(Konuyla ilgili değerlendirmelerimize geçen hafta kaldığımız yerden devam ediyoruz.)

II- HİSS-İ SELİM / SAĞLAM BEŞ DUYU

İçinde yaşadığımız kâinat / âlem, İslâmî eserlerde “mülk ve şehadet âlemi” diye de tanıtılır. Yani şahit olduğumuz, gördüğümüz, işittiğimiz, dokunduğumuz maddi âlem bir vakıadır ve hayatımız bu “mülk ve şehadet âleminde” cereyan eder. Bu âlemin anlaşılmasında kullanılan vasıta, Allah’ın biz insanlara verdiği havas-ı hamse, yani beş duyudur. Ancak âlemi doğru tanımak ve bu âlem içindeki konumumuzu doğru anlamak için, bu beş hassanın sağlam olması gerekir ve buna da hiss-i selim adı verilir. İnsanın Allah’ı tanıması, bilmesi ve kâinat içinde kendi yerini tespit etmesi açısından mülk ve şehadet âlemi büyük önem arz eder.

Tarih boyunca insanın beş duyu ile yöneldiği bu kâinat / âlem, gaye ve maksadı anlamak bakımından çoğu zaman yanlış yorumlanmış ve bu da insanların birtakım batıl görüş ve düşüncelere saplanmalarına sebep olmuştur. Materyalizm diye anılan ve günümüzde pozitivizm kalıbına giren felsefi ekol, bu sapkınlıklardan biri ve belki de en tehlikelisidir. Zira materyalistler beş duyuyla kavranan varlıkları kabul, beş duyunun kavrayamadığı varlıkları reddetmek suretiyle, insanlık tarihinin belki de en büyük hurafesine imza atmışlardır.

İlk çağ diye kabul edilen dönemde revaçta olan felsefe, maddiyyun veya dehriler de denen bu materyalist felsefedir. İlk çağ materyalistlerine M.Ö. 5 binde yaşamış Demokritos ve M.Ö. 3 binde yaşamış Epikür’ü önemli iki temsilci olarak örnek gösterebiliriz.

Günümüz materyalizmine, pozitivizmine ve onun temel prensibi determinizme baktığımız zaman, ilk çağ materyalistlerini çok geride bırakacak kadar ifrada gittiklerini görürüz. Bunlar “Her şey maddeden ibarettir ve her hadisenin sebebi de yine maddidir” diyerek, putperestliğin en akılsızca şeklini ortaya koymuşlardır. İlimler açısından bu batıl tapınmaya esbabperestlik de denir. Nitekim daha evvelki yazılarımızda bu felsefenin sebepleri nasıl ilahlaştırdığını izah etmiştik.

Tarih boyunca maddi âlem, genelde “ifrat” ve “tefrit” olarak iki şekilde anlaşılmıştır.

Birincisi yukarıda ifade edildiği gibi maddeyi ilah kabul edip, madde dışında ne varsa hepsini inkâr etmektir. Bu yolu tercih edenler beş duyuyu ve beş duyuyla ortaya çıkan müşahede, tecrübe ve denemeyi esas almışlardır. Dolayısıyla beş duyunun sahasına girmeyen varlıkları yok kabul etmişlerdir.

Hâlbuki maddi âlem, kaba idrake hitap eden cisimlerdir ve hayatın mana ve muhtevasını anlatmak bakımından son derece yetersizdir. Mesela insanı insan yapan düşünce, akıl ve fikir; beş duyu şartlarına, laboratuvar deneylerine konu olamaz. Keza sevgi, korku, acı, ızdırap, hasret, nedamet, hayranlık gibi insan psikolojisinin unsurları da öyledir.

Bu durumda materyalistlere göre bunların hepsinin yok sayılması gerekir. Ama o zaman ortada insan fıtratının özellikleri namına hiçbir şey kalmamaktadır. Dolayısıyla bu felsefenin batıl olduğu, hadiseleri izahta son derece isabetsiz olduğu ve bir hurafe olduğu açıktır.

Maddeyi anlamada tefrit olan görüş ise, onu yok sayanlar, hakikatte olmadığını iddia edenlerin görüşüdür. Bunlar da “idealistler” olarak anılır. En önemli temsilcileri Eski Yunan’da Sokrat ve talebesi Eflatun’dur. Onlar “Bu âlem hakikatte yoktur, bize öyle görünmektedir” der, böylece kâinata istinat eden bunca ilmin kaynağını da inkâr etmiş olurlar. Bunun da en az materyalizm kadar hurafe olduğu bir gerçektir.

Kâinatı, yani mülk ve şehadet âlemini tanımada kullanılan beş duyuyu olması gerektiği gibi konumlandıran, yani mutedil yolu çizen İslam’dır, Kuran’dır. 

İslam’a göre beş duyu, Allah’ın yarattığı ve insanın emrine musahhar kılınan kâinata yönelmiş cihazlarımızdır. Yani bizim beş duyumuz nasıl açık bir gerçek ise, o beş duyunun yöneldiği kâinat ve âlem de öyle gerçektir.

İşte bundandır ki Kuran vahdaniyete ait delilleri, beş duyu ile kavranan ve akılla idrak edilen bu kâinattan gösterir. Mesela dağlar, ağaçlar, denizler, sema, ay ve güneş, bitkiler, hayvanlar, yağmur, bulut, su, toprak, ateş vs. âlemde her ne varsa hepsi de gerçektir ve vahdaniyet delilleri bu gerçekler üzerine bina edilmiştir.

“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahman’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun? Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (Mülk: 3 - 4)

Bu ayetlerden, mülk ve şahadet âleminden vahdaniyete nasıl delil gösterildiğini anlamaktayız.

İslam âlimleri, Kuran ve Sünnet kaynaklı araştırmalarında zahiri beş duyunun yanında batıni manada da beş hassa tespit etmişlerdir. Bunlar akıl, vehim, hayal, hafıza ve hatırlamadır.

İmam Gazali ruhun kuvvetlerini konu edindiği eserlerinde “faziletler” ve “reziletler”den bahsederken; beş zahir, beş de batın olmak üzere toplam on kanaldan gelen bilgi ve malumatların kalp havuzunda toplandığını, orada değerlendirildiğini, böylece kişinin his ve fikir dünyasının ortaya çıktığını anlatır.

Söz buraya gelmişken İslam âlimlerinin yaptığı şu önemli tespiti de hatırlatalım:

Günümüzde insanın ruhi ve insani faaliyetlerinin merkezi “beyin” kabul edilir. İslam âlimleri ise aklın merkezinin kalp olduğu, beynin kalbe tâbi olduğu tespitini yaparlar. Beyin, fikir üretmede bir merkez gibi görülse de aslında o, kalbin ışığının yansımasından ibarettir. Bu meyanda Hz. Ebubekir’in (r.a.) şu sözü önemlidir:

“Aklın menşei kalptir, ziyası dimağdadır.”

Toparlamak gerekirse:

İslam aklı inkâr etmediği gibi beş duyuyu da inkâr etmez ve bunları hakka ulaştıran ilim vasıtalarının birer şubesi olarak tanır. Fakat bunları yerinde, sahasında ve sınırları içinde kullanır. Buna göre beş duyuyu aşan meseleler de vardır ve bunlar ayrı birer boyut olarak değerlendirilir. Keza aklı aşan meseleler, duygu ve fikirler de naklin rehberliğiyle tanımlanır ve böylece insanın kâinattaki konumu tarif edilmiş olur.

Yani rasyonalistler aklı, materyalistler de beş duyuyu ilahlaştırırken, İslam her iki ilim vasıtasını da şartları, hududu ve kapasitesi çerçevesinde, yerli yerine oturtur, onları hakkı bulmanın vasıta ve vesilesi olarak kullanır.

III- SADIK HABER

Her şey akl-ı selim ve beş duyu aracılığıyla öğrenilemez. Mesela konuşulan diller, gidip görme imkânı olmayan uzak beldeler, geçmişte yaşanan hadiseler hakkındaki bilgiler ancak haber yoluyla öğrenilebilir. Bununla birlikte haber, özü itibariyle doğru veya yanlış olma ihtimali bulunan bir bilgi kaynağıdır; bu sebeple de akıl ve beş duyuya “selim” olma şartı koşulduğu gibi, habere de “sadık” olma şartı konmuştur.

Sadık haber ikiye ayrılır: “Mütevatir haber” ve “Rasulün haberi”.

Mütevatir haber, yalan üzerine birleşmelerini aklın imkânsız gördüğü bir topluluğun rivayet ettiği haberdir. Bu şartı taşıyan bilgi, tıpkı duyu organlarının sağladığı bilgi gibi zorunluluk ve kesinlik ifade eder.

Rasulün haberi ise hem Kuran ayetlerini hem de Sünneti ihtiva eder. Ve “vahiy kaynaklı” olduğu için Allahu Teâlâ’nın biz insanlara bildirdiği kesin, net bilgidir, hatasızdır, kusursuzdur, her türlü zaaftan uzaktır, yanlış oma ihtimali yoktur.

Bu sebeple nasıl ki ilmin kaynaklarında naklî delilleri kâinat ve insan fıtratına önder ve rehber olarak seçiyorsak; ilmin vasıtalarında da akla ve beş duyuya “sadık haber” daha özelde de “rasulün haberi” rehberdir.

Bir başka deyişle hak ve hakikate ancak akl-ı selim ve hiss-i selimin sadık haber rehberliğinde kullanılmasıyla ulaşılır.

İşte ilimlerin hakka ulaştırmasının yolu, usulü, metodu budur.

SONUÇ

Günümüz ilim dünyasında “metodoloji” tabirinin sık sık kullanılıyor olması, ortada gerçekten ilmî bir metodoloji olduğu anlamına gelmez; buna delil teşkil etmez. Çünkü gerçek metodolojinin “hakkı bilmeye kapı açması” gerekir ve günümüz insanı bu keyfiyetten mahrumdur.

Hakkı bilmeye kapı açmak için, ilmin üç kaynak ve üç vasıtasının bir bütünlük içinde, eş zamanlı kullanılması gerekir.

Hakka ulaştıran hakiki ilmî metod, ancak İslam’da bulunur. Çünkü İslam’da bu metod Kuran ve Sünnet ölçüleriyle ortaya konmuştur. Bu ölçülerin dengeli bir şekilde izahını da ancak İslam’ı iyi anlamış hakiki ilim sahipleri yapmıştır.

Bu yüzden diyoruz ki ilmi gizlemeyen ve hakkı söyleyen İslam âlimlerinin en önemli vazifelerinden biri de insanları Allah’ı bilmeye yani marifetullaha götüren tevhid ilminde öncü olmak ve tebliğ yapmaktır. Çünkü tevhid ilmi bütün ilimlerin kaynağıdır.

Müslüman olmadığı halde -daha ziyade- tabii ve fenni sahada ilmî çalışma yapan araştırmacılar İslam âlimlerinin gerçek metodoloji konusundaki delil, izah ve tavsiyelerine kulak vermelidirler. Aslında onların ilmî metodolojiyi hakkıyla anlamaları için yapmaları gereken en isabetli şey, Müslüman olmalarıdır. Çünkü bunu yapmadan sadece metodolojiyi taklit, kör ve topal kalır.

İşte ilim - iman münasebeti açısından dünyanın içine düştüğü en büyük çıkmaz budur. Metodolojideki aklın putlaştırılması, ilimlerin beş duyu şartlarına mahkûm edilmesi gibi devasa yanlışlar, insanları yaratılış gayesinden, Allah’ı bilmekten ve ahiret muhasebesinden uzaklaştırır. Bu ise dünyevi sahada güçlü olanın zayıf olanı ezmesi sonucunu doğurur. Çünkü Allah’tan korkmayan, hesap verme endişesi taşımayan zalim ve gaddar insanların elindeki güç ve silahlar, yeryüzünde barışı tehdit eden en başta gelen sebeplerdendir. 

İşte bunun içindir ki ilimlerin anası olan tevhid ilmi sayesinde hesap verme endişesi kazanan, otokontrol sistemi iyi işleyen, sürekli olarak nefis muhasebesi yapan insanların yeryüzünde hâkim olması çok büyük ihtiyaçtır.

Yoksa bugün olduğu gibi dünyanın süper gücü mesabesindeki devletler, destekçileriyle birlikte soykırım yaparlar, masum insanlara kan kusturan zulüm makinelerine dönüşürler. Gazze başta olmak üzere birçok coğrafyada yaşanan bunca zulüm ve haksızlığın sebebi, akılcılığı ve materyalizmi öne çıkaran yanlış metodolojilerdir.

O halde kalıcı çare, dünya genelinde tabii ve fenni ilimlerle iştigal edenlerin, İslam’a tepkiyle değil, duygusal değil, peşin kanaatle de değil, akıl ve vicdanlarını çalıştırarak, fıtratlarının sesini dinleyerek yaklaşmalarıdır. Zira Allah ancak görmek ve işitmek isteyene gösterir ve işittirir.

Şunu tekrar vurgulayarak bitirelim:

Burada asıl görev, İslam âlimlerine düşüyor. Onlar öncülük ve tebliğ yapmaya mecburdurlar.

Dünya eninde sonunda ilmî, fıtrî ve huzurlu bir atmosferi tekrar yakalayacaktır. Bunun için tevhide inanan, Allah’ın varlığını birliğini tanıyan ve onun hükümlerine göre hareket eden şuurlu müminlerin hâkim mevkide olmaları ve ellerinde güç bulundurmaları şarttır.

İnsan hakları ihlallerinin önlenmesi, insanların dünyada huzur ve sükûn içinde yaşayıp ahirette de kurtuluşa ermelerine vesile olmak adına ehliyetli ve liyakatli kadroları yetiştirmek Müslümanların en başta gelen vazifelerindendir.