Ayasofya, Kariye ve “dinlerarası diyalog” mantığıyla dizayn edilen diğer bütün camilerdeki bu uygulamaların, “teslis / şirk sembolleri” sebebiyle bir akaid ihlali olduğunu; bundan dönülmezse sürecin “dinin / İslam’ın tahrifini” de beraberinde getireceğini ısrarla ifade etmemize rağmen, başta bu mekânlarda ibadete devam edenler olmak üzere, insanımızdaki izahı yapılamayacak sessizlik bizi endişelendirmekte ve derinden müteessir etmektedir.
Bundan daha vahimi ise ilim adamlarımızın, tevhid akaidini çok iyi bildiğine inandığımız hocalarımızın sükût etmesi ve harekete geçmemesidir.
Bu serzenişi yaparken müşahhas manada herhangi bir hocamızı hedef ittihaz etmiyor, asla nokta tayini yapmıyoruz.
Ama ortada bir facia olduğu ve kanayan bu yaraya bir an evvel neşter vurulması gerektiği de aşikârdır.
Bu tespiti yaparken hiç kimseye -haşa- akıl vermiyor, bilgiçlik de taslamıyoruz.
Tam tersi biz haddimizi hududumuzu bilir, her biri bir cevher, büyük birer değer olan ilim ehline karşı saygı ve sevgi göstermede kusur etmemeye çalışırız. Zaten bu “Ancak müminler kardeştir” ilahi düsturunun tabii bir gereğidir.
Ne var ki içinde bulunduğumuz manzara manen adeta bir yangın yerini andırıyor.
Açık ve net söyleyelim:
Bu sessizlik böyle devam eder de camilerimize musallat olan bu şirk uygulamalarına son verilmez ise -korkumuz odur ki- bu tarz akaid ihlalleri zamanla normal kabul edilmeye başlanacak, bu durum milletimizin istikametten sapması sonucunu hazırlayacak; bu da buna susanları ebedî bir felaket tehdidi ile karşı karşıya bırakacaktır.
Hem inancımızda “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” ilke ve prensibi varken; haksızlık ve zulmün en büyüğü olan “şirk”in (Bak: Lokman: 13) icrası karşısında sessiz kalmanın hesabı verilebilir mi?
Her biri sahasında ehliyetli ve bir o kadar da kıymetli hocalarımıza, bir fikir teatisi babında üç soru soralım:
Bir: Cami ve mescidlerde yapılan ibadetlerin icrası Kitap ve Sünnet kaynaklı değil midir? Gerek nass gerekse daha şümullü şekli edille-i şeriyye ile sabit olduğuna göre, bu mekânlara hâkim olması gereken mana ve mahiyet tevhid, ihlas ve takva değil midir? Ve Allahu Teâlâ Maide: 27’de “Allah ancak takva sahiplerinin amelini kabul eder” buyurmuyor mu?
İki: Bahsi geçen camilerimize musallat olan haç, Meryem - İsa figürleri, tanrı İsa portreleri, kanatlı melekler, Hıristiyan azizlerin resimleri vs. Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü tanrı) inancını sembolize etmiyor mu? Ve bu durum Kuran ayetleriyle (Tevbe: 30, 31; Maide: 73, Âl-i İmran 64 gibi) haber verilip müminler şirkten sakındırılmıyor mu?
Üç: Birinci soruda konu olan “tevhid, ihlas ve takva”, ikinci soruda konu olan “şirk sembolleri” ile “Allah’ın evi” statüsündeki camilerde nasıl olur da bir arada bulunabilir?
Şirkten sakındıran ayetlerden birini mealen hatırlayalım:
“Allah’a yönelen, O’na ortak koşmayan kimseler (olun). Kim Allah’a ortak koşarsa, sanki gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir.” (Hac: 31)
Hocaların hocası, âlim, arif, Allah dostu, mütefekkir ve insan-ı kâmil İmam Rabbani (k.s.) şirk ve küfür alametlerinden sakınmayanlar hakkında şu fetvayı veriyor:
“İman, inanılması zorunlu olan bilgileri kalbin tasdik etmesi, yani inanması demektir. Bu tasdikin alameti, küfürden uzaklaşmak ve kâfirlikten sakınmaktır. Kâfirlikten sakınmak da, küfre mahsus şeylerden, mesela zünnar bağlamak gibi küfür alametlerini kullanmaktan sakınmak … demektir. Tasdik edip de, zaruret olmadığı halde, küfürden sakınmayan Müslüman mürted olur.” (Mektubat, 1. Cilt, 266. Mektup, 3. Cilt, 16. Mektup)
Bu fetvada geçen ve Hıristiyanlıktaki teslis şirkini sembolize eden “zünnar” ile, camilerimizde arz-ı endam eden haç, tanrı İsa, Meryem - İsa figürleri arasında “şirk sembolü” olmak bakımından ne fark vardır? Hatta teslis şirkinin en belirgin ve açık alameti, yani alamet-i farikası “haç” değil midir? Bunu kim inkâr edebilir?
Bu üç sorunun cevabı da açık ve net iken, günümüzde âlim ve hocalardan beklenen susmak, hiçbir şey olmamış gibi davranmak mıdır?
Kıymetli hocalarım ve kardeşlerim,
Sizi çok sevdiğimi açıkça ilan ediyorum.
Ancak 1200 yıldır İslam’ı temsil ve müdafaa mevkiinde olan bir millet, bütün bu şirk uygulamaları karşısında susmakla hızla istikametten sapıyor. Buna seyirci mi kalacağız?
Korkarız ki bu vahim uygulama zaman içinde “ortak mabed” söylemiyle Mescid-i Aksâ’ya da sıçrayacaktır. Belli çevre ve şahıslardan zaman zaman bu yönde sözler duymaktayız. “Mescid-i Aksâ üç semavi dinin mukaddes mekânıdır, o halde buraya ortak mabed statüsü verilsin ve böylece barış temin edilsin” deniyor. Bu, tabir-i caizse şeytanın bile aklına gelmeyecek bir hinoğlu hinliktir. Mescid- Aksâ’yı altın tepside küffara teslim etmektir.
Dinlerarası diyalog küfrü şayet Mescid-i Aksâ’ya ârız olursa, bu musibetin kısa süre içinde Ravza-yı Mutahhara ve Mescid-i Haram’a / Kâbe’ye de sıçrayacağından korkulmalıdır.
Ne acıdır ki Suudi Arabistan’da bu menfur emelin zemini hazırlanmakta, Vatikan tarafından Medine’de devasa bir kilise yapılacağından bahsedilmektedir.
Bu planlar vuku bulursa, tevhidin üç başkenti de düşmüş olur. İslam akidesi sapar. Allah muhafaza eylesin.
Lakin görünen köy de kılavuz istemez. Hıristiyanlık ve Yahudiliğin, yani muharref dinlerin başına gelen tahrifat, Yüce Dinimiz İslam’ın da başına getirilmek istenmektedir. Bu ise bugün İslam dünyasının ve Müslümanların maruz kaldığı hiçbir musibetle mukayese kabul etmeyecek kadar şiddetli ve telafisi imkânsız sonuçlar doğurur.
Emin olunuz ki felaket tellallığı yapmıyoruz. Belki de tarih boyunca hiç yaşanmadığı kadar büyük bir tehlikenin ayak seslerini duyuyor, hissediyor ve buna göre konuşuyoruz.
Takdir edersiniz ki, böyle bir ortamda susmanın vebalinin altından hiç kimse kalkamaz.
Yapılması gereken, Ayasofya ve Kariye başta olmak üzere, aynı bedbahtlığa maruz bırakılmış bütün cami ve mescitlerimize sahip çıkmak, buraların şirk unsurlarından arındırılmasını temin ederek aynı fecaatlerin tekrar yaşanmaması için bu uygulamaların önüne manevi bir duvar gibi dikilmektir. Ve hiç şüphesiz ki bunu ancak akaid ölçülerini bilen, ilim ehli, güzide hocalarımız yapacaktır ve yapmalıdır.
Siyasi mülahazalarla bu tarz uygulamalara imza atan veya olur veren yetkili ve sorumlulara ilmî ve itikâdî cihetten meselenin vehametini anlatmak, kanaatimizce onlara yapılabilecek en büyük iyiliktir. Çünkü ortadaki tehlike onların hem siyasi ikballerini hem de bununla mukayese bile kabul etmeyecek şekilde ebedi hayatlarını tehdit etmektedir.
Şu da var ki bizim yaklaşımımız itikâdîdir; başka bir ifadeyle Kitap ve Sünnet merkezlidir. Asla siyasi bir kaygıya istinat etmemektedir.
Bununla birlikte her hususta milletle bütünleşmeyi siyasetinin mihverine yerleştiren ve bu iddiada olan iktidarın, hem “hak bir söze kulak vermeyi” hem de bu suretle “siyasi fayda temin etmeyi” tercih edeceğini düşünüyoruz.
Bu sebeple bizi takip edenler, sesimizi duyanlar, bizim gibi bu dertle dertlenenler içinde siyasilere gerekli mesajı ulaştırma imkânına sahip olanlar bu vazifeyi yapar da, milletimiz de onları desteklerse, bu müzmin sorunun en kısa zamanda çözülebileceğine inanıyoruz. Bu, aynı zamanda halkımızın demokratik hakkıdır.
Evet, bu milletin içinden çıkarak idare ve yönetimde söz sahibi olanların, milletimizle asırlardır mücadele halinde olan batılı çevrelerin; Vatikan’ın, Kiliseler Birliğinin, Ilımlı İslam’ı projelendiren ABD’li Evangelistlerin, UNESCO’nun, değil; bizzat bu milletin inanç, kültür, değer ve beklentilerini öne çıkaracağına inanıyoruz.
Ancak “ağlamayan çocuğa meme verilmez” tecrübesi de hatırdan çıkarılmamalıdır. Âlimler, hocalar, âkil adamlar, basiret ve feraset erbabı her kim varsa, samimiyetle bu davaya sahip çıkmalı; iç barışa, toplumsal mutabakata hizmet eden bir yol ve metod ortaya koymalıdır. Bu, ilim ehli hocalarımızın ilimlerinin gereği boyunlarının borcudur; ilimle birlikte imandan da kaynaklı vazifeleridir.
Bahsettiğimiz bu faciayı yok saymak, görmezden gelmek, basite almak, ne yapalım deyip kenara çekilmek, hem kendimize hem milletimize yapılabilecek en büyük kötülük olur.
Nitekim malumunuz olduğu üzere Yüce Dinimiz İslam’da, hususiyle Kuran-ı Kerim’de ilmi gizlemenin, konuşmak gereken yerde susmanın, hakkı söylememenin vebaline dikkat çeken birçok delil mevcuttur. Aşağıdaki ayet-i kerimeler bunun en vurucu örneklerindendir:
“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayeti Kitap’ta açıklamamızdan sonra onları gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet etme konumunda olanlar lânet eder. Ancak tövbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar (lânetlenmekten) kurtulmuşlardır. Çünkü ben onların tövbelerini kabul ederim. Zira ben tövbeleri çok kabul edenim, çok merhamet edenim.” (Bakara: 159- 160)
“Allah’ın indirdiği kitaptan bir kısmını gizleyip onu az bir bedel ile değişenler (var ya); işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyamet günü Allah, onlarla ne konuşacak, ne de onları arıtacaktır. Onlar için elem dolu bir azap vardır.” (Bakara: 174)
Meali verilen bu ayetlerdeki tehdit her iman sahibinin kalbini titretmelidir.
Bu hususta saymakla bitiremeyeceğimiz daha nice delil mevcuttur.
Yani meselenin hafife alınacak, keyfî davranılacak bir yanı yoktur.
Kaldı ki bu meseleyi seslendirmek siyasi, hukuki, sosyolojik manada hiçbirimiz için bir tehdit ve tehlike de oluşturmuyor.
Peki o halde bu kadar hayatî bir meselede neden susulmaktadır?
Böylece bu tehlikeyi bir kere de bu yazı vesilesiyle şimdiye kadar duymayanlara, bilmeyenlere haber vermiş oluyoruz.
Gerekçeleriyle ortaya konmuş bu beyanımız, aynı zamanda bütün güzide hocalarımıza bir çağrımızdır. Bu çağrımızı bu son cümle itibariyle bir kere daha tekrar eder; bu hayatî meselede Müslüman milletimize öncü olmalarını bekler, her birine Cenâb-ı Hakk’tan sağlık, selamet, istikamet, din-i İslam’a hizmetle bereketlenmiş bir ömür niyaz ederiz.