“Ehl-i İlim Hocalarımıza Çok Önemli Çağrımızdır” başlıklı yazımızı teyit eder mahiyette, bu yazımızdan itibaren “ilmi gizlememenin, hakkı söylemenin önemi”nden bahsedeceğiz.
1- İlmin Tanımı ve Hak Kavramı
İlim, en öz tanımlamayla “sebep - sonuç ilişkisine dayanan düşünce sistemi”dir. Ama ilim olduğu iddia edilen her düşünce sistemi gerçeği ve faydalıyı ortaya çıkarmayabilir. Nitekim felsefede pek çok düşünce ekolü vardır ki, kendilerine göre bir sebep - sonuç ilişkisi ortaya koydukları halde hakkı, gerçeği, faydalıyı bulamamışlardır.
O halde ilmî düşüncenin gerçek delillere dayanması, insana manen ve madden faydalı olanı sunması, hayatın tabii ve fıtrî akışıyla mutabık ve mütenasip olması gerekir ki, “hak” ortaya çıksın. Yani gerçek ve faydalı ilim, hakkı ortaya çıkarandır. Bundandır ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) faydasız ilimden Allah’a sığınmıştır.
2- Hak Kavramının Üç Manası
Hak kelimesi birden çok manaya gelir.
Mesela Hak, Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Varlığı gerçek olan, daima var olan, varlığına hiçbir güç ve sebebin zarar veremeyeceği varlık olan Allah demektir. Biz “Ya Hak” diyerek, “Cenâb-ı Hak” diyerek bu ismi sık sık zikrederiz.
Hak kelimesinin ikinci manası hakikat ve gerçektir. “Bu söz haktır” dediğimizde, ya da birisinden “hakkı söylemesini” istediğimizde bu manayı kast etmiş oluruz.
Kelimenin üçüncü manası da “Allah hakkı”, “kul hakkı”, “komşu hakkı”, “ana baba hakkı” tabirlerinde geçtiği gibi, birine ait olan pay demektir.
Biz yazımızda bu üç manadan ikincisini, yani hakikat, gerçek manasını esas alacağız.
3- Hak - Bâtıl Ölçüsü
Bu meyanda hak ve bâtıl ölçüsünü de gündem etmeliyiz.
Kâinat / âlem, zıtlar üzerine kurulmuştur. Bu kural, mahlûkatın Allah’ın eseri olduğu, birbirlerine benzedikleri, dolayısıyla da ilahlaştırılmamaları gerektiği mesajı vermesi açısından son derece hikmetlidir.
İnsanoğlu bu âlemde tefekkür sahibi bir varlık olarak, yaratılış gayesinin gereği hak ve bâtıl arasını ayırmak, hakka tâbi olup, bâtılın karşısında durmakla mükellef tutulmuştur. Hak ile bâtıl birbirine paralel olarak kıyamete kadar var olacaktır. Şu farkla ki hakkın gerçek bir mahiyeti, esası vardır. Bâtıl ise varlığını devam ettirmesine rağmen böyle bir mahiyetten ve asıldan mahrumdur, boştur. İnsana düşen, hakla bütünleşerek kurtuluşa ermektir.
Günümüzde fıtrata ters düşen, ilmin ve hakikatin kanunlarıyla çelişen bir iddia vardır; o da şudur:
“Hak ve bâtıl diye bir ayrım yapmaya gerek yoktur. Bilimsel veri ve malzemeler her neyse hepsine saygı gösterilmelidir. Buna muhatap olan insan müspet kabul ettiğini alır, kabul etmediğini almaz…”
Bu, temelinden yanlış; hak ve hakikat arayışını iptale dönük, hurafe bir kabuldür. Zira yukarıda da ifade ettiğimiz gibi âlem / kâinat, zıtlar üzerine cem olmuştur. Doğru vardır, yanlış vardır; gerçek vardır, hurafe vardır; aydınlık vardır, karanlık vardır; ilim vardır, cehalet vardır. Kısaca hak vardır, bâtıl vardır.
Tam da bu noktada günümüzde revaçta olan akademik araştırmalarda genel olarak gözlemlediğimiz bir doğru, bir de yanlış tarafa işaret etmek isteriz:
Akademik çalışmaların doğru tarafı, bir konuda araştırma yapmak üzere çok çeşitli kaynaklara müracaat ederek, bunlara atıfla tespitler yapmaktır.
Yanlış tarafı ise, üzerinde çalışılan konuda çeşitli alternatifleri ortaya koymak, muhatabı bunlardan birini tercihle baş başa bırakmak, nihai ve kesin sonuca varmamak veya bunu net olarak ifade etmemektir.
Birinci husus son derece takdire şayan iken, ikinci husus bir o kadar yanlış olup yadırganmalıdır. Zira ilim adamı / araştırmacı kimliği taşıyanlar, hakikat avcılarıdır. Doğruyu ararlar, yanlıştan sarfı nazar ederler. Onların hakla bâtıl, doğruyla yanlış arasında tarafsız kalmak gibi bir lüksleri yoktur. Daha doğrusu buna hiç kimse için müsaade yoktur.
Bir ilim adamı, araştırdığı konuyu bir matematik problemi gibi düşünmelidir. Bir matematik probleminde çeşitli yollar denenerek nihai ve net sonuca gitmeye çalışılır. Net sonucu ortaya koymayan hiçbir problem çözülmüş sayılmaz. Ve bu uğurda harcanan emeklerin de hiçbir kıymeti harbiyesi olmaz.
Aynen bunun gibi hakikat avcısı olan ilim adamı / araştırmacı da, bilinenleri toplamalı, bilinenler yardımıyla bilinmeyeni bulmanın gayreti içinde olmalıdır. İslami literatürde tefekkür denen şey de budur.
Bilinen gerçekleri bir araya getirip bunlar üzerinde fikir manevrası yapmaya tezekkür denir.
Bilinenleri kullanarak yeni bir hakikat ortaya koymaya ise tefekkür denir. Yani tefekkür, bilinenler yardımıyla bilinmeyeni keşif olayıdır.
İşte ilim adamı bu keşif kapısını açan kimsedir. Ancak hakikati bulduğu zaman vazifesini yapmış olur.
Lise yıllarında edebiyat dersinde hocamız bize makale yazmayı kısaca şöyle anlatmıştı ki bu aynı zamanda ilmî çalışma usulünün de tarifidir:
Arkadaşlar, bir makale üç bölümden oluşur: Giriş, gelişme, sonuç.
Girişte tez ortaya atılır. Bu hususta varılacak sonuca işaret edilir. Böylece yazının çerçevesi anlaşılmış olur. Gelişme kısmında, girişte ortaya atılan tezin delil ve dokümanları bir bir ortaya konur. Yeterli delile ulaşıldığı kanaatine varılınca nokta koyulur ve sonuç kısmına geçilir.
Sonuç kısmında giriş ve gelişmedeki bağlantılar, benzerlikler, yaklaşımlar birbirleriyle bütünleştirilerek itiraz edilemeyecek bir sonuca varılır ve bütün makaleyi özetleyen bir ana fikir cümlesiyle yazı son bulur.
Bu öyle bir örgü ve yapıdır ki, ister kısa -mesela bir sayfalık- bir yazı olsun, ister bin sayfalık bir kitap olsun, fark etmez; bütün delil ve dokümanlar, bütün izahatlar birbirini teyit eder, bütünler. Öyle ki o konuya vâkıf olan bir okuyucu, yazının hiçbir yerinde birbirine muarız olan, tenakuz teşkil eden bir cümle, bir ibare bulamaz…
İşte ilmî çalışma budur. Yoksa çeşitli kitaplardan malzemeler toplayarak arka arkaya sıralamak değildir.
Meselemize dönelim:
Hak ve hakikat avcılığı, bir problemin çözümü ya da bir makalenin veya kitabın tezinin ispatı gibidir. Ortada okuyucuda istifham, şüphe veya vehme sebep olacak hiçbir çelişkili husus bırakılmaz.
Çünkü ilim delilli ve mesnetli, değişmeyen düşünce tarzı demektir. Cenâb-ı Hak, Kuran-ı Kerim’de delilli ve mesnetli düşünmeyip Allah’ın Kitabıyla çelişen ve onunla mücadele edenleri azapla tehdit etmiştir. Bu hususta Hac Suresinin 8 ve 9. Ayetlerinin mealini bir numune olması adına aktaralım:
“İnsanlardan öylesi de vardır ki, bir ilmi, bir yol göstericisi, aydınlatıcı bir kitabı olmadığı hâlde kibirlenerek insanları Allah’ın yolundan saptırmak için, Allah hakkında tartışmaya kalkar. Ona dünyada bir rezillik vardır. Ona kıyamet gününde de ateşin azabını tattıracağız.”
Delilli ve mesnetli düşünülüp konuşulursa, ilmin aradığı ve şart koştuğu objektif sonuçlara varılır. Bu objektif sonuçlar şahıslara göre değişemez. Bu da “hak ve bâtıl anlayışı herkese göre değişir” hezeyanının ilmî ve kabul edilebilir yönü olmadığını gösterir.
Hak / doğru tektir. Gerek tabii / fenni ilimlerde, gerekse diğer bütün ilmî düşüncelerde doğrunun tek olduğu noktasında en küçük bir ihtilaf yoktur.
Burada bilgiyi oluşumu açısından iki kategoride değerlendirmek icap eder:
Zaruri (bedihî) bilgi ve nazarî (istidlale dayalı) bilgi.
Zaruri bilgiyi ispata gerek yoktur. Doğrudan doğruya zihinde oluşur ve reddedilmesi de mümkün değildir.
Mesela “iki kere iki dört eder”, “iki nokta arasındaki en kısa yol, bir doğrudur (matematik terimi olan doğru)”, “ateş yakıcıdır”, “adalet iyidir, zulüm kötüdür” gibi bilgiler zaruri bilgidir.
Bir de hak ve hakikat olduğu halde ancak tefekkür yoluyla, aklî muhakeme ile ortaya çıkan, yani nazarî / istidlale dayalı gerçekler vardır. İşte ilim adamlarının çalışmaları, bu gerçeklerin ortaya çıkarılması içindir.
Bu tespitler, herkese göre ayrı hüküm, hak ve hakikat olamayacağı; hak ve hakikatin tek olduğu; bunun bulunmasına “ilim” dendiği, aklî sıhhatinde problem olmayan herkesin bu noktada hemfikir olacağı görüşünü destekler. Ve buradan çıkan bir sonuç da -yukarıda da ifade edildiği gibi- hakla bâtıl, doğruyla yanlış arasında tarafsız kalınamayacağıdır.
Buradan hareketle diyoruz ki, Yüce Allah’ın vahiy yoluyla bildirdiği ve değişmeden günümüze kadar gelen, asliyet ve safiyetini muhafaza eden Yüce İslam, hak ve hakikattir ve tek hak dindir.
Bunu anlamayan veya anlamak istemeyen bazı kimseler, “Efendim, herkesin dini kendine göre doğrudur” gibi ilimde ve sağlıklı düşüncede aslı esası olmayan hilkat garibesi iddialar ortaya atarlar.
Hayır… “Allah birdir. Onun ilmi ezeli ve ebedidir, sonsuzdur. O, her şeyi künhüyle bilir” hakikatini esas aldığımızda, hak dinin tek olması şarttır, zaruridir. Bunun dışındaki kabullerin aslı esası yoktur.
Onun için İslam’ın tek hak din olduğunu ısrarla vurgulayıp, insanların kurtuluşu için İslam’a gelinmesi, İslam’ın yaşanması gerektiğini önemle ifade ediyoruz.
4- Yüce İslam Tek Hak Dindir ve Bütün İlimlerin Kaynağı Tevhid İlmidir
İslam tek hak dindir ve hak bâtıl ölçüsünü vahiyle ortaya koymuştur. Hakka tâbi olmayı, bâtıldan uzaklaşmayı Cenâb-ı Hak emretmiştir.
İsrâ Suresi 81. Ayetteki “Hak geldi, bâtıl zail oldu” hükmü, hak bâtıl arasındaki kesin ayrımı ve çizgiyi ifade eder.
Hakkın ölçüsü Allah’a itaat etmektir; bâtılın karakteri ona karşı gelmektir. Müşahhas manada bu hak bâtıl ölçüsünün merkezinde Hz. Peygamber (s.a.v.) vardır. Kim ona itaat ederse haktadır, Allah’a itaat etmiş olur. Kim ona itiraz ederse Allah’a isyan etmiş olur. Bu gerçeği vurgulayan Nisa Suresi 80. Ayet mealen şöyledir:
“Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse, (bilsin ki) biz seni onlara bekçi göndermedik.”
İslam’ın tek hak din oluşu, hakta istikrar sağlayabilmenin ölçüsünün Allah ve Rasulüne itaat olduğu gerçeği, İslam’daki tevhid inancı olarak ifade edilir. Bu tevhid inancına bağlı olan tevhid ilmi de hak ve hakikatin kaynağıdır.
Bunun tersi ise düzensizliği, anarşiyi, çatışmayı, karışıklığı ifade ve sembolize eden şirktir.
Her şeyin bir kaynağı vardır. Hak ve hakikatin ve ilimlerin kaynağı da tevhid ilminin tezahürü olarak marifetullahtır; yani Allah’ı bilmektir.
İlimler sebep sonuç ilişkisine dayanır. Her ilimde sebep ve buna bağlı sonuç arasında bağlantı kurulur. Hâlbuki sebeplerin sebebi, yani müsebbibü’l esbâb Allah’tır. Bundan dolayı marifetullah bilgisini ifade eden tevhid ilmi bütün ilimlerin anasıdır.
Sonuç olarak, başta da ifade ettiğimiz “gerçek ve faydalı ilim, hakkı ortaya çıkarandır” prensibinden hareketle deriz ki:
İlimlerin aslı ve esası “tevhid ilmi” bir diğer ifadeyle “Allah’ı bilmek”tir. Hakikatlerin kaynağı budur. O halde ilmi gizlememek ve hakkı söylemek, Allah’ı bilmenin ve ona hakiki manada kul olmanın icabıdır. Evet, Allah’a hakiki manada kul olanlar, onun hatırı ve rızası için ilmi gizlemez ve hakkı söylerler.
Bu konuya gelecek yazımızda da devam edeceğiz.