“İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Hak’tan sonra sadece sapıklık vardır. O hâlde, nasıl oluyor da (Hak’tan) döndürülüyorsunuz?” (Yunus: 32)

Bu konuyla ilgili bir evvelki yazımızda günümüz metodoloji anlayışını “kaynaklar” açısından değerlendirdikten sonra, şimdi bir de aynı değerlendirmeyi “vasıtalar” üzerinden yapalım:

Bilindiği gibi ilimlerin vasıtaları üçtür: Akl-ı selim, hiss-i selim ve sadık haber.

Aynı sırayla değerlendirmelerimize başlayalım:

I- AKL-I SELİM

Akl-ı selim; mahiyeti, vasıfları ve ilgilendiği sahalar cihetiyle sağlam aklı ifade eder. İnsanın doğru karar vermesini sağlayan, herhangi bir olumsuzluktan, ortamın kötülüğünden veya kişiyi kör ve sağır eden, hak ve adaleti perdeleyen aşırı sevinç ve sevgi halinden etkilenmeyen, yaratılışındaki temizliği koruyan akıl demektir.

Hiçbir insan -akıl hastası olanlar hariç- aklının varlığından şüphe etmez ve çoğu zaman da herkes kendi aklını beğenir. Ancak böyle bir farkındalık ve beğeni, aklı anlama ve değerlendirmede sathî ve çoğu zaman da hatalı bir yaklaşımdır; ilmî boyuttan mahrumdur.

Aklın insan için, insanı insan yapan en büyük nimet olduğu doğrudur. Fakat eğer usul ve metod olarak yerli yerinde kullanılmaz, yani başındaki “selim” vasfı iptal edilir ise, aynı akıl insanı sapkınlığa sürükleyerek bedbaht ve perişan edebilir, ona izzet ve şeref yerine zillet ve rezilet yaşatabilir.

Aklın hakikat arayışı rehbersiz olursa, adına felsefe denen bir afet ve musibete düşülür. İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Peki, insanın aklını doğru istikamette, bir “nimet” hüviyetinde kullanabilmesinin yolu ve usulü nedir?

Bu noktada karşımıza aklın hareket sahasını, çerçevesini ve kapasitesini belirlemenin hayati önemi çıkar.

Allah, yarattığı insanın salt ve mücerret aklıyla hakkı bulamayacağını, hakikate erişemeyeceğini bildiği için, sonsuz merhametinin tecellisi olarak kullarını uyarmak ve doğruya yönlendirmek üzere tarih boyunca pek çok peygamber / resul göndermiştir.

İnsanoğlu Allah’ın gönderdiği bu elçi ve rehberleri dinlediği zaman, akıl normal sınırları içinde kendisine yüklenen vazifeleri en iyi şekilde yapmıştır. Ama ne zamanki vahyin / naklin kontrolü dışına çıkmış, o zaman akıl da sapıtmış ve sahibini felakete sürüklemiştir.

Felsefe tarihinde “rasyonalizm” diye adlandırılan ekol, aklın değişmez doğru ve istikamet çizen bir unsur olduğunu kabule dayanır. İlk temsilcisi Eski Yunan’da Aristo’dur. Aristo aklın düşünme tarzı olan “Mantık” ilminin kaide ve kurallarını ilk koyan felsefecilerdendir. Ama aynı Aristo, kendi koyduğu Mantık prensiplerine birçok kere ters düşmüş, bazen de koyduğu prensiplerin ilmî ve hakkaniyete uygun olmamasından dolayı, aklı esas alan rasyonalist felsefe insanlık için bir çözüm üretememiş, felsefe tarihinde akıl hastalıklarının baş sebebi olarak kabul edilir olmuştur. Bu rasyonalist felsefe daha sonraları özellikle batı dünyasında birçok temsilci bulmuştur.  Bunlar arasında “Düşünüyorum, öyleyse varım” diyecek kadar septik düşünceli Decartes gibi şüpheci temsilciler de yetiştirmiştir.

Felsefenin pek çok ekolü olmasına rağmen, akılcılık hemen hepsinde kabul görmüş; tarz ve metodları farklı da olsa bütün felsefi ekoller akıl yürütmeyi esas almıştır. Başka bir ifadeyle salt aklı esas alan felsefe, hakikati bulma yolunda çamura saplanmıştır.

İslam’da naklin yönlendirmesiyle akla “selim” şartının koşulması, akılcılığa dayanan felsefenin kör döğüşünün manasızlığını ortaya çıkarmıştır.

İslam’a / Kuran’a göre, akıl insan olmanın, mesuliyet taşımanın, imtihan sırrına muhatap olmanın en temel sebebidir. Bunun için İslâmî kaynaklarda akıl nimetine tahminlerin çok üzerinde değer verilir ve akıl Allah’ın insana verdiği, insanı insan yapan nimetlerin başında zikredilir. Ama İslam akla bu değeri verirken onun kapasitesini, sahasını, hududunu ve nasıl düşüneceğinin ilke ve prensiplerini de ortaya koymuştur. İslâmî kaynaklarda aklın uyacağı usul ve metod, tezekkür ve tefekkürün şartları içinde anlatılmıştır. Tefekkür ve tezekkürün şartlarını burada uzun uzun açma imkânımız yoktur. Şu kadarını söyleyebiliriz ki, bu halleri yaşayabilmenin yolu, aklı kendi sahasında istihdam ederek, gıdası olan ilim nimetiyle donatmaktır.

Bu meyanda bir hadiste “bir saatlik tefekkürün bir yıllık nafile ibadetten efdal olduğu” haber verilmiştir. İslam’ın tefekküre verdiği bu önem, aynı zamanda akla ve ilme verilen değerin de delilidir.

Allah, Kuran’da aklın ve ilmin değerine vurgu yapmak suretiyle, açılımı ciltlerle kitap olacak ayetler indirmiştir. Mesela “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” (Zümer: 9) mealindeki ayet-i kerime, ilimle cehaletin birbirinden nasıl fersah fersah uzak olduğunu insanların idrakine soru şeklinde sunmaktadır.

Yine Kuran’da ilmin, dolayısıyla da onu elde etmeye vesile olan aklın, Allah’a itaat ve ibadet etmenin, Allah’a karşı saygı duymanın, edep içinde hareket etmenin ve O’nun azabından korkmanın bir delil ve belgesi olduğuna işaretle şöyle buyrulmuştur:

“Allah’tan gereği gibi ancak âlimler korkar.” (Fâtır: 28)

Yine aynı doğrultuda Allah’ın varlığına, birliğine, noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf olduğuna Allah ve meleklerden sonra ölçü sahibi âlimler şahit gösterilmiştir:

“Allah, melekler ve ölçü sahibi âlimler, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler…” (Âl-i İmran: 18)

Bu ayet-i kerimede geçen “ulu’l ilmi kâimen bi’l kıst / ölçü ve adaleti bilen âlimler” ifadesi, İslam’ın tevhid esaslarına göre düşünen gerçek âlimi tarif etmektedir. Ve bu âlimlerin şahitliği, Allah’ın ve meleklerin şahitliğinden hemen sonra üçüncü sırada zikredilmektedir. İmam Gazali bu ayet-i kerime hakkında “Âlimlerin medh u senâsının zirvesidir” der.

İslam, aklı bu derece övüp ona alabildiğine büyük bir saha açtığı halde, üç önemli sahada onu sınırlamaktadır. Bunlar “Allah’ın zâtı”, “kader” ve “ruhun mahiyeti” konularıdır.

Bu sınırlamanın sebebi elbette ki düşüncenin önüne engel koymak veya fikir hürriyeti tanımamak değildir.

Tam tersi, bu sınırlandırmalar aklın sağlığını korumak içindir. Zira Mantık ilmi kitaplarında da belirtildiği gibi akıl; zaman ve mekân şartlarında düşünür ve düşündüğü objenin bir suretini, resmini çizer. Yani akıl, düşünme melekesini yerine getirirken zaman ve mekân kayıtlarından kurtulamaz; düşündüğü objeyi zaman ve mekânla sınırlar.  İşte bundandır ki akıl, zamandan ve mekândan münezzeh olan Yüce Allah’ın zât ve sıfatlarını kavrayamaz; izah da edemez. Bu hususta bilgi edinmek için mutlaka vahiy kaynaklı naklî delillere muhtaçtır.

Kapasite ve hududunu bilmeden her sahaya giren akıl, hakikati bulamayacağı gibi kendi kendini tahrip ederek buhran ve bunalıma sürüklenir.

Demek istediğimiz şudur:

Evet, akıl insanı insan yapan büyük bir nimettir. Ama onu yaratıldığı istikamette, sınır ve çerçevesini çizerek kullanmak ve korumak şartıyla…

İslam âlimleri Kuran ve Sünnet ölçüleri doğrultusunda insandaki akıl kuvvetinin üç halini tespit etmişlerdir. İfrat, tefrit ve mutedil hali...

Aklın ifradı, onu kapasitesini aşan hususları algılaması için zorlamaktır. Bunun sonucu fikir buhranı veya düşünce dengesinin bozulması suretiyle akıl hastalığıdır. Tefridi cehalettir. Hâlbuki aklın gıdası ilimdir. Cehalet aklı, aradığına ulaşamamanın acısı içinde bırakır ve bu yönüyle de insanın şerefine yakışmayan bir durumdur. Mutedili ise ilim ve hikmeti yakalamaktır. Yani ilmin şerefiyle gıdalanmaktır.

Söz buraya kadar gelmişken, insan psikolojisinin anlaşılması adına ruhun akıldan sonraki iki kuvvetinin daha ifrad, tefrit ve mutedil haline işaret edelim:

Gadap / Öfke: Gadabın ifradı azgınlık, saldırganlık, barbarlık, gaddarlık ve zalimliktir. Tefridi korkaklık, ürkeklik, kendini savunmaktan bile aciz kalmaktır. Ortası ise şecaat ve kahramanlıktır.

Şecaat ve kahramanlık, haklı bir dava uğruna mücadele etmeyi ve bu konuda cesaret ortaya koymayı gerektirir. Tıpkı gerçek bir Müslümanın yapması gerektiği gibi.

Şehvet: Şehvet insana verilen büyük nimetlerdendir. Ancak onun da sahasında ve yerinde kullanılması gerekir. Şehvetin ifradı, şehvetperestlik denilen ahlaki yozlaşma ve sapkınlıklardır. Tefridi, insanın neslini devam ettiremeyecek derecede aciz ve yetersiz kalmasıdır. Ortası, mutedili ise iffet ve namustur. İslam’ın emrettiği de budur.

Sayılan bu üç kuvvetin de mutedil hali Kuran ve Sünnette övülmüştür. Bu orta / mutedil hal, “sırat-ı müstakim” diye anlatılan doğru, ilmî ve hikmetli yolun, insan psikolojisine yansımasıdır.

Bu mutedil halin sosyal sahada misali ise “vasat (aşırılıklardan uzak) ümmet” (Bakara: 143) tanımlamasıdır.

İnsan psikolojisini doğru anlama adına birçok İslam âlimi bu kuvvetleri ilmî anlamda tetkik etmiş, eserler yazmışlardır. Mesela İmam Gazali’nin Mizanü’l Amel ve el- Kıstasu’l Müstakim adlı eserleri buna örnektir.

Bir Müslüman naklî deliller ışığında aklını, hudud ve sahasına riayet ederek kullandığında, o akıl kendi boyutunda ibadet etmiş olur. Buna örnek olarak Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Hz. Ali’ye (r.a.) şu nasihatini zikredebiliriz:

“Ey Ali! İnsanlar Allah’a iyiliklerin çeşitleriyle yaklaşmaya çalışırken sen de aklınla yaklaş.”

Ve yukarıda da işaret ettiğimiz bir saatlik tefekkür için vadedilen sevap da buna bir örnektir.

Elhasıl İslam “Aklı olmayanın dini de yoktur” prensibini ortaya koyarken, aklını doğru kullanan, böylece ilimde yükseldikçe yükselen şerefli âlimlerden de bahseder:

“Ey iman edenler! Size “Meclislerde yer açın!” denildiği zaman hemen yer açın ki, Allah da size genişlik versin! (Size) “Kalkın!” denildiği zaman da hemen kalkın ki, Allah sizden iman edenleri ve (husûsen) o kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin! Çünkü Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdâr olandır.” (Mücadele: 11)

Bu ayet-i kerime, imanın gereği olan “itaat ve teslimiyet”le “ilimde yükselmek” arasındaki bağlantıyı en çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır.

Buna mukabil aklını yerli yerinde kullanmayarak itaatsizlik edenler de Kuran’da tenkit edilmektedir:

“Allah akıllarını kullanmayanları pislik içinde bırakır.” (Yunus: 100)

İslam âlimleri de aklın sahasında kullanılmadığında çıkmaza gireceğine dair beyanlar zikredilmiştir. Mesela Muhyiddin-i Arabi “Akıl, Allah’ın ne olduğunu değil, ne olmadığını bilmeye yarar.” der.

Mevlana ise “Akıl, aşkı anlamada çamura saplanmış merkep gibidir” demiştir.

Nakil ölçülerini dikkate almayan akıl, ateş böceğine benzetilmiştir. Bilindiği gibi ateş böceğinin ışığı vardır, ama ona yol ve istikamet gösteremez.

İmam Gazali’nin, önceki yazılarımızda birkaç kez atıfta bulunduğumuz, akıl - nakil münasebetine dair “Nakil güneş, akıl göz gibidir” misalini de burada hatırlatmak yerinde olacaktır.

Netice itibariyle akıl; hikmet ve gayesine ancak naklin rehberlik ve ışığıyla ulaşabilir. Günümüzde insanlık, bu sınıra dikkat ve riayet edilmediği için buhrandadır, felakettedir. Naklin rehberliğinden, peygamberlerin hidayet unsuru olarak tanınmasından uzaklaşmıştır. Bu sebeple ilimlerde temel bir kuvvet olarak kullanılan aklın, hak ve hakikati bulma gayesine ulaşamadığı, ibret ve üzüntüyle görülmektedir.

Yapılması gereken, şartlarını naklin ortaya koyduğu akl-ı selime ulaşmaktır.

Bu konuyu noktalarken önemli bir ilmî gerçeğe daha işaret etmek isteriz o da şudur:

Akılla kalbin müşterek çalışması gerekir. Hatta bu hususta bazı âlimler “akıl gözü” ve “kalp gözü” tabirlerini kullanırlar.

Evet, akılla kalp beraber çalışır. Zira kalp merkezdir, akıl onunla irtibatlı ikinci merkezdir.

Yine bu âlimlerin tespitine göre kalp padişah, akıl da onun veziri hükmündedir. Biz, çoğu kez aklımızla düşünüp hareket ettiğimizi, kararlarımızı aklımızla verdiğimizi sanırız; hâlbuki akıl kalbin hükmü ve tasarrufu altındadır. Bundadır ki çok üzüntülü ve çok sevinçli anlarda akıl isabetli kararlar veremeyebiliyor. Bunun sebebi, aklın, hissiyat ve kalbin etkisi altında bulunmasıdır.

Kısaca akl-ı selim meselesi insanı gerçek manada anlama meselesidir. Bunun adresi İslam’dır, Kuran’dır; kaynağı da naklî delilerdir.

Günümüzde Müslüman olduğunu söylediği halde nakli devre dışı bırakıp aklına göre hareket eden sözde Müslüman ilim adamları, maalesef akılcılık hezeyanının girdabına düşmüş zavallılardır. Ve bunların anlattığı din, naklin ortaya koyduğu dinden ziyade, sınırlarını akıllarıyla çizdikleri kendi uydurma dinleridir. Evet, acı olsa da gerçek tam olarak bundan ibarettir.

Bugün insanlık pek çok sahte ilah yanında aklı da putlaştırmış haldedir. Bu “akıl putu” yıkılmadıkça, naklin rehberliğinde yürüyen gerçek aklın vasıfları ortaya konmadıkça, insanlığa ne dünyada ne de ahirette huzur ve saadet imkânı yoktur.

Konuların ehemmiyetine binaen yazılarımızı mecburen uzun tuttuğumuzun, bu suretle de okuyucularımızı yorduğumuzun farkındayız. Ele aldığımız bu son konu da aynı şekilde dikkatle tetkik edilmesi gereken bir mesele olduğu için burada bir virgül koyuyor; ilmin diğer iki vasıtası olan “hiss-i selim” ve “sadık haber”i gelecek yazımıza bırakıyoruz.