“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Tevbe: 23)

“Allah’ın evi” olan camilerimiz / mescidlerimizle ilgili uzun süredir devam eden yazılarımızda ortaya konan deliller gayet güçlü olup aynı zamanda hiçbir istifhama kapı aralamayacak kadar da berraktır.

Bu delillerin zaruri neticesi de şudur:

Yüce dinimiz İslam’da cami ve mescid hukuku, Kitap ve Sünnette yer alan emir ve düsturlarla belirlenir. Yani cami ve mescid statüsünü nass belirler; bu meyanda şahsî görüş, yorum ya da tevil kabul edilemez.

Camiler / mescidler Allah’ındır. Buralarda yalnız ve sadece Allah’ın adı anılır; yalnız ve sadece ona ibadet edilir. Nitekim Cin Suresinin 18. ayeti bunu vurgular:

“Şüphesiz ki mescidler Allah'ındır; o hâlde (oralarda) Allah ile beraber hiç kimseye ibadet / dua / kulluk etmeyin!”

Bu manayı ifade eden ve sembolleştiren iki kavram “tevhid” ve “ihlas”tır. Hatta bunlara “takva”yı da ilave edebiliriz. Nitekim Kuran-ı Kerim’de Kuba Mescidinden “takva üzere bina edilmiş mescid” (Tevbe: 107) diye bahsedilmesi bunu teyit eder.

Bu durum bize cami ve mescidlerde dünyalık olan eşya, alet, edevat, cisim vs. bulundurulmaması vazifesi yüklediği gibi; bunlardan daha da mühimi, bu mekânları İslam’ın tevhid gerçeğine aykırı şirk ve küfür sembollerinden uzak tutmanın şart, zaruret ve mecburiyet olduğu mesajını da vermektedir.

Keza burada, cami ve mescidlerin dünyevi bir maksatla -mesela maddi getirisi olan müze statüsünde- kullanılamayacağı neticesi de kendiliğinden hâsıl olur.

Bu hukuk ve statü, Kâbe başta olmak üzere, Kâbe’nin şubesi konumundaki bütün cami ve mescidler için geçerlidir. Bunun dışında, çifte standart manasına gelen özel statülü hiçbir mescid uygulamasına müsaade edilemez,  edilmemelidir.

Bu ölçüye göre camilerimiz söz konusu olduğunda, ne ehl-i kitaptan (Yahudi ve Hıristiyanlardan) herhangi bir grubun ne dinlerarası diyalogun çıkış yeri Vatikan’ın ne Dünya Kiliseler Birliğinin ne ılımlı İslam projesinin sahibi Amerikalı Evangelistlerin ne de dünyayı Hıristiyanlık lehine şekillendirmeye çalışan UNESCO gibi kurum ve kuruluşların telkin ve tavsiyeleri -hangi bahane ve gerekçeyle olursa olsun- hiçbir kıymet ifade etmez.

Bu duruş, bizim Müslüman olmamızın ve Müslüman kalmamızın gereğidir.

Keza devlet olarak egemenlik hakkımızın da bir gereğidir.

Milli kimlik ve şahsiyetimizi kuşanmamızın da tabii bir sonucudur.

Bu konuyla ilgili genel bir değerlendirme olarak şu hususları dikkatlerinize sunmak isteriz:

1- “Ortak Mabed” Hezeyanı

Çeşitli kesimlerin zaman zaman seslendirdiği “ortak mabed” istekleri, yukarıda arz etmeye çalıştığımız ölçüleri yerle yeksan etmektedir.

“Ortak mabed” kavramından kast edilen nedir?

İslam’ın tevhid ve ihlas damgasının vurulduğu bir mescid içinde Hıristiyan’a, Yahudi’ye ve onların ayinlerine nasıl yer verilebilir?

Bilindiği üzere Yahudi ve Hıristiyan ayinlerine hâkim olan husus şirktir. Ayinin şekli, mahiyeti ne olursa olsun, yapılan iş, şirkin icrasıdır. Şirk icrasının sırf Allah için ibadet edilen bir mescidde yeri olabilir mi?

Bunu mümkün görmek, karanlıkla aydınlığın bir arada olabileceğini iddia etmek gibi akıl, mantık, fıtrat kurallarına aykırı; kâinat gerçeklerine ve hayatın tabii akışına da terstir. İslam böyle bir hezeyana onay vermeyeceği gibi, bunu en yüksek perdeden reddetmeyi emreder.

Tam da bu noktada şu ayet-i kerimenin manasını bir düşünelim:

“De ki: Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi (O’na) doğrultun. Dini Allah’a has kılarak O’na ibadet edin...” (A’râf: 29.)

Büyük âlim, arif, mütefekkir ve Allah dostu İmam Rabbani’nin geçen haftaki yazımızda yer verdiğimiz şu fetvasını bir kere daha hatırlayalım:

“İman, inanılması zorunlu olan bilgileri kalbin tasdik etmesi, yani inanması demektir. Bu tasdikin alameti, küfürden uzaklaşmak ve kâfirlikten sakınmaktır. Kâfirlikten sakınmak da, küfre mahsus şeylerden, mesela zünnar bağlamak gibi küfür alametlerini kullanmaktan sakınmak … demektir. Tasdik edip de, zaruret olmadığı halde, küfürden sakınmayan Müslüman mürted olur.” (Mektubat, 1. Cilt, 266. Mektup, 3. Cilt, 16. Mektup)

2- Dinlerarası Diyalog İhaneti

Cami ve mescidlerimize musallat olmuş bu musibetin arkasındaki sebeplerden biri ve belki de en büyüğü dinlerarası diyalog fitnesidir. Vatikan projesi olan bu fitneyle nezih akaidimiz ihlal ve ifsat edilmektedir.

Tam da burada Ayasofya ve Kariye Camilerindeki teslis/ şirk sembollerinin korunması hususunda UNESCO’nun bir yığın tavsiye ve telkini bulunduğunu hatırlatalım.

Sormadan edemiyoruz:

Bizim cami hukukumuzu UNESCO denen kuruluş mu belirleyecektir?

UNESCO’nun şirk sembollerinin korunmasına gösterdiği hassasiyeti, Müslüman kökenli kimselerin, Kuran ve Sünnete/ nassa göstermemesi ne kadar da hazindir.

Camilerimizi bu hale getirenler, ne büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduklarını anlamak adına İmam Rabbani’nin yukarıdaki fetvası doğrultusunda uzun uzun düşünmelidirler.

Dinlerarası diyalog denen ihanetin en büyük tahribatı, İslam’ın tek hak din olduğunu hesaba katmadan dinleri eşitlemesidir.

Evet, dinlerarası diyalogda, tek hak din olan İslam’ın, haktan sapma manasına gelen muharref dinler seviyesine indirgenmesi ya da şirke bulaşmış o muharref dinlerin, tek hak din olan İslam seviyesine çıkarılması söz konusudur. Her iki durum da çok büyük haksızlık ve de ilmî / itikâdî faciadır.

Projenin sahibi Vatikan’ın ve bu çerçevede Katoliklik dünyasının bu “eşitlik” ilkesinden kaybedeceği bir şey yoktur. Ama bunu kabul eden her Müslümanın itikadı tahrif ve tahrip olur. İslam, Kitap ve Sünnet ölçüleriyle ayakta kalır. Bunları ihlal ettikten sonra ben Müslümanım demek itikâdî ve ilmî manada bir değer ifade etmez.

Ehl-i kitap patentli plan ve projelerle, nezih akaidimiz kelimenin tam anlamıyla “mihraptan” vurulmak istenmektedir.

Bu hususta büyük ölçüde muvaffak olduklarını da söyleyebiliriz. Ayasofya’daki, Kariye’deki, keza Trabzon Ayasofya’sındaki ve Ortahisar Camiindeki, İzmir Alaçatı Pazaryeri Camiindeki uygulamalar ve Müslümanların bunlar karşısındaki sessizliği, İslam tarihinin 1200 yılına damga vurmuş bu yüce milletin karşı karşıya kaldığı büyük felaketi göstermektedir.

3- Din ve Vicdan Hürriyetinin Mahiyetinin Saptırılması

İslam akaidine yönelik bu tahribat ve tahrifatlara imza atan batılılar ve onların yerli uzantıları, yaptıklarını meşru göstermek için bahane uydurmakta bir hayli ustadırlar. Bu çerçevede din ve vicdan hürriyetinin mahiyetinin saptırılması da söz konusudur.

Bu konuyu ilerleyen günlerde müstakil olarak inceleyeceğiz. Ancak burada şunu söylemek isteriz:

Din ve vicdan hürriyeti, İslam’ın tevhid akaidini ortadan kaldıracak şekilde yorumlanamaz. Bu tabir, bâtılı meşru göstermenin vasıtası yapılamaz.

Din ve vicdan hürriyeti şöyle anlaşılmalıdır:

Herkes istediği bir dini seçebilir, dilediği gibi inanabilir. Ama mahşerde Allah huzurunda bunun hesabını verir.

Bizim karşı çıktığımız şey, din ve vicdan hürriyeti tekerlemesiyle Müslümanların, diğer bâtıl dinleri ve onların şirke dayalı akidelerini meşru ve doğru kabul etmeye yönlendirilmeleridir.

Hâlbuki hiçbir mazeret veya telkin, bâtılı hak göstermemize vasıta yapılamaz, yapılmamalıdır. Zira hak vardır, bâtıl vardır. Doğru vardır, yanlış vardır. Hakikatler vardır, hurafeler vardır. Sapla saman birbirine karıştırılamaz. Hak ve bâtıl birbirine boca edilerek insanlığa, hele de Müslümanlara sunulamaz.

Biz kimsenin inancına müdahale mevkiinde değiliz. Ama hiç kimsenin de bizim mukaddes değerlerimizi, vahiy kaynaklı nezih ölçülerimizi ifsat etmeye hakkı yoktur.

Onun için diğer dinlere ve onların mensuplarına saygı noktasında şu netliği ortaya koymamız lazımdır:

Bâtıl bir din veya inanca saygı küfürdür. Saygı, her an Müslüman olma potansiyelindeki insanın bizzat kendisinedir.

Eğer bir kimse bu farkı anlamıyor da, karşısındakinin bâtıl inancına saygı gösteriyorsa, o zaten İslam ölçülerini ihlal etmiş demektir.

4- İslam’a Göre Ehl-i Kitabın Küfürde Olduğu Gerçeği

Burada bilinmesi gereken temel mesele, ehl-i kitabın, yani Yahudi ve Hıristiyanların küfür ve şirk üzere olduğudur. Bu, Kuran ve Sünnet ölçüleriyle apaçık ortadadır.

Âcizane Kuran’da ehl-i kitapla ilgili ayetleri geniş bir şekilde araştırdım. 1200 - 1300 civarında tespit ettiğim bu ayetlerdeki ortak mesaj, ehl-i kitabın apaçık küfürde olduğu, bâtıl üzere bulunduğu ve ahirette kurtulamayacağı gerçeğidir. Bir numune olması bakımından burada bazılarını mealen aktaralım:

“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp kâfir yaparlar.” (Âl-i İmran: 100)

“Ey Kitap ehli! Niçin hakkı bâtılla karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?” (Âl-i İmran: 71)

“Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak din İslâm’ı din edinmeyen kimselerle, küçülerek (boyun eğerek) kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşın.” (Tevbe: 29)

Bu ayetlerden hususiye Âl-i İmran: 100’de Allahu Teâlâ genel bir ölçü ortaya koyuyor. Müminlere hitap ederek “Yahudi ve Hıristiyanların herhangi bir grubuna uyarsanız sizi imandan çevirip kâfir yaparlar” buyuruyor. Tefsirlerimizde, “herhangi bir grup” diye çevrilen “ferîkan” kelimesinin nekra olmasından hareketle, bu hükmün bilaistisna bütün grupları içine aldığı vurgulanmaktadır. Buna göre artık hiç kimse kalkıp ehl-i kitabın falan grubu haktadır diyemez; dese bile delilini getiremez.

O halde Kuran hükümleriyle küfür olduğu açıkça bilinen ve gerçek İslam’dan sapmalar olarak ortaya çıkan muharref dinlerle hangi diyalog, hangi uzlaşma, hangi alışveriş yapılacaktır? Bu işe kalkışan ve hala Müslüman olduğunu söyleyen kimselere Allah akıl fikir versin.

5- Safımızı Bilmeliyiz

Son olarak iman cihetiyle her biri hayatımızın ilke ve prensiplerini oluşturması gereken ayetlerden bazılarını mealen aktararak “safımızı net olarak ortaya koymanın” önemine dikkat çekmek istiyoruz:

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Tevbe: 23)

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah’a ve Peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Mücadele: 22)

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Mâide: 54)

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler, size Allah’tan, Peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fâsık topluluğu doğru yola erdirmez.” (Tevbe: 24)

Bu ayetler ortadayken, aklı olan bir Müslümanın safını bilmemesi ve o safta durmaması mümkün değildir. En yakınlarımız için de geçerli olmak üzere, hayatımıza hâkim olması gereken ölçü, hak ve bâtıl ölçüsüdür. Söz konusu kişi her kim olursa olsun, Müslüman haktan yanadır ve bâtılın karşısındadır.

Yazımızı Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) şu duasıyla bitirelim:

“Allah'ım! Hakk'ı hak olarak bilip Hakk'a ittiba etmeyi, bâtılı bâtıl olarak bilip bâtıldan içtinap etmeyi nasip eyle.”