Bundan evvelki iki yazımızda gerçek ilmin hakkı ortaya çıkarması, âlimlerin de ilmi gizlememesi ve hakkı söylemesi gerektiğini; hakka ulaştıran tek yolun “tevhid ilmi” olduğunu ve ilimlerin hakka ulaştırması için tevhid ilminin kaynak alınmasının mecburiyetini beyan etmiştik.
Bu yazımızda ilmin gayesi olan “hakkı bilmek” yolunda nasıl bir metodoloji uygulamak gerektiğini, bununla bağlantılı olarak ilimlerde kaynak ve vasıtaların bilinmesinin hayati önemini anlatmaya çalışacağız.
1- İlimlerin Elde Edilmesinde Doğru Usul ve Metod (Metodoloji) Şarttır
Her ilimde o ilmin mahiyetine girmeden evvel, ulaşılmak istenen gayeye nasıl yaklaşılacağına dair bir yol belirlenir. Ta ki çıkmaz sokaklara girilmesin, yanlışlara düşülmesin. Buna “usul ilmi” veya “metodoloji” denir.
Usul ve metod ilmi, tıpkı bir binaya kapısından, kapı anahtarını kullanarak girmek gibidir.
İslam âlimleri, İslami ilimlerde “Tefsir”den önce “Tefsir Usulü”, “Hadis”ten önce “Hadis Usulü”, “Fıkıh”tan önce “Fıkıh Usulü” ilimlerini tesis ettikleri gibi; aynı ölçüleri naklî ilimler yanında riyazi ve fenni ilimlere de tatbik ederek dünyada her sahada ilimlerin inkişafına hizmet etmişlerdir. On dört asırlık İslam tarihi buna şahittir. Mesela hesap (matematik), hendese (geometri), cebir, mantık, ruhiyat (psikoloji), tababet (tıp), fizik, kimya, biyoloji, nebâdât (bitki ilmi, botanik), ilm-i felek / ilm-i hey’et (astronomi) Müslüman âlimlerin elinde gelişen ilimlerden bazılarıdır.
Evet, İslam âlimleri hem İslami ilimlerde hem genel manada insanlığın fayda ve refahına vesile olacak diğer dünyevi ilimlerde hep çığır açmışlardır.
Bu çalışmalarında da “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” (Buhârî, Mağâzî, 35.) hadis-i şerifini hareket noktası kabul etmişlerdir. Bu yolla İslam ülkeleri dışında kalan coğrafyalardaki insanların da bu ilimlerden faydalanmalarına vesile olmuşlardır.
Batı dünyasının ilimlerle buluşması ve akabinde imza attıkları teknolojik gelişmeler, İslam âlimlerinin onlara hediye ettiği ilmî düşüncenin ve çeşitli ilim dallarında ortaya koydukları binlerce cilt eserin neticesidir.
Batılılar, bir dönüm noktası kabul ettikleri Rönesans’ı bile İslam’ın batıya tesirine bağlamışlardır ki, doğrudur. Mesela batıda uyanışa sebep olan Fransız İhtilalini hazırlayan J. J. Rousseau, Voltaire ve Montesquieu gibi yazarlar, bayraklaştırdıkları istekleri olan “hürriyet, adalet ve eşitlik” ilkelerini doğudan, yani İslam dünyasından etkilenerek ortaya koymuşlardır. Bu hususta yazılmış birçok kitap vardır. Mesela Alman yazar Sigrid Hunke’nin “Avrupa'nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi” adlı eseri onlardan biridir ve son derece kıymetlidir.
İslam’ın ilmî faaliyetlere olan bu hâkimiyeti, usul ve metoddaki isabetli yaklaşımı, bundan iki asır öncesine kadar bütün dünyada tesirli idi. Ancak yaklaşık son iki asırdır, İslam âleminin içine düştüğü buhran ve bunalımlar sebebiyle, tabii ve fenni ilimlerdeki üstünlük ve temsiliyetin batıya kaptırıldığı bir gerçektir.
Batıda insanların hurafelere bulaşmış Hıristiyanlığa tepki göstererek ondan kaçmaları, Hıristiyanlığın şahsında toptan “din” kavramına tepkiye dönüşmüş; bu da batı toplumunu bir evvelki yazımızda anlattığımız gibi materyalist, pozitivist ve determinist bir sapkınlığa düçar etmiştir.
Şayet batı insanı, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak veya bir yanlıştan başka bir yanlışa savrulmak diyebileceğimiz bu tavrı sergilemek yerine İslam’a yönelmeyi tercih etse idi, hem kendi dünyaları aydınlanır hem de onların etkisinde olan bütün dünya insanlığı güllük gülistanlık bir hayat yaşardı. Ama bu yapılmadı. İlimler tabii yörüngesinden çıktı; materyalist, pozitivist felsefe ilimlere metod olarak kullanılmaya başlandı.
Aslında bunun en etkili sebeplerinden biri de, batının hala mantığını ortaya koyamadığı “haçlı zihniyeti” engelidir ki bu ayrı bir yazı konusudur.
Batıda hikaye böyle seyrederken İslam dünyasında usul ve metod, yani metodoloji var olmaya devam etmiştir. Kaynağı Kuran ve İslam olan gerçek metodoloji ilmi, İslami eserlerde, hatta akaid eserlerinde bile mevcuttur.
Yazımızın bundan sonraki safhasında, ilim dünyasının mahrum kaldığı gerçek metodolojinin ilke ve prensiplerini anlatma adına, ilimlerin kaynak ve vasıtalarına -hulasaten de olsa- yer vereceğiz.
Burada şunu da ifade edelim ki hakka ulaştıran bu metodolojiyi temsil ve ilim dünyasına tebliğ etme vazifesi, gerçek anlamda ehliyetli İslam âlimlerinin uhdesindedir. Ne var ki İslam dünyasında böyle âlimler azdan da az kalmış durumdadır ve bu büyük ihtiyaç en kısa zamanda mutlaka karşılanmalıdır.
Bu girişten sonra şimdi kâinat olaylarını, sosyal ve psikolojik hadiseleri tarif etme meyanında ilimlerin kaynak ve vasıtalarına kısaca işaret edelim:
2- İlimlerin Kaynakları
İslam açısından ilimlerin kaynakları üçtür:
Âlem / Kâinat:
Bilindiği üzere âlemde değişmez kanunlar mevcuttur. Birçoklarının tabiat veya doğa kanunları dediği bu fıtrî kanunların İslami literatürdeki adı Sünnetullah’tır. Bunlara ilm-i kelam kitaplarında kevnî ayetler de denir. İşte bu Sünnetullah kanunları / kevnî ayetler, ilimlerin sabit kalmasının, değişmemesinin sebebi, daha doğrusu teminatıdır. Şayet bu kevnî kanunlar zamanla değişseydi, insanlık tarihi boyunca sabit olan ilmin kaide ve kurallarından bahsedilemezdi.
İnsan Fıtratı:
Kevnî kanunlar gibi, Allah eşref-i mahlûkat olarak yarattığı insanda da değişmez bir fıtrat var etmiştir. Bu değişmez fıtrat, tabii yöneliş olarak Allah’ı arar. Hakkı aramak, adaleti aramak, gerçeklere karşı merak salmak bu fıtratın gereğidir. Psikoloji ilmini ve dallarını da bu çerçevede anlamak ve değerlendirmek gerekir.
Naklî Deliller:
İlmin üçüncü bir kaynağı da Cenâb-ı Hakk’ın vahiyle haber verdiği, insan iradesini ve aklını muhatap alan naklî delillerdir. Bunlara “resulün haberi” veya “mütevatir haber” de denir. Birinci ve ikinci madde olarak saydığımız âlem / kâinat ve insan fıtratı üzerindeki değerlendirmeler, insanların zaafları sebebiyle yanlışa sürüklenebilir. Ama vahiyle gelen naklî delillerde böyle bir zaaf, yanılma ihtimali yoktur. Bundan dolayı da hakikatin dayandığı kaynakların başı ve hakikatin teminatı “naklî deliller” yani “resulün haberi”dir.
İşte biz “İslam tek hak dindir. Gerçeği İslam tarif etmiştir. İslam’a uymayan bütün yaklaşımlar yanlıştır, hurafedir ve bunlardan kaçınılması gerekir” derken, saydığımız bu kaide, kıstas ve kriterlere göre konuşuyoruz.
3- İlimlerin Vasıtaları
İslam'a göre ilmin sebepleri ya da vasıtaları vardır. Bu vasıtalar, yukarıda izah ettiğimiz ilmin kaynaklarına yönelerek hakka ulaşmanın delillerini ortaya koyarlar. Bu vasıtalara, doğruya / hakikate ulaşma yol ve usulü de diyebiliriz. Bunlar da üçtür:
Akl-ı selîm, hiss-i selîm ve sadık haber.
Akl-ı Selîm:
Bu tabir, İslam'ın akla bakışını ifade eder. Aklın 'selîm' vasfını kazanması, yani sıhhatli olması demek, naklin iman ve ilim nurundan nasip alması demektir. İşte bu akıl haddini bilen, terbiye edilmiş akıldır ki İslam onu övmüş ve ona Allah'ın zatı, kader ve ruhun mahiyeti konusu hariç, alabildiğine bir tefekkür sahası açmıştır. Ama unutulmamalıdır ki nakil olmadan akıl, akl-ı selîm olamaz. Akıl, ilahi nur ve feyizle tanıştığı derecede kendini geliştirir, idrak ve ihata gücünü arttırır. Tefekkür ve marifet arttıkça ve bu ilmî rezerv Allah'ın zikriyle buluştukça, akıl adeta kendini de aşacak derecede gönül boyutu ile birleşir, bütünleşir. Bu takdirde akıl ve gönül idraki bir bütün olur. Kur'an buna 'ulûlelbab' adını veriyor. (Bkz. Âl-i İmran: 190.) İşte idrakin zirvesini yakalayan akıl, gönül ve baş gözünün idrakini birleştiren bu akıldır.
Nitekim bu mana miraçla alâkalı şu ayet-i kerimede Hz. Peygamber (s.a.v.) kastedilerek şöyle anlatılır:
“Gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı.” (Necm: 11.)
Bu ayetin izahı uzundur, dileyenler tefsirlere müracaat edebilirler.
“Akılla Naklin Misali”
İmam Gazâlî akıl ile nakli, 'göz' ve 'güneş' temsiliyle anlatır. Bu temsilde nakil 'güneş', akıl da 'göz' konumundadır. Güneş olmadan göz görme fiilini gerçekleştiremeyeceği gibi, nakil olmadan da akıl gerçek ilme ulaşamaz, karanlıkta kalır. Aynı şekilde göz olmadan güneşin değeri bilinemeyeceği gibi, akıl olmadan da naklin hikmetleri anlaşılamaz.
O halde gözün güneşe ihtiyacı olduğu gibi, aklın da nakle ihtiyacı vardır. Naklin değeri de akıl olmadan kavranamaz. Bu misal meseleyi özetlemektedir. Kısaca şunu söyleyebiliriz ki, akıl “selîm” olmak zorundadır. Bunun teminatı da “nakil”dir. Aklı putlaştırmanın önüne geçebilmek için, akıl naklin emrine verilmeli, böylece bu akıl, Allah'a giden bir kul olduğunun idrakine varmalıdır.
Aklın, hakkı bulmadaki yetersizliğinden dolayı Cenâb-ı Hakk “Rahim” sıfatının tecellisiyle tarih boyunca peygamberler ve kitaplar göndererek beşeriyete yol göstermiş, onları tenvir etmiştir.
O halde biz de kullar olarak çok büyük bir nimet olan akla gereken değeri vermeli; ama onu kapasitesinin üstünde zorlamamalı ve asla ilahlaştırmamalıyız.
İlmin sebeplerinden yahut hakikate ulaşma vasıtalarından biri de hiss-i selîm, yani sağlam beş duyudur.
İslam, tecrübenin ve müşahedenin dayanağı olan beş duyuyu inkâr etmez. Ancak bu duyuların kusursuz halini esas alır. İslam, mülk ya da şehadet âlemi denilen, beş duyuyla kavranan bu âleme önem verir. Kur'an, vahdaniyete ait delilleri bu âlemden gösterir. Yer, gök, ay, güneş, nebâdât ve hayvanattan insana kadar, İslam'ın ibadet kabul ettiği bütün tefekkür malzemesi bu âlemden çıkar. O yüzden İslam beş duyu ile aklî idrakin bütünleşmesini ister.
Şimdi piramidi tabanı üzerine oturtalım:
İşte naklî delillerle kaim olan İslam, bu akl-ı selîm ile hiss-i selîme, bir rehber ya da imam / önder tayin eder. O da “sadık haber”dir. Sadık haberden maksat, öncelikle Peygamberin (s.a.v.) haberidir. Yani naklî delillerdir. Keza, doğruluğunda şek ve şüphe olmayan, mütevatir derecedeki haberler ve bilgiler de sadık haber çerçevesinde mütalaa edilirler.
Demek ki Kur'an'a, hadise ya da nakle bakan bir kimse, ilmin sebeplerini ya da hakikate ulaşma yollarını bir arada, beraber kullanmak zorundadır. İlmin bu üç sebebini kendi aralarında değerlendirirken de 'sadık haber'i diğerlerine rehber almalıdır. Nakil, yani sadık haber esas ve rehber alınırsa, akıl 'akl-ı selîm', beş duyu da 'hiss-i selîm / sağlam beş duyu' olur. Bu üçünün bir arada kullanılması da bizi doğru bilgiye, hakikate ulaştırır.
Günümüzde nakle mücerret akılla bakanlar bu ölçülerden mahrum oldukları için, nakille aklın çeliştiğini, çatıştığını zannediyorlar. Veya ard niyetli davranarak dini felsefileştirmek isteyenler özellikle bu yolu seçiyorlar. Müsteşrik ve reformistlerin bir kısmının bu zihniyette olduklarını söyleyebiliriz. Bizim muhatabımız ise evveliyetle cehaletleri sebebiyle aldananlardır.
Buraya kadar ortaya koyduğumuz deliller ve yapılan izahlar, “hak ve hakikat” kavramının ilimlerle olan yakın münasebetini, ilimlerin sebep - sonuç ilişkisini doğru anlamada tevhid ilminin merkezî yerini ve hak ve hakikat yoluyla hidayete ulaşmada peygamberlerin haberinin / vahyin / naklî delillerin hayatî önemini ortaya koymaktadır.
Buradan da naklî delillerin günümüzde toplanmış olduğu tek hak din olan İslam’ın tevhid akidesi olmadan hakkın / gerçeğin bulunamayacağı net olarak anlaşılmaktadır.
Cenâb-ı Hakk hepimize tek hak din olan İslam’ın nurlu yolunda, tevhid akidesinde, hakkı gösteren gerçek ve faydalı ilimler lütfetsin.
Yazımızın genel bir hülasası mahiyetinde şunları söyleyebiliriz:
Günümüzde ilimlerde kullanılan metodolojinin “bilimsel” olduğunun iddia edilmesi yersiz ve delilsizdir. Çünkü;
- Mücerret aklı esas alıp; yetkisini, sahasını ve sıkletini hesaba katmadan bütün gerçekleri kavrayabilecekmiş gibi ona / akla sarılanlar, fikir buhranına sebep olmaktadırlar.
- Beş duyuyu esas alıp müşahede edilemeyen her şeyi yok sayanlar, koyu bir inkârcılığa sürüklenmektedirler.
- Sadık haber, yani naklî deliller ise zaten tamamen devre dışı bırakılmaktadır.
Neticede milyonlarca insan rasyonalist ve materyalist menşeli karanlık bir dünyada, fıtratına ters düşerek yaşamakta, bu da hayatı onlara zehir etmektedir. Bu insanların, düştükleri küfür ve şirk sebebiyle ebedî hayatlarının da felaket olduğunu düşündüğümüzde, karşı karşıya olduğumuz istikametten çıkmış insanlık manzarası karşısında ürkmemek, üzülmemek mümkün değildir.
İşlerin bu kadar sarpa sarmasının sebebi ise bâtıl olan, yanlış kurgulanan, hakiki ilme ulaştırmayan metod ve usuldür.
Çare, İslam’ın ortaya koyduğu ilmî metodolojinin esas alınmasıdır.
Gelecek yazımızda günümüzdeki sapkınlıkları, ilmin kaynak ve vasıtaları açısından değerlendireceğiz.