlaştırılmasından başka bir şey değildir. 

Yapılması gereken, naklî delillerin hayatın merkezine oturtulması, her saha, her cihet ve her mekânda Allah’ın emir ve hükümlerinin hâkim olmasıdır.

Tevhidî dünya görüşü hayatın merkezine oturtulursa kâinat, insan ve hayat, gerçek izahına kavuşur. Kalpler ve akıllar tatmin olur, fıtrat kendine gelir ve tabii meyli olarak Hakka yönelir. Böylece kâinatta mevcut olan kevnî âyetlerle naklî delillerle gelen vahiy kaynaklı Kuran âyetleri hedefte, gayede, maksatta buluşmuş olur.

Elhasıl demek isteriz ki, hayat Allah’a dönüleceği ve ahirette hesap verileceği gerçeğine göre yaşanmalıdır. Bu hususta herkesten evvel uyanması gerekenler, ben Müslümanım diyenlerdir.

Ölümden korkan, cihadı terk eden, bölük pörçük olan bu halleriyle tabii olarak zillete düçar olan Müslümanların, hadis-i şerifte vehn hastalığı diye tanımlanan bu halden bir an evvel kurtulmaları gerekir.

Naklî deliller Müslümanların gönlünde ve hayatında olması gereken yere kavuşursa, âlem de nura kavuşacak, medeniyet, hak ve insanlık değerlerine ulaşabilecektir.

Böyle bir hayat geçmişte yaşanmıştır.

Nebevî haberlerden anlaşılmaktadır ki ahir zamana doğru tekrar yaşanacaktır, İslâm’ın ikinci haşmet hâkimiyet dönemi muhakkak gelecektir. Hepimiz buna iman edip ümitvar olmalıyız ve bu uğurda görevlerimizi yapmalıyız.

Netice:

Yukarıda izah edilen bu üç ilim kaynağından ilk ikisinin hal lisanıyla, üçüncüsünün, yani naklî delillerin ise ilâhî bir beyan olarak verdiği mesaj, “tevhid ilmi”dir. Adi sebepler esas alınıp doğa / tabiat putlaştırıldığında günümüzde olduğu gibi, bilim denilen tabii ve fenni ilimlerin hizmet etmesi gereken gaye sapar, dolayısıyla insanlar da hakka ulaştıran yoldan alıkonmuş olur.

İşte günümüzde küresel çapta yaşanan ilim kisvesi altındaki katmerli cehaletin sebebi budur: Tevhidden uzak kalmak…

Ezcümle demek isteriz ki asrî cehaletin temelinde maddeyi / mahlûkatı putlaştırmak vardır.

O halde bu cehaletin zıddı, Allah’ı bilmek ve tanımaktır. Medeniyetin, gerçek ilim ve hikmetin sebebi ve dayanağı da Allah’ı bilmek, tanımak ve O’na ibadet etmektir. 

Bu hakikat ilminin mümessilleri, vahyin mesajını alan İslâm âlimleridir. Ve bu büyük gerçeğe bizzat Allah ve melekleri de şahittir. İşte bu konuya vurgu yapan âyet-i kerîme:

“Allah, melekler ve ölçü sahibi âlimler, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler…” (Âl-i İmran: 18)

İnsanlık ancak ve sadece Allah’a imanı merkeze alan tevhidî dünya görüşüyle kurtulabilir. Başka bir ifadeyle deriz ki, tek çıkar yol ferdî, toplumsal ve cihanşümul planda marifetullahtır; Allah’ı bilme ve tanıma ilmidir.

İlim, teknik, medeniyet, huzur ve saadetin teminatı, Allah’ı bilmek ve tanımak, O’na iman ve ibadet etmektir. İnsan hak ve hürriyetlerinin, dünyevî ve uhrevî saadetin teminatı da budur.

Gelecek yazımızda günümüz metodolojisini bir de hakka ulaştıran ilim vasıtaları açısından değerlendireceğiz.