“Allah’ın mescidlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.” (Tevbe: 18)

Bu yazımızda, Ayasofya ve Kariye Camilerinde yaşanan ve tam bir akaid ihlali manasına gelen, “cami içinde teslis / şirk sembollerinin açık halde bırakılması” hususunu, bir de Tevbe: 17 ve 18. Ayetler ışığında “mescidlerin imarı” cihetiyle tahlil etmeye çalışacağız.

Bu konunun “Camiler Haftasına” denk gelmesinin, aylardır dikkat çektiğimiz bu itikâdî tehlikenin bertaraf edilip telafi yoluna gidilmesine vesile olmasını temenni ederiz.

I- Mescidlerin İmarı Ne Demektir?

İmar, lügatte canlandırma, şenlendirme, bayındır hale getirme, bir şeyi maksadına uygun olarak insanların istifadesine sunma gibi anlamlara gelir.

Mescidlerin imarı deyince bu mekânları içinde tevhid, ihlas, huşu ve huzur ile ibadet edebilmek için madden ve manen hazırlamak, elverişli hale getirmek anlaşılır.

Öncelikle bu meseleye mesnet teşkil eden ayetleri mealen aktaralım:

“Allah’a ortak koşanların, inkârlarına bizzat kendileri şahitlik edip dururken, Allah’ın mescidlerini imar etmeleri düşünülemez (buna hakları yoktur). Onların bütün amelleri boşa gitmiştir. Onlar ateşte ebedî kalacaklardır.

Allah’ın mescidlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.” (Tevbe: 17 – 18)

Tefsirlerde bu ayetlerin izahı sadedinde çok geniş izahlar yapılmaktadır. Celal Yıldırım Tefsirinden bir misal aktaralım:

“Cami ve mescidleri imar etmek iki türlüdür.

Birincisi, onarılacak yerlerini onarmak, ibadete elverişli hale getirmektir. İkincisi, namaz, dua, niyaz, zikir ve tesbihle süsleyip manevi yönden bayındır hale sokmaktır. Bu iki ayrı imara ancak gerçek müminler ehildirler ve aynı zamanda görevlidirler.

Müşriklerin Camilere Yardımı:

Müşriklerin ne fiilen imarı ne nakdî yardımı ne de bunun için vasiyeti kabul edilir. El- Vahidi’nin de açıkladığı gibi, ayetin (Tevbe: 17) açık delaletinden onların mescidleri imar etmelerine cevaz verilmeyeceği gibi, bu konuda yapacakları vasiyetleri de yerine getirilmez. Getirmek isteyenler olursa kabul edilmez.”[1]

Konuyla ilgili Ruhu’l Beyan Tefsirinde de gayet güzel izahlar vardır; arzu edenler bakabilir. (c. 3, s. 401.)

II- Allah’ın Mescidlerini / Camileri Kimler İmar Edemez?

Yukarıda meali verilen Tevbe 17. Ayetten anlaşılacağı üzere kâfir ve müşrikler mescidleri imar edemezler.

Peki neden?

Çünkü mescidler tevhid ve ihlas mekânıdırlar ve Allah’ın evi mesabesindedirler.  

İlgili ayette dikkat çekilen şu üç husus, onların mescidleri imar etmelerine engel teşkil eder:

Bir: Onlar, küfürlerine bizzat kendileri şahittirler.

İki: Küfürde olmaları sebebiyle bütün yaptıkları boşa gidecektir.

Üç: Ebediyen ateşte, azapta kalacaklardır.

Şimdi bunları kısaca açalım:

Bir:

Kâfir ve müşriklerin, küfürlerine bizzat kendilerinin şahit olması hususunda Kurtubi Tefsirinde şöyle denilmektedir:

“Es- Süddî der ki: Onların kâfir olduklarına dair şahitlikleri şudur:

Hıristiyan’a ‘Dinin nedir?’ diye sorduğun vakit o, ‘Ben bir Hıristiyan’ım’ Yahudi’ye aynı soruyu sorarsan ‘Ben Yahudi’yim’ Sabi’ye aynı soruyu sorarsan ‘Ben de Sabi’yim’ müşrike ‘Senin dinin ne?’ diye sorulunca da ‘Ben müşrikim’ demesi şeklindedir.” (c. 8, s. 156.)

Yani gayrimüslimlerin hangi dinden olduklarını kendi ağızlarıyla söylemeleri, kendi küfürlerine şahitlik yapmaları demektir.

Onların Müslümanların mescidlerini imar edememelerinin birinci sebebi budur.

İki:

Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Çünkü amellere değer kazandıran imandır. Tek hak din olan İslam’a tâbi olmayan bir kişi Allah nezdinde iman etmiş olmayacağından hiçbir ameli değerlendirmeye alınmaz. Ayet-i kerimede ifade edildiği gibi bütün amelleri boşa gitmiş olur. (habitat a'mâluhum, Âl-i İmran: 22; hebâen mensura, Furkan: 23)

Bu da onların Müslümanların mescidini imar etmesine engel teşkil eder.

Üç:

Onlar iman etmemeleri sebebiyle ebediyen ateşte kalacaklarıdır.

Kâfir ve müşriklerin amellerinin kendilerine fayda vermeyeceğine dair Kadı İyad şöyle der:

“İnkârcıların yaptıkları hayırlı işlerin kendilerine fayda vermeyeceği konusunda icmâ vardır. Onlar nimetlerden istifade edemeyecekleri gibi, azapları da hafifletilmeyecektir. Fakat bazıları işledikleri suçlardan ötürü diğerlerine göre daha şiddetli bir azap göreceklerdir.

Fıkıhçı İmam Beyhaki de şöyle der:

Bu ayetlerden ve haberlerden inkârcı kimselerin işledikleri hayırların batıl olduğu, kendilerine fayda veremeyeceği anlaşılır. İşledikleri hayırlar vasıtasıyla cehennemden kurtulamayacak onlar…”[2]

Kâfir ve müşriklerin ebediyen ateşte kalacakları muteber bütün tefsirlerde kesin bir bilgi olarak yer alır. Bir örnek de Ali Sabuni Tefsirinden verelim:

“İbn Abbas şöyle der: Kuran’da geçen ‘asâ’ fiillerinin hepsi kesinlik ifade eder… Ebu Hayyan şöyle der: ‘Asâ fiili Kuran’ın neresinde gelirse gelsin, Allah için kullanılmışsa kesinlik ifade eder. Burada (Tevbe: 17’de) asâ fiilinin kullanılmış olması, müşriklerin hidayete erenlerden olma ümidini tamamen ortadan kaldırır.” [3]

Tefsirlerden anlaşıldığına göre (Tevbe:17’de geçen) “Allah’ın mescidleri”nden maksat, Mescid-i Haram’ın şahsında bütün mescidlerdir. Çünkü kelime “mesâcid” olarak çoğul kullanılmıştır. (Bak. Kurtubi c. 8, s. 156.)

Bilindiği üzere yeryüzündeki bütün mescidler Mescid-i Haram’ın şubesi konumundadır. Dolayısıyla Mescid-i Haram’daki hukuk ve statü bu itibarla, şubeleri olan cami ve mescidlerde de geçerlidir.

Kâfir ve müşriklerin Allah’ın mescidlerini imar edememelerinin bir mühim sebebi de, onların temiz olmamaları, Kuran ifadesiyle necis olmalarıdır.

İlgili ayet mealen şöyledir:

“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necistir. Onun için bu yıllarından sonra onlar Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar…” (Tevbe: 28)

Görüldüğü gibi ayet-i kerimede kâfir ve müşriklerin Mescid-i Haram’a yaklaştırılmaması emredilmektedir.

Bu ayet, kâfir ve müşriklerin mescidleri imar etmesini men eden Tevbe: 17 ile beraber düşünüldüğünde, bu “yaklaştırılmama” emrinin, Mescid-i Haram’ın yanı sıra, onun şubesi olan diğer bütün camiler için de geçerli olduğu anlaşılmaktadır.

Bununla beraber İslam âlimleri bu konuda muhtelif görüşler ileri sürmüşlerdir ki tefsirlerde detaylı bilgi mevcuttur. (Bak: Kurtubi Tefsiri c. 8, s. 175 - 179)

Bu izahlardan çıkan neticeye göre aslolan, kâfir ve müşriklerin Allah’ın mescidlerine girmemeleridir. Ancak içlerinde İmam Azam ve İmam Şafi’nin de bulunduğu bazı âlimlerimiz, zaruri bir sebebe bağlı olarak ve ihtiyaç halinde gayrimüslimlerin mescidlere girmelerinin caiz olduğunu ifade etmişlerdir.

Ama mescidlerin imarı meselesi açık ve nettir; kâfir ve müşrikler mescidleri asla imar edemezler.

Şimdi şu soruyu sormanın tam da zamanıdır:

Kâfir ve müşriklerin şirk ve küfürleri sebebiyle bütün amelleri boşa gitmiş iken, bu sebeple ebediyen cehennemde kalacakları kesin bir hüküm iken ve bu halleriyle de mescidleri imar etmeleri yasaklanmış iken; onları bu duruma düşüren küfür ve şirk alametlerine nasıl olur da Allah’ın evi olan mescidlerde yer verilebilir?

Kaldı ki bu semboller o mekânlara Hıristiyanlarca yüce tutuldukları ve değer verildikleri için konmuştur. Bunlara itibar edilmektedir. Bunların, bu şirk sembollerinin mescidlerde bulunmaları tevhid ve ihlas ruhuna tamamen aykırıdır. Bu sebeple burada açık itikâdî ihlal vardır.

III- Allah’ın Mescidlerini Ancak İman Edenler İmar Eder

Allah’ın evi olan mescidleri, ancak gerçek anlamda iman eden müminler imar eder. Bu, Tevbe: 18’de açıkça haber verilmekte ve mescidleri imar eden müminlerin hangi vasıfları taşıyacakları da bildirilmektedir. Ayetin mealini bir kere daha hatırlayalım:

Allah’ın mescidlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.” (Tevbe: 18)

Görüldüğü gibi ayette mescidleri imar eden müminlerin vasıfları şöyle haber veriliyor:

Allah’a ve ahiret gününe iman etmeleri,

Namazı dosdoğru kılmaları,

Zekâtı vermeleri,

Ancak Allah’tan korkup hesaplarını buna göre yapmaları.

Bir hadis-i şerifinde Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:

“Mescidleri imar edenler ancak Allah ehli olanlar (onun dostluğunu kazanıp iltifatına mazhar olanlar)dır.” [4]

Bütün bu delillerden zaruri olarak şu sonuca varıyoruz:

Küfür ve şirk ehli olanlar, Allah’ın evi olan mescidleri imar edemeyecekleri gibi, zaruri bir sebep veya ihtiyaç olmadan mescidlere giremezler de.

Durum bu iken, kâfir ve müşriklerin küfür ve şirklerinin sembolleri nasıl olur da mescidlerde boy gösterebilir?

Bu hiç mümkün müdür?

Tam da burada İmam Rabbânî’den, şirk unsurlarından nasıl sakınmak gerektiğine, bu hassasiyeti göstermemenin kişiyi nasıl dinden çıkarabileceğine dair şu ibretlik satırları aktaralım:

“İman, inanılması zorunlu olan bilgileri kalbin tasdik etmesi, yani inanması demektir. Bu tasdikin alameti, küfürden uzaklaşmak ve kafirlikten sakınmaktır. Kafirlikten sakınmak da, küfre mahsus şeylerden, mesela zünnar bağlamak gibi küfür alametlerini kullanmaktan sakınmak … demektir. Tasdik edip de, zaruret olmadığı halde, küfürden sakınmayan Müslüman mürted olur.” (Mektubat, 1. Cilt, 266. Mektup, 3. Cilt, 16. Mektup)

İmam Rabbani, yaşadığı zamanın bilinen en meşhur küfür simgesi zünnar olduğu için onu misal vermiştir.

Soruyoruz:

Haç, tanrı İsa, tanrı anası Meryem figürleri, papaz rahip, kanatlı melek resimleri de zünnar gibi birer küfür ve şirk alameti değil midir?

Şüphesiz ki öyledir.

Ne hazindir ki küfür ve şirk sembolleri söz konusu olduğunda son derece hassas olmak icap ettiği halde, günümüzde dinlerarası diyalogun acı bir meyvesi olarak bu akaid ihlali mescidlerimizde sergilenir olmuştur.

Tevhid itikadına sahip hiçbir mümin, hangi sebep veya bahaneyle olursa olsun bunları makul ve meşru karşılayamaz; bunun normal olduğunu düşünemez.

Bugün itibariyle başlayan “Camiler Haftası” münasebetiyle yapılacak bütün etkinlik ve çalışmaların en mühimi, en acili, en kritiği, en olmazsa olmazı, Allah katında en büyük kıymeti taşıyacak ve bu itibarla da diğer bütün çalışmalara mana kazandıracak olanı, Ayasofya ve Kariye başta olmak üzere, Türkiye genelinde birer dinlerarası diyalog mekânına çevrilen bütün camilerimizin, içlerindeki küfür ve şirk sembollerinden temizlenmesi olacaktır, olmalıdır. Yetkili ve sorumluların tevhid inancımızı yerle yeksan eden bu uygulamalara, artık hiç olmazsa bu hafta vesilesiyle son vermelerini temenni ediyor ve bekliyoruz. Ama bu temennimizin boşa çıkacağını da ne yazık ki çok iyi biliyoruz. Zira Ayasofya’nın açılması sürecinde teslis / şirk sembollerinin açıkta bırakılmasında bir mahzur olmadığına dair Diyanet Yüksek Kurulunun o felaket fetvası ortadadır; hala iptal edilmemiştir.

Üstüne basa basa söylüyoruz; bu işin şakası yoktur; bu mesele beklemeye, ertelemeye, önemsememeye, ciddiye almamaya gelmez.

Kâfir ve müşriklerin bütün amellerini boşa çıkaran, onları ebedi ateşe mahkûm eden “şirk” felaketi -Allah muhafaza- buna rıza gösterenlere de isabet eder. Bu sebeple ben Müslümanım diyen herkesin bu hayati konuya çok dikkat etmesi, küfür ve şirkten sakınması imanının gereğidir. Böyle bir tehlikeden Cenâb-ı Hakk’a sığınır, tevhid inancımızı korumasını ondan niyaz ederiz.

***

ÖNEMLİ BİR NOT, ZARURİ BİR İLAVE:

Yazımızı bitirip tam da gazeteye göndermek üzereyken, bir hafta önce yaşanan ve fakat sosyal medyaya yeni düşen bir hadiseden haberdar olduk.

Sinop’un Erfelek kazası Müftülüğünce, Mevlid-i Nebi ve Camiler ve Din Görevlileri Haftası münasebetiyle, din-i İslam hususundaki yanlışları dünya âlem tarafından bilinen Mehmet Okuyan’a “Peygamberimiz ve Şahsiyet İnşası” konulu bir konferans verdirildiğini duyduk.

O Mehmet Okuyan ki;

“Rivayet” dediği hadisleri dinde delil kabul etmiyor,

Her biri birçok delille sabit olan mübarek geceleri inkâr ediyor,

Kuran ayetlerini şahsî görüşüne göre tefsire kalkışıp birçoğunun manasını da saptırıyor,

“İyi iş” yapmaları durumunda Müslüman olmayanların da cennete girebileceğini ima ediyor,

Kuran ve Sünnet’teki manasından bambaşka manalar yükleyerek kadere imanı reddediyor,

Kabir azabının, şefaatin, sırat köprüsünün varlığına meydan okuyor,

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) rahmetel li’l âlemîn oluşunu ve Allah’ın izniyle helal - haram koyma (teşri) yetkisini inkâr ediyor,

Hz. Âdem’in (a.s.) babasının olduğunu ve birçok Âdem’in olduğunu iddia ederek ayet ve hadislerde açık olan büyük bir gerçeği hiçbir delile dayanmadan yok sayıyor…

Buraya alamadığımız, her biri ayrı bir facia daha birçok yanlışın faili olan bir şahsa Hz. Peygamber’le (s.a.v.) ilgili bir konferans verdirilmesi nasıl bir cürettir, ne vahim bir yanlıştır!

Bu konferans şayet Diyanet’in oluruyla gerçekleşti ise, o zaman şu soruyu sormak zaruri ve mecburi olur:

Acaba Diyanet’le Mehmet Okuyan’ın çizgisi aynı mıdır? Bunlar arasında bir işbirliği mi vardır?

Yok eğer, Diyanet’in bundan haberi yok ise, Erfelek Müftüsü kendi inisiyatifiyle bu konferansı tertip etti ise, o zaman Diyanet’in müftüden bunun izahını ve hesabını sorması gerekir.

Öyle ya da böyle Diyanet çatısı altında gerçekleşen böyle bir etkinlik, milletin aklıyla alay edilmesi, inancıyla oynanması manasına gelir ki bunu kabul etmemiz mümkün değildir.

Diyanet bu vahim hadisenin izahını yapmaya mecburdur.

Müslüman halkımızın bunun takipçisi olacağına inanıyoruz.


[1] Celal Yıldırım Tefsiri, c. 5, s. 391; Mefatihul Ğayb, 4/601’den naklen.

[2] Ruhu’l Beyan c. 3 s. 400.

[3] Ali Sabuni Tefsiri c. 2, s. 441 – 442.

[4] Celal Yıldırım Tefsiri, c. 5, s. 386; Hafız Bezzar’ın Müsned’inden naklen.