“Müminlerden öyle yiğit adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzab: 23)
Gazze’de Hamas’ın mukaddesat ve vatan merkezli destansı mücadelesi devam ederken, İsmail Haniye’nin arkasından Yahya Sinvar da şehitler kervanına katıldı. Allah şehadetlerini kabul eylesin. Bilindiği gibi her ikisi de şehadeti çok arzu ediyordu.
Yahya Sinvar’ın “Yaşlı develer gibi yatarak ölmektense şehit olarak ölmeyi istiyorum!” dediği videosu, adeta bir sadaka-yı cariye gibi nice inanan kalbe âb-ı hayat olmak üzere hatıra kaldı.
Tabii ki şehadet cihadın en şerefli neticesidir. Ama maksat zafer kazanıp küfrün ve zulmün belini kırmak, hak ve adaleti ikame etmek, hak ve hürriyetleri korumak, İslam’ın gönüllerde ve beldelerde hâkim olduğu insanca bir hayat yaşamak ve yaşatmaktır.
Filistin - Gazze olayları imanla bütünleşen cihadın nasıl bir gücü olduğunu bütün dünyaya gösterdi. Batılılar soykırıma uğrayan, her şeylerini kaybeden Gazze toplumunun, özellikle de şehit annesi olmakla iftihar edip bunun için Allah’a şükreden gözü yaşlı, ama başı dik kadınların bu tevekkül, dirayet ve metanetini gördükçe bir muhasebe yapmaya mecbur kaldılar; İslam batıda en çok da genç kadınlar arasında hızla yayılmaya başladı. Ve bu süreç hala devam ediyor.
Şüphesiz ki tarih Filistin / Gazze mücadelesini, İslam’ın şeref levhaları arasına altın harflerle yazacaktır.
Gazze olaylarının bir yılını doldurduğu bu günlerde sonuç nettir:
Bunca şehide ve yıkıma rağmen İsrail zafer kazanamamış, bir avuç mücahidin karşısında zaman zaman ağır mağlubiyetler bile yaşamıştır.
Havadan gelerek ABD’nin ölüm kusan son model silahlarını bırakıp kaçmak, mazlum ve masum kadınları, çocukları, yaşlıları öldürmek yiğitlik değil, zafer hiç değildir. Bu, korkaklığın en adi maskesidir.
Gazzeli mücahidler, temelinde tevhid ve Mescid-i Aksâ olan bir ruh ve mana ile canlarını seve seve verdiler, veriyorlar ve verecekler.
İsrail’in soykırım yaptığını, insanlıktan yana hiçbir nasibi olmadığını, tek sanatının zulüm ve barbarlık olduğunu, artık bütün dünya gördü; milyonlarca insan onu vicdanında mahkûm etti ve lanetledi.
İşgal ettiği coğrafyayı genişletmeye; ateş, barut ve kan kokusunu bütün Ortadoğu’ya hâkim kılmaya çalışan İsrail, şimdi de Lübnan’ı felakete sürüklüyor.
Ama şunu iyi bilmelidir:
Aldığı tepki şimdi olduğu gibi nefret ve lanetle yani manevi boyutla sınırlı kalmayacak; çok yakın bir gelecekte belki bir daha ayağa kalmayacağı ağır bir tokat yiyecektir. Bunun nasıl bir tokat olacağı, on dört asır evvel nebevi haberle bildirilmiştir. Bunu hiçbir güç engelleyemez. Ne ABD’nin ne de Avrupa’nın bunun önüne geçmeye gücü yetmez.
Batının bir canavar, ama “tek dişi kalmış canavar” olduğu artık iyice görülmektedir.
ABD’nin bütün silah gücüyle İsrail’in yanında yer aldığı, ona istihbarat desteği verdiği, hatta bizzat askerî güçle de desteklediği bilinmeyen bir şey değildir. Nitekim Yahya Sinvar’ın şehit edildiği operasyon da ABD’nin istihbarat desteğiyle gerçekleşmiştir; Sinvar’ın yerini İsrail’e ABD bildirmiştir. Yani ABD, İsrail’in destekçisi olmanın ötesinde, bizzat savaşın içindedir.
İsrail’i azmettiren odur. Başı sıkıştığında İsrail’in yardımına koşan odur. İran’dan atılan füzeleri İsrail’i koruma adına havada karşılayan odur. Yemen’deki Husilere saldıran odur. Karşı cepheden İsrail için tehdit unsuru olarak kabul edilen beyan ve açıklamalar geldiğinde uçak gemilerini ve donanmasını derhal Ortadoğu’ya gönderen de odur.
Bütün bunlar İsrail mezalimin ABD’nin himaye ve teşvikiyle olduğunu net olarak ortaya koymaktadır.
Ve bunun neticesi olarak ABD -aslında içi boş bir balon olsa da- dünya kamuoyu nezdinde büyük ölçüde prestij ifade eden “süper güç” imajını yitirmiş, terörist bir devletin emrine amade bir zulüm teşkilatı olduğunu kendi eliyle ifşa etmiştir.
İngiltere de ABD’nin yanında fiilen İsrail’e destek vermiştir.
Ardından Fransa, Almanya ve İtalya da aynı desteği ortaya koymuştur ve devam ettirmektedir.
Gelinen son noktada İspanya hariç, batılı ülkelerin tamamı İsrail’in yanında saf tutmuş durumdadır.
Topu topu 40 kilometrelik bir sahil şeridine sahip olan Gazze, bir avuç imanlı mücahidiyle, zahiri manada devasa bir güç haline gelen Siyonist - Haçlı ittifakına karşı mücadele vermektedir ve yenilmemiştir. Bundan sonra da Allah’ın izniyle yenilmeyecektir.
Bizim asıl kanayan yaramız, İslam dünyasının paramparça durumda olması, böyle bir manzara karşısında bile harekete geçememesi, derlenip toparlanamamasıdır.
Bu vahşet konusunda Türkiye dünya kamuoyuna sık sık mesajlar veriyor ve çağrılarda bulunuyor olsa da, milletimiz nezdinde ticari ambargo başta olmak üzere, siyasi ve ekonomik sahalardaki tavrın yetersiz olduğu noktasında bir kanaat hâkimdir.
Üstelik İsrail’in vahşeti Filistin sınırlarını aşarak Lübnan - Şam yoluyla hızlı bir şekilde Türkiye’ye doğru yaklaşmaktadır. Türkiye’nin Mescid-i Aksâ, Filistin ve Gazze olaylarında elbette ki imandan kaynaklı bir sorumluluğu vardır. Ama gelinen son kertede artık kendi güvenliği de söz konusudur.
Bu şartlar altında Türkiye siyasi, askerî, ekonomik bütün tedbirlerini en üst seviyede almak zorundadır. Dahası, daha şimdiden milli seferberlik çalışmaları başlatmalı, devleti ve milletiyle bir bütün haline gelerek İsrail’e “Hodri meydan, geleceğin varsa göreceğin de var!” mesajını en yüksek perdeden verebilmelidir.
Şüphesiz ki bu süreçte devlete, devleti yönetenlere düşen görevler olduğu gibi, milletin her bir ferdine de görevler düşmektedir. Ferdî planda her Müslüman Mescid-i Haram ve Ravza-yı Mutahhara’dan sonra tevhidin merkezi konumunda olan Mescid-i Aksâ davası uğrunda, güçlü bir imanla girişilecek şerefli bir cihadı göze almalı, madden ve manen buna hazır olmalıdır. Aynı ruh ve manayı bütün İslam coğrafyasına taşımak için gerekli çalışmalar da yapılmalıdır.
İsrail, ABD ve bu zulme destek veren bütün batılı güçler bilsinler ki, bu savaş iman ve insan gücüne bağlı olarak neticelenecektir. İman ve insan gücü olmadan sadece silah gücüyle hiçbir yere varılamaz; bu, geçmişte olduğun gibi bugün de böyledir.
Tarih, İslami ruhun, tevhid gerçeğinin, cihad aşkının dünyada nasıl yeniden hak ve adaleti tesis edeceğine şahit olacaktır. Gerçek imana sahip olan hiçbir mümin bundan şüphe etmez. Zafer hakkın ve Hakka inananlarındır.
Yaralandıktan sonra son nefesini verene kadar düşmanla kahramanca çatışarak şehadet şerbetini içen Yahya Sinvar da, tıpkı halefi İsmail Haniye gibi Allah’a verdiği sözü tuttu ama İsrail ve bütün küffar bilsin ki geride sırasını bekleyen nice erler var! Şu ayet-i kerimede geçtiği gibi:
“Müminlerden öyle yiğit adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzab: 23)
Sonuç olarak deriz ki, “Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff: 8)
İslam’ın ikinci şahlanış dönemi önümüzdedir; henüz yaşanmamıştır, yaşanacaktır. İslam’ın hak ve adalet güneşi tekrar bütün dünyayı aydınlatacaktır.
Bu tespit bir avunma, bir temenni değildir; en güçlü delillere istinat eden bir müjdedir, hakikattir.
Eğer biz gerçek mümin vasfını ortaya koyabilirsek Allah’ın verdiği şu müjde mutlaka tahakkuk edecektir:
“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.” (Âl-i İmran: 139)
Elhamdülillah, buna imanımız tamdır.