Bu yazımızda “İlmi Gizlemeyelim, Hakkı Söyleyelim” diyerek dile getirdiğimiz talep ve çağrımızın tabii açılımı mahiyetinde, hak ve hakikatin kaynağının “tevhid ilmi” ve tevhidin de “hakka ulaştıran tek yol” olduğu konusunu gündem edeceğiz.
Bugün tabii ve fenni ilimlerle tevhid ilmi arasında muvazene ve münasebet kuramayan ilim dünyasına bir mühim gerçeği hatırlatarak başlamak isteriz:
Evet, sebep ve netice arasındaki münasebetin kurulması ve bunun düşünce tarzı haline getirilmesi “ilim” olarak ifade edilir; bu doğrudur. Ancak sebeple netice arasında irtibat kurulurken, sebebin aslî mi yoksa adi mi olduğuna da dikkat etmek gerekir.
Günümüzde ne yazık ki özellikle tabii ve fenni ilimlerde pek çok sebep gündem edildiği halde, bu sebeplerin aslî sebep mi, adi sebep mi olduğuna hiç önem verilmiyor. Bu, ilimde asıl maksat olan “hakkın ortaya çıkarılması” noktasında korkunç bir handikaptır.
Biz “ilmi gizlemeyelim, hakkı söyleyelim” dediğimizde muhatabımızın İslam âlimleri ve araştırmacıları olduğu malumdur. Ama onlar, bu vazifelerine ilave olarak bir şeyle daha mükelleftirler. O da, ilmin mahiyet ve hedefinin saptırılması sebebiyle, bu sahada mesai harcadığı halde İslam’dan mahrum kalan araştırmacılara ilmin gayesi ve metodolojisi konusunda yol gösterici olmaktır.
Günümüzde fenni ilimlerin, kendileriyle iştigal edenleri hakka ulaştırması gereken vasıtalar olması icap ederken, tam tersi onları “esbâbperestlik” dediğimiz şirk bataklığına sürüklüyor olması sebebiyle konuyu böyle biraz daha derinden ele almaya mecbur kalıyoruz.
1- İlmî Düşüncede Hakiki Faili Tespit Meselesi
Âlemde cereyan eden hadiselerde ve özellikle de ilmî meselelerin izahında, sebep - sonuç münasebetini incelerken “hakiki fail” tespit ve ifade edilmezse, ilimden maksat hâsıl olmamış olur. Zira ilmin gaye ve hedefini belirlemede hakiki faili bilmek ve tanımak olmazsa olmaz şarttır.
Ne demek istediğimizi bazı misallerle anlatmaya çalışalım:
Bir: İnsanların en zaruri ihtiyacı olan su, yağmurlarla ortaya çıkar. Yağmur Kuran’ın da haber verdiği gibi (Bkz. Nahl: 65) buluttan yağdırılır. Bulut, denizlerden ve okyanuslardan buharlaşarak yükselen su buharıdır. Su buharı, kimya formülü olarak iki molekül hidrojen ve bir molekül oksijenin birleşmesinden, atom ağırlığı 18 olarak meydana gelir. Yani “madde” kavramının şartları içinde gelişir.
Bunun manası şudur: Su buharı nerede, ne zaman ve hangi miktarda yağmur yağacağına karar verecek irade ve ilimden mahrumdur. Kendisini sevk ve idare eden kuvvete teslim olmuş bir nesnedir. Bunu akıl sahibi herkes kolayca anlar, ayrıca ispata lüzum yoktur. O halde hayatın kaynağı olan suyu bize su buharı vermiyor; o su buharını da sevk ve idare eden hakiki fail olan bir kudret veriyor.
İki: İkinci örneğimiz topraktır. Yine her insan ispata gerek olmadan bilir ki, toprak ilmi, iradesi, kendine ait kudreti olan bir varlık değildir; o da bir nesnedir ve kendisini sevk ve idare eden kudretin iradesine teslim olmuştur. Toprak bize enva-i çeşit, tadı, kokusu, rengi farklı farklı nimetler sunar. Ama bu nimetleri topraktan bilmek çok büyük bir cahillik ve nankörlüktür. Çünkü toprağı vasıta kılan, hayatın devamına vesile olacak nimetleri yaratan hakiki bir fail, bir kudret olduğu ilmî bir gerçektir.
Üç: Yağmurda da, toprakta da, diğer bütün her şeyde de, maddi boyutta işin merkezinde atom ve moleküller vardır.
Atom ve molekül dediğimiz zaman, maddenin en küçük parçasından bahsetmiş oluyoruz. Maddenin en küçük parçası olan atom, gözle görülmese ve hatta mikroskop altında bile müşahede edilmese de, ilmen bilinir ki maddedir, maddenin tâbi olduğu, fizikte Newton prensipleri diye ifade edilen hareket kanunlarına tâbidir. Peki, Newton’un bu konudaki prensibi neydi?
“Duran bir cisim kendi kendine harekete geçemez, hareketliyse kendiliğinden duramaz. Bir cisim hareket ediyorsa onu hareket ettiren, duruyorsa da durduran bir kuvvet vardır ve bu kuvvet maddenin dışında ona tesir eden aktif bir dış kuvvettir.”
İşte bu prensip de, maddenin en küçük parçası olan atom ve molekülün de bir “nesne” hüviyetiyle, kendisini harekete sevk eden bir failin iradesine teslim olduğunu gösterir.
Dört: Son bir örnek de canlının en küçük parçası olan “hücre” olsun.
Hücre, atom ve moleküllerden meydana gelir. Hayati faaliyetleri en mükemmel şekilde yürüten en küçük yapı birimidir. Hücrenin de ilim, irade, kudret ortaya koyacak bir özelliği yoktur. Lisan-ı haliyle bize şunu söyler: Beni de bir kuvvet ve kudret sevk ve idare ediyor.
Burada verdiğimiz örneklerin hepsinde ortak hususiyet, sayılan bu varlıkların nesne oluşudur. Bunu genelleştirirsek aslında bütün kâinat nesnedir.
Şimdi tam da burada hepimizin okulda öğrendiğimiz basit bir dilbilgisi konusunu hatırlayalım: Cümlede başlıca üç öğe bulunur. Özne, yüklem ve nesne.
Bunun gibi, eğer ortada bir “fiil” ve bu fiilden etkilenen bir “nesne” varsa, burada ilmen ve mantıken bir fail aranır.
Yukarıda verdiğimiz örneklerde bütün nesneler bir faaliyet içindedir. Yani “nesne” ve “fiil” şartı yerine gelmiştir. Peki, o halde fail kimdir?
İşte ilim adamının asıl vazifesi o failden haber vermektir. Kaldı ki bu faili tanımak, ilim adamı olsun olmasın, her insanın vazifesidir.
Burada yaşanan gerçek şudur:
Nesne ve fiil ortadadır. Nesnelerin tâbi olduğu adi sebepler de ortadadır. Fakat “gerçek sebep” zahiren müşahede olunamamaktadır.
İnsan olmanın gereği, zahiren müşahede edilemese de bu gerçek sebebi, bu hakiki faili, yani yaratıcıyı tanımak ve kabul etmektir. Zira bu failin varlığı, fiilin ve nesnenin varlığından daha zaruridir. Çünkü fail olmadan nesnenin de, fiilin de varlığından söz edilemez.
İşte bu fail, bütün kâinatı “nesne” olarak yaratan ve onları “Sünnetullah” denen kanunlarına ram eden Yüce Allah’tır. Onun varlığı zaruridir. İlm-i kelam tabiriyle o “vacibu’l vücud”dur. İlimlerin sebep - sonuç ilişkisi açısından da “müsebbibü’l esbâb”dır, yani sebeplerin hakiki sebebidir.
İmam Gazali, tevhid ilmini anlatırken, hadiselerdeki “hakiki fail” gerçeğini izah sadedinde “Yüce Allah’ın varlığı o kadar açık ve nettir ki, O, ZUHURUNUN ŞİDDETİNDEN GİZLENMİŞTİR” der. Yani O’nun varlığına, birliğine, ilmine, kudretine o kadar çok delil vardır ki, bu deliller karşısında akıl hayrette kalır.
Uzun süre güneşe bakan bir göz nasıl geçici körlük yaşarsa, akıl ve idrak de bu sonsuz deliller karşısında kamaşır kalır. Zamanla bu hal birçok kişide ünsiyet haline gelir ve -Allah korusun- basiretsizlikle neticelenir.
İşte yazımızın başından beri dikkat çekmek istediğimiz asıl nokta burasıdır:
İlimde hakiki faile ulaşılamadığı takdirde aradaki adi sebepler ilahlaştırılır ve insanlar şirk uçurumuna yuvarlanırlar. Tıpkı günümüzde olduğu gibi…
Evet, günümüzde müsbet ilim deyip de adi sebepleri putlaştıran sözde ilim adamları bu handikabı aşmak zorundadırlar. İlimle hak ve hakikat arasındaki tabii ve fıtrî bağ, ancak o zaman kurulmuş olur.
Bu yapılmadığı; fenni ilimler sebeplere bağlanıp bu sebepler bir nevi ilahlaştırıldığı için, ilimler sanki şirke sebep oluyormuş gibi büyük bir yanılgı ortaya çıkmaktadır.
2- Pozitivist Felsefenin İlimlere Metod Olarak Kullanılması Ateizmi Körüklemiştir
Materyalist felsefeyi esas alan pozitivizm, maalesef insanlığı bir çıkmaza ve şirk bataklığına sürüklemiştir. Diğer unsurlarıyla beraber pozitivizmi de kaynakları arasına alan batı kültürü, dünya kültürü haline gelmiş ve bu da ateizmi körüklemiştir.
İşte bugün tabii ve fenni ilimlerin yanlış yorumlanmasıyla düşülen sapkınlığın ana sebebi budur.
Bunun çaresi, kâinattaki olaylarda adi sebeplerle asıl sebep arasındaki bağlantıyı bilmek, müsebbibü’l- esbâb olan zât-ı vâcibu’l- vücud Allah’ı tanımaktır. Yani tevhid ilmidir; başka bir ifadeyle marifetullahtır.
Kuran, daha ilk ayetiyle ateizmin kökünü kazımış ve ilmin hikmet ve gayesini ortaya koymuştur: “Allah’ın adıyla oku!” (Alak: 1) Bu emir materyalizmi ve ilim hüviyetinde pazarlanmaya kalkılan diğer bütün çağdaş hurafeleri ve şirk unsurlarını yerle yeksan eder.
Konumuz olan “ilmi gizlememek ve hakkı söylemek” açısından bu noktada şunu ifade etmeliyiz:
Hakka ulaştıran gerçek ilmi ve hakiki sebebi bilmeden girilen tüm yollar çıkmaz sokaktır.
İlimlere uygulanan yanlış metod sebebiyle hak ortaya çıkmayınca, şirke bulaşmış bu ilim ve düşünce anlayışı sadece tabii ve fenni olaylara değil; dinî, kültürel ve sosyal olaylara da tatbik edilmiş ve bu da korkunç bir karmaşaya sebebiyet vermiştir.
Mesela günümüzde birçok cahil, gafil veya hain “üç büyük din”, “semavi dinler” gibi nitelemelerle dinlerarası diyaloga davetiye çıkarmakta, böylece tek hak din olan İslam’ı, şirke bulanmış muharref dinlerle bir tutup eşitlemeye kalkmaktadırlar. Ve çok büyük bir akaid sapmasına sebep olan bu manzara, aynı zamanda hakkı bilmenin, anlamanın ve söylemenin önündeki en büyük engeli teşkil etmektedir.
Gerek tabii ve fenni olaylardaki gerekse de dinî, kültürel ve sosyal meselelerdeki bütün bu sapkınlıkların kaynağı, 18. asırda batıda zuhur eden pozitivist felsefedir. Bu felsefe insanlığı kopkoyu bir küfre ve şirke sürüklemiştir. Ne acıdır ki pozitivizm esasen sadece bir “felsefe” olduğu halde, temel prensibi olan determinizm ile birlikte, 18. asırdan sonra tabii ilimlere “metod” olmuş, böylece inkarcı felsefe “bilimsellik” postuna bürünmüştür.
Pozitivizm ve determinizm, bütün ilmî ve sosyal olaylara mutlaka “maddi bir sebep” bulma hastalığıyla maluldür. Bu sebeple ilmî çalışmalara bu felsefelerin hâkim olduğu dönemlerde tabii ve fenni ilimleri tahsil edenler genellikle ateizm / inkârcılık belasına müptela olmuşlardır.
Ne acıdır ki bu dönemlerde tabii ve fenni ilimlerin “lisan-ı hali” gereği gibi anlaşılamamıştır. Kim bilir, belki de ateizme sürüklenen toplumun bir arayışa girmesinin önü kesilmek istenmiştir.
Hâlbuki ilimlerin lisan-ı halini anlamak son derece basittir.
3- İlimlerin Lisanı-ı Hali; “Nasıl” ve “Niçin” Sorularının Önemi
İlimler olayların “nasıllığını” yani “vuku buluş şeklini” anlatır, durum tespiti yapar. Bu durum tespitinde görülen ve gösterilen sebepler, adi sebeplerdir. Yapılması gereken, nasıllığı anlatılan ilmî olaylara “niçin” sorusunu da sormaktır.
Şayet bu “niçin” sorusu sorulabilseydi, ilimlerin adi sebeplerinin arkasındaki “hakiki sebebe” yol bulunacaktı. Yani mahlûkatın tâbi olduğu kanunlar ilahlaştırılmayacak; o kanunları yürürlüğe koyan ilahi irade tanınmış olacaktı. Bu da insanları bütün ilimlerin kaynağı olan ve Allah’ın birliğini esas alan tevhid ilmine ulaştıracaktı.
İşte bu yapılmadığı için, bir “doğa” yahut “tabiat” teranesidir ki tutturulmuş, mahiyeti ve vasıfları açıklanmadan kullanılan bu kavramlar adeta Allah’a ortak koşulan birer şirk unsuru haline getirilmiştir. “Doğanın verdikleri”, “doğanın cömertliği”, “doğanın gücü”, “doğanın mucizeleri” gibi tabirlerin günümüzde ne kadar çok kullanıldığı ve ne kadar tabii karşılandığı herkesin malumudur.
Böyle metodoloji hataları yüzünden, ilimle uğraşan insanlar, hakkı bulmak ve irfana ulaşmak yerine ekseriyetle şirke bulaşmış, üstelik bu halleriyle de toplumda “aydın” kimliğini temsil etmişlerdir. Hâlbuki güya “aydın” denen bu insanlar, hakikatte bütün varlıklarını kuşatan koyu bir kasvet içinde mutsuz mu mutsuz hayatlar yaşamışlardır.
Mızrak çuvala sığmaz hale gelince ateizmin saltanatı da sarsılmış, ilmin lisanını anlayan, “inanmayı” ilmin tabii ve zaruri sonucu kabul eden, bu sebeple ateizmi reddeden bilim adamları yetişmeye başlamıştır.
Ne çare ki, aklın ve fıtratın sesini dinleyerek bir “tanrı” inancına sahip olan bu insanlar da genellikle ya muharref dinlerin kıskacından kurtulamamış ya kendi aklî çıkarımlarını kendine “din” edinmiş; dolayısıyla da Allah’ın zatını ve sıfatlarını bilmek yoluyla hâsıl olan hakiki ve kurtarıcı bir imana erişememişlerdir.
Evet, maalesef dünya böyle bir badireye sürüklenmiş vaziyettedir.
Sebebi de ilmin metodolojisini bilmemektir.
Bugün dünyadaki ilmî faaliyetlere hâkim olan metodolojide “ilmin kaynak ve vasıtaları” doğru bilinmemekte ve tabiatıyla da doğru kullanılmamaktadır. Bu, insanlığın cehalet, küfür ve şirke sürüklenmesinin en önemli sebebidir.
İlmin kaynak ve vasıtalarını ancak ve sadece İslam ortaya koymuştur. Çünkü İslam vahiy kaynaklı, hak ve hakikat membaıdır.
O halde şunu da çok rahat söyleyebiliriz ki, gerçek ilmî düşünce, hakkı ortaya çıkaran gerçek ilim, ancak Müslüman âlim ve araştırmacıların tefekkürü ve algılaması yoluyla zuhur eder.
Şimdi bütün bu izahları, yazı konumuzla ilişkilendirelim:
Hatırlanacağı gibi son yazılarımızda “ilmi gizlememekten, hakkı söylemekten” bahsediyoruz.
Bu mevkide olan kimseler her şeyden evvel “gerçek ilim”e sahip olmalı; “ilim”le “hak” arasındaki bağlantıyı sağlıklı bir şekilde kurabilmeli ve -yukarıda da belirttiğimiz gibi- bu husustaki tebliğ ve öncülük vazifelerini yerine getirmelidirler.
Gelecek yazımızda önemine binaen ilmin kaynak ve vasıtalarından bahsedeceğiz.