Tarih boyunca süren ve günümüzde de şiddetinden bir şey kaybetmemiş olan İslam’a ve Müslümanlara yönelik kin ve düşmanlıkla -ki buna Haçlı zihniyeti diyoruz- yılbaşı ve Noel kutlamaları arasında direkt yahut dolaylı nasıl bir münasebet vardır? Bu yazımızda bu konuyu tahlil edeceğiz.
Tarihî Haçlı zihniyetinin bugünkü şartlarda sergileniş şekillerinden biri de “İslamofobi”dir. Buna gerekçe olarak da İslam’ın “fundamentalist” veya “radikal” bir din olduğu bahanesi öne sürülmektedir.
İslam için kullanılan bu sıfatlar elbette ki gerçeği yansıtmamaktadır. Ama bu sıfatları kullanmak, Haçlı zihniyetini sürdürmek isteyenlerin işine gelmektedir. Çünkü böylece İslam’ın “nefret suçunu körükleyen bir din”, Müslümanların da “bu suçu işleyen, dünyaya kin ve nefret tohumları saçan, kendileri gibi olmayanlara hayat hakkı tanımayan, terör yanlısı insanlar” oldukları propagandasını kolaylıkla yapabilmektedirler.
Hâlbuki ortada bir kin ve nefret varsa -ki elbette ki vardır- bunun kaynağı İslam ve Müslümanlar değildir. Tam tersi bu suçun faili batılı çevrelerdir; mağdur ve mazlumu da Müslümanlardır.
Günümüzde bu İslamofobi algısı üzerinden modern Haçlı seferlerinin siyasî, askerî, dinî ve kültürel, dört ayağı birden beslenmektedir.
“İslâmî terör”, “radikal İslam” gibi söylem veya bahanelerle İslam coğrafyasına “siyasî” ve “askerî” müdahalelerin önü açılmaktadır.
“Dinî” ve “kültürel” boyutta ise Vatikan’ın dinlerarası diyalog, ABD’li Evangelistlerin Ilımlı İslam gibi projelerine zemin hazırlanmış ve böylece güya “fundamentalist” ve “radikal” olan İslam, (haşa!) “ılımlı”, “hoşgörülü” “toleranslı” bir din haline getirilmek üzere bir işleme tâbi tutulmak istenmiştir.
Elbette ki bunun manası, muharref Yahudilik ve Hıristiyanlığın sürüklendiği akıbete İslam’ın da sürüklenmesi, yani İslam’ın tahrif edilip bozulmasıdır. Şüphesiz ki bu onların planıdır ve “Allah, kâfirler istemese de nurunu tamamlayacaktır.” (Saff: 8)
Genel manada çizmeye çalıştığımız bu çerçeveden sonra şimdi meseleyi daha yakından tahlil etmeye çalışalım:
I- HAÇLI SEFERLERİNDEN NOEL KUTLAMALARINA…
Tarih boyunca Kilisenin öncülüğünde 19 defa tekrarlanan Haçlı seferlerine günümüzde bir yenisi daha eklenmiş durumdadır. Afganistan, Irak ve Suriye’nin işgali; son Gazze ve Lübnan olayları açık birer Haçlı seferi olarak mütalaa edilmelidir. “Haçlı seferleri” dediğimizde tarihin şehadeti bu tabiri “Yahudi ve Hıristiyan ittifakı” olarak algılamamızı gerektirir. Çünkü Müslümanlara yönelik bu saldırılar “Küfür tek millettir” ilkesini doğrular mahiyette ekseriyetle böyle bir ittifakla sahneye konmuştur. Mesela yakın tarihte gözümüzün önünde cereyan eden Bosna savaşında, keza Irak’ın işgalinde Yahudilerin planlama ve organizatörlük görevleri üstlendikleri delilleriyle bilinmektedir.
Son Gazze olaylarında ise işin başında Yahudiler olup, bu defa da ABD başta olmak üzere batılı Hıristiyan ülkeler ona siyasî ve askerî destek sağlamışlardır. Yani ittifak yine açık ve alenidir.
Önceki Haçlı seferlerinde Hıristiyan askerlerine bir kilise söylemi olarak, “bir Müslümanı / Türkü öldürmenin, cenneti garantilemek anlamına geldiği” telkin ediliyordu.
Ne kadar iftihar etsek azdır ki, bunca Haçlı seferini ecdadımız Selçuklu ve Osmanlı başta olmak üzere Müslüman Türk milleti, devletleri ve beylikleri püskürtmüştür.
Ne var ki Haçlı seferlerinin bir kolu niteliğinde ajanlık / misyonerlik faaliyetleri durmadan devam ettirilmiş ve neticede Osmanlının parçalanması bir vakıa olarak ortaya çıkmıştır. Girişte bahsettiğimiz günümüzdeki dinlerarası diyalog ve Ilımlı İslam projeleri ise, ajanlığın da ötesinde, fütursuz bir aleniyetle yürütülen “modern misyonerlik” faaliyetleridir.
Osmanlının son dönemlerinde gündem edilen “şark meselesi” ve “hasta adam” tabirleri de topraklarımızın nasıl hedef alındığına dair siyasi birer söylemdir ve hedef ve maksatları günümüzde de devam etmektedir. Bu başlı başına bir araştırma konusudur.
Daha sonra Vatikan öncülüğünde hazırlanan ve -enteresandır- dinlerarası diyalog faaliyetlerinin en yüksek perdeden seslendirildiği günlerde, Güney Koreli bir papazın söylediği şu söz, Hıristiyan dünyasının İslam’a, özellikle de Müslüman Türk milletine ve aziz vatanımıza bakışını göstermektedir:
“Kutsal Anadolu topraklarımız kâfir Türklerin işgali altındadır; mutlaka kurtarılmalıdır.”
ABD patentli BOP’un ve onun dinî ve kültürel versiyonu olan Ilımlı İslam Projesinin Türkiye dâhil, İslam ülkelerine nasıl dayatıldığı da ayrı bir ispattır.
Yine Amerika’da İkiz Kulelere saldırı senaryosuyla başlatılıp, Başkan George W. Bush tarafından seksen yıl süreceği ifade edilen “curuzade” / Haçlı seferi deyimi de, İslam dünyasına yönelik işgal ve istila maksadını açıkça ortaya koymaktadır.
Bunun ardından aynı güç ve zihniyetlerce Irak’ın işgali planlandı.
Afganistan ve Irak’la başlayan bu işgallerin birer Haçlı seferi olduğuna dair yüzlerce delil ortaya konabilir. Başta ABD Başkanının sözü buna delildir. Yine mesela Irak sokaklarında dolaşan ABD tanklarının namlularına haç asılması, başka hiçbir delile gerek bırakmayacak kadar açıktır.
Keza ABD askerlerinin camilere postallarıyla girmeleri, minareleri kurşunlamaları, özellikle gerçek İslam’ı temsil mevkiinde olan ehl-i sünnet / Sünni halkı katliama tâbi tutmaları, Bağdat Ebu Gurayb hapishanesinde ırzına geçilen kadınlar vs. bu Haçlı işgalinin önemli göstergelerindendir. Sadece bu iki ülkenin işgalinde öldürülen Müslüman sayısı dört buçuk milyondan aşağı değildir.
Öte yandan BOP’un taktik değiştirmiş hali olan Arap Baharı ile çıkarılan iç savaşlar da, İslam ve Müslümanlara yönelik Haçlı seferleri bağlamında değerlendirilmelidir. Libya, Tunus ve Suriye’nin işgali gözümüzün önünde cereyan etmiştir. Yahudilerin Gazze, Batı Şeria, Lübnan ve Suriye’ye olan saldırıları da halen devam etmektedir.
Keza bu Siyonist - Haçlı güçlerinin ittifak ederek İslam ülkelerinde ihtilal yaptırmaları da Müslümanların birliğinin önünü kesmek niyetinde olduklarının başka bir ispatıdır. Mısır ve Sudan’da olduğu gibi…
Hülasa, Türk Tarih Kurumunun önceki başkanlarından Prof. Dr. Refik Turan’ın açıklamasına göre, 2018 yılı itibariyle sadece son yirmi beş yıl içinde Ortadoğu İslam coğrafyasında öldürülen Müslüman sayısı 12,5 milyon civarındadır…
Verilen bunca şehidin ardından gelinen son merhalede bazı İslam ülkelerinin (BAE, Suudi Arabistan, Mısır, Tunus) İsrail’le “normalleşme” süreci dedikleri bir yakınlık ve işbirliğine girmeleri ise, İslam birliğinin parçalanmasına yönelik sinsi bir mühendislik projesidir.
Bu çerçevede önceki yazılarımızda yeri geldikçe konu edindiğimiz gibi, “İbrahimî din” adı altında İslam’ı inkültürasyon yoluyla Hıristiyanlığın içine monte edip ortadan kaldırma niyetleri de ayrı bir boyuttur.
İslam’ı şirke bulaşmış muharref dinler içine karıştırarak sunmanın, onun tek hak din olduğu gerçeğine, asliyet ve safiyetine hayat tanımayacağı açıktır.
Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız tehlikenin hangi boyutlara ulaştığını göstermesi bakımından müşahhas bir iki örnek vermek isteriz:
Geçtiğimiz yıllarda Suudi Arabistan’dan gelen bir haber, harim-i ismetimize uzanan kirli ellerin hiç boş durmadığının, akla hayale gelmeyecek her sahadan darbe üstüne darbe aldığımızın acı bir göstergesiydi.
ABD, Avrupa ve İsrail dostluğu ve entrika yoluyla iktidarı ele geçiren Muhammed b. Selman denen şahsın başlattığı reform faaliyetleri çerçevesinde, 16 Aralık 2021’de Suudi Arabistan’da bir müzik festivali yapılmış; başkent Riyad’da gerçekleşen ve dört gün süren bu festivale toplamda 732.000 kişinin katıldığı söylenmişti. Pandemi var diye hac ve umre kontenjanlarının alabildiğine kısıtlandığı bir dönemde bu kadar insanın eğlence için bir araya gelmesi ve burada ifade etmeye edebimizin elvermeyeceği iffetsizliklerin “hizmet” adı altında katılımcılara sunulduğu bu rezalet, İslam’ın kalbi mesabesindeki mukaddes topraklardan Müslümanlara açıkça meydan okumak demekti. Belki de haccı ve umreyi zımnen tahkir ve tazyif eden, alternatif bir organizasyondu. Ne yazık ki buna İslam ülkelerinden samimi bir tepki gösterildiğine dair bir haber almadık…
Suudi Arabistan’da her yıl Enformasyon Bakanlığı tarafından “Küresel Uyum” sloganıyla başlatılan ve “Riyad Sezonu” adı verilen bu rezilliklerin sonuncusu geçtiğimiz aylarda gerçekleşti. Bizi takip eden kardeşlerimizin hatırlayacağı üzere “Konser Adı Altında Kâbe’ye Yapılan Menfur Hakaret!” başlıklı bir yazıyla konuyu İstiklal Gazetesindeki bu köşemizde etraflıca değerlendirdik.
Orada da ifade ettiğimiz gibi 13 Ekim’de başlayan ve her türlü müstehcenlik, melânet ve şenaatin kol gezdiği bu festivallerde belki şeytanın bile akıl ve cesaret edemeyeceği bir şey yapıldı. Yarıya çıplak insan müsveddelerinin, kadın erkek karışık bir şekilde sergiledikleri “sahne performansları(!)” hemen arkalarında fon olarak kullanılan Kâbe maketine yansıtılarak Kâbe’ye ve onun şahsında Yüce İslam’a aleni bir hakaret ve saldırıda bulunuldu.
Öyle anlaşılıyor ki buna dur diyen bir güç bir irade çıkmadığı, bir ses yükselmediği sürece, İslam’a, Kâbe’ye ve bütün mukaddesata yönelen bu saldırılar her sene tekrarlanıp gidecektir.
Bu hadiseler bilmiyorum biraz olsun kanımıza dokunur mu?
Bu bir kültürel işgal değil midir?
Kültürel işgalin, işgal olma bağlamında askerî olanından ne farkı vardır?
Söz buraya gelmişken Papanın zaman zaman İslam ülkelerine yaptığı dinlerarası diyalog eksenli ziyaretlerin de tam bir kültürel çıkarma olduğunu eklemek gerekir. Son yıllarda Mısır, Sudan, BAE ve Irak’a yapılan ziyaretlerin bu türden olduğu bilinmektedir. Ki biz 2021’de gerçekleşen Irak ziyareti münasebetiyle yazdığımız iki yazımızda bu konuyu da işlemiştik.[1]
Buraya kadar ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığımız bütün bu gelişmeler, Haçlı seferlerinin sadece askerî boyutlu olmadığını ispata kâfidir. Dinî, kültürel, siyasi, ekonomik, ahlâkî, ailevî vs. her cephede bu savaş devam etmektedir.
Öte yandan askerî bağlamda değerlendirdiğimizde buna “savaş” demek de aslında yanlış bir adlandırmadır. Çünkü savaşlarda taraflar arasında birbirine yakın bir güç dengesi olur. Karşılıklı hamleler, az çok mütekabiliyet esasına dayanır. Günümüzde ise Siyonist Yahudilerle Haçlıların işbirliği yaparak İslam’a ve Müslümanlara tek taraflı saldırıları söz konusudur. Müslümanlar zor ve sınırlı imkânlarıyla kendilerini savunmaya çalışmaktadır. Soykırım boyutuna ulaşan bu olaylarda iki milyarlık İslam dünyası da ne yazık ki seyirci rolünde beklemektedir.
Dikkat edilirse askerî müdahaleler her zaman dinî ve kültürel saldırılardan sonra devreye konmaktadır.
Türkiye özelinde konuşacak olursak, işin bu son raddeye kadar ilerletildiğini, yani askerî müdahale boyutuna çok yaklaşıldığını söylemek mübalağa olmasa gerektir. Çünkü Türkiye jeopolitik ve jeostratejik açıdan, çatışan güçlerin tam kavşak noktasında bulunmaktadır. ABD ve diğer birçok batılı devletin de, İsrail’in de Türkiye üzerinde sinsi hesaplar yaptığı bilinmektedir. Sakin bir kafa ve selim bir mantıkla etrafımızda olup bitenleri iyice düşündüğümüzde, Türkiye’yi bekleyen büyük tehlikeyi görmek hiç de zor değildir.
Hele Suriye’de Esed hükümetinin düşürülmesiyle ortaya çıkan son durum, Türkiye’nin sorumluluğunu bir kat daha artırmış, güvenliğini sağlama ve tarihî misyonunu yüklenme noktasında hesaplarını mümkün olduğu kadar ince yapmasını zaruri hale getirmiştir.
II- NOEL ÇILGINLIKLARI VE MÜSLÜMAN KİMLİĞİ
Şimdi tekrar yılbaşı ve Noel kutlamalarına dönecek olursak, bu kutlamalar İslam’a ve Müslümanlara bakışı geçmişte de günümüzde de yukarıda anlatıldığı gibi olan batı dünyasının dinî ve kültürel etkinliğidir.
Müslüman kitlelerin bu günleri benimseyip kutlamalara katılmaları ne hazin, ne kahredici ve ne ibretlik bir durumdur. Sözü eğip bükmeden söyleyelim, bu kutlamaların içinde yer almak kelimenin tam anlamıyla bir şuursuzluk ve kimliksizlik ve de ahmaklık derecesinde bir aldanıştır. Daha da önemlisi İslam’ın akaid / iman esaslarına ters düşmektir, yani itikâdî ihlaldir.
Bu noktada, tam da bu satırları yazarken aldığımız ve bizi son derece üzen bir habere değinmeden geçemeyeceğim. O da, Suriye’deki geçici hükümetin yayımladığı genelgeyle Hıristiyanların Noel Bayramı olan 25- 26 Aralık’ı resmî tatil ilan ettiğini, dolayısıyla devlet kurumlarının kapalı olacağını duyurmasıdır.
Suriye’de yaşananları belki önümüzdeki günlerde geniş bir perspektiften değerlendirebiliriz. Burada konumuzla alakalı olarak şu kadarını açık açık söyleyelim ki, Noel’in tatil ilan edilmesi vahim bir yanlış olmuştur. Bunun arkasında ya batıdan korkmak ve çekinmek ya da batıya şirin görünüp yaranmak kastı vardır. Bu karar, muhalif güçlerin Esed yönetimine karşı kazandığı zaferi sevinç ve mutlulukla karşılayan büyük bir kesimi sukut-i hayale uğratmıştır.
Suriye’deki Hıristiyanların tüm Suriye nüfusuna nispetle oranı bellidir. Ülkedeki diğer azınlık gruplarının da benzer yönde taleplerde bulunmaları halinde Suriye’nin büyük bir kimlik kargaşası yaşayacağı aşikârdır. Dolayısıyla yeni hükümetin bu kararı son derece isabetsiz olmuş ve bölgedeki gelişmeleri yakından takip eden, dualarıyla kendilerini destekleyen dünya Müslümanlarının zihin ve gönüllerinde ciddi soru işaretlerinin oluşmasına sebebiyet vermiştir.
Suriye’deki manzaradan kendi ülkemizin manzarasına dönecek olursak…
Aralık ayının son günlerini yaşıyoruz ve insanın yaşadığı yerin Müslüman beldesi olduğuna inanası gelmiyor…
Mahalle arası diyebileceğimiz en küçük dükkân ve işyerleri bile Noel dolayısıyla vitrinlerini süsleme telaşında.
Hangi markete girerseniz yılbaşı gecesi etkinliklerine dair ürün reyonlarıyla karşılaşıyorsunuz.
İnternetteki bütün alışveriş siteleri yılbaşı indirimi reklamıyla düşüyor ekranınıza.
İçki satmayan marketlerin kataloglarında “yılbaşı hindisi” görüyorsunuz.
Çam ağaçlarının bazen canlısı, bazen maketi karşılıyor sizi başınızı çevirdiğiniz her yönde…
Köşe başlarını tutan “Milli Piyango(!)” tezgâhları ve önlerinde uzayıp giden kuyruklar da cabası…
Hayır, bunları normal akılla izah etmek mümkün değildir.
Kurban Bayramımıza hayvan katliamı diyenlerin hindiye olan bu iştahını; çevrecilerin, yeşilcilerin salonlarını süsleyen çam ağaçlarını; bu manzaradaki iz’ansızlığı sorgulayıp “Ne oluyor size!” demesi gerekirken, onun bir parçası olmakta beis görmeyen insanımızdaki bu akıllara zarar yozlaşmayı anlamak hiç mümkün değildir.
Yemek, içmek, gülmek eğlenmek, oynamak, zıplamak ve birçok kişi için de sarhoş olup sızıp kalmak…
Acaba bunları yapanlar üstlerinde tecelli eden şu mucize hadis-i şeriften haberdar mıdırlar dersiniz:
“Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz / onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler / kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takip edeceksiniz.”
Hz. Peygamberin (s.a.v.) gelecekle ilgili bu ürpertici açıklaması üzerine Ashab sorar:
“Ya Resûlellah! (İzlerini takip edeceğimiz bu topluluklar) Yahudi ve Hristiyanlar mı olacak?”
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Ya başka kimler olacaktı?” [2]
Keza yılbaşı kutlamaya hazırlananlar, bu halleriyle tehdidine girdikleri şu nebevî ihtarı hiç duymamış olabilirler mi:
“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” [3]
Açık ve net söylüyoruz:
Batının bâtıl adetlerini benimsemek, bir Müslüman için şerefini lekeleyen, haysiyet kırıcı bir şeydir; zillettir. Şu ayet bu noktada bizi derinden düşündürmeli ve ürkütmelidir:
“…Allah akıllarını (güzelce) kullanmayanları azap ve pislik içinde bırakır.” (Yunus: 100.)
Bu taşkınlık ve çılgınlıkları yapan sözde Müslümanlara soralım:
Siz Hıristiyanların bayramlarını böyle çılgınca kutlarken; yalvarsanız, para verseniz, iknaya çalışsanız, acaba onların tek bir sarhoşuna bizim Ramazan veya Kurban Bayramımızı kutlama anlamına gelecek bir hareket yaptırabilir misiniz?
Önünü arkasını, nedenini niçinini düşünmeden Noel kutlayan bu şahıslarda acaba Müslüman kimliği kalır mı? Hiçbir akaid veya fıkıh kitabında bu şuursuzları temize çıkaracak bir kayıt gösterilemez.
Şu noktaya da dikkat çekmek isteriz:
Küfre düşen kimsenin, küfrü gerektiren fiili bir ömür boyu tekrarlayıp durması gerekmez. İslam akaidini bir defa ihlalle birçok defa ihlal arasında netice bakımından bir fark yoktur. Elbette ki bu sözlerimiz aklı başında olanlara ve düşünenlere tesir eder.
Bu şuursuz taklitçiliğin, toplumun büyük bir kesimine sirayet etmiş olması çok acıdır. Bu konuda ne devlette ne ilim adamlarında ne dinin sınırlarını koruyup kollama görevinde olduğu zannedilen kesimde sadra şifa olacak ciddi bir tepki veya tedbir göremiyoruz. Bu gidişle şu ayet-i kerimenin tehdidine girileceği ortadadır:
“… Şüphesiz ki, bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Fakat Allah, bir kavme (kendi isyanları yüzünden) kötülük dilediği zaman, artık onu geri çevirecek kimse yoktur…” (Ra’d: 11.)
Bu ayet-i kerimeye göre bir millet gidişatını bozarsa, başına bin bir türlü bela gelir. Düzenleri, huzurları, bereketleri kaybolur; birbirine düşer, mahvolup giderler.
SONUÇ
Noel bir Hıristiyan bayramıdır. Bir Müslüman zerre kadar da olsa ona meyledemez.
Hızla Endülüsleşmeye doğru yol aldığımız bu süreçte yapılması gereken, kendimize, kimliğimize, dinimize, inancımıza, akaidimize dönmek; bunlara sımsıkı sarılmak, ezcümle İslam kimliğini kuşanmaktır. Fert ve millet olarak dünyada onurlu ve haysiyetli bir hayat sürmemiz; ahirette de kurtulmamız buna bağlıdır.
Allah, aklını kullanıp istikamette kalan, dostunu düşmanını tanıyan, hayatını hak ve adalet üzere sürdüren bir toplum olarak yeniden ayağa kalkmamızı nasib ü müyesser kılsın.
[1] Yazılara şuradan ulaşılabilir:
https://www.istiklal.com.tr/kose-yazisi/papanin-irak-ziyareti-yahut-islama-acilan-savas/613817
https://www.istiklal.com.tr/kose-yazisi/turkiye-uzerindeki-hesaplar-tehlikeler-ve-careleri/615217
[2] Buhârî, Enbiya 50; Müslim, İlim 6.
[3] Ebû Dâvud, Libâs, 4/4031.