“Hakk’ın ötesinde sapıklıktan başka ne vardır? Nasıl oluyor da (Hak’tan sapıklığa) döndürülüyorsunuz?” (Yunus: 32)

Okuyucularımızın malumu olduğu üzere son haftalardaki yazılarımızda inançta ve düşüncede hak - batıl ayrımının hayatî önemine; ilimlerin kaynağının tevhid ilmi olduğuna; ilimlerin insanları hakka götürmesi gerektiğine; bu hususta İslam âlimlerinin tebliğ ve öncülük görevleri olduğuna vurgu yaptık. Ardından da ilimlerde “metodoloji”nin önemine dikkat çekerek günümüzdeki küfür, şirk ve zulümlerin temelinde yanlış metodoloji anlayışı olduğunu izaha çalıştık.

Bu yazımızdan itibaren birkaç makalede “hak” kavramından bahsedeceğiz. Bu kavramın İslam’la nasıl özdeşleştiğini; başka bir ifadeyle İslam’ın hakkın ta kendisi olduğunu ve İslam’da hak kavramına verilen önemi anlatacağız.

Başlarken, bu konuyu gündem etmemizin sebebi olarak iki bakış açısına dikkat çekmek istiyoruz:

I- Hakla Batıl Arasındaki Farkı Kaldırma / Yok Sayma Teşebbüsleri

Günümüzde tek hak dinin İslam olduğu gerçeğine karşı çıkanlar, “herkes kendi dinini hak bilir, kendi dininin hak olduğunu iddia eder” diyerek, şirke ve küfre bulaşmış bütün batıl din ve hatta ideolojileri İslam’la aynı kefeye koyma gayreti içindedirler. Evet, bu korkunç zihniyet günümüzde son derece revaçtadır.

Hakla batıl arasındaki farkı ortadan kaldırmaya matuf bu ameliye, daha ziyade Vatikan’ın hazırladığı dinlerarası diyalog projesiyle atağa geçmiştir. Bu batıl cereyan, ya batılı hak göstermek, ya da hakla batılı eşitleyip hakkı batıl seviyesine indirmek şeklinde zuhur etmektedir.

Ayasofya’nın müze statüsünden cami statüsüne geçirildiği iddia edilen 2020 yılında yaşanan ve bu yapının batılı çevreler tarafından “ortak mabed” olarak kullanılmak istendiğini gösteren bir hadise; “hakla batılın birbirine karıştırılması”nın nasıl bir furyaya dönüştüğünün ibretlik bir örneğidir. Yazar Mustafa Özcan’ın kaleminden aktarıyoruz:

“…İkinci Vatikan Konsili (1962 – 65) toplantıları ve sonuçları çerçevesinde, dinlerarası diyalog anlayışı çerçevesinde cami, kilise ve havraların bir araya getirilmesi çabaları yaşanmıştır. Ayasofya müze statüsünden yeniden cami statüsüne alınmasıyla birlikte batıda da bu yönde çağrılara rastlanmaktadır. Bunlardan birisini İspanya Dışişleri, AB ve İşbirliği Bakanı Arancha Gonzalez Laya, Çavuşoğlu’yla Ayasofya-yı Kebir Camii Şerifinin ibâdete açılmasına ilişkin değerlendirmeler çerçevesinde dile getirdi ve şöyle dedi: ‘Biz de İspanya olarak buranın (Ayasofya’nın) ortak bir yuva olmasını, hem Müslümanların hem Ortodoks hem de Katolik Hıristiyanların evi olmaya devam etmesini (bu çerçevede hizmet vermesini kastediyor olmalı) istiyoruz. Türkiye’nin de UNESCO’nun koyduğu şartlara saygı duyacağını söylemesi bizi çok memnun etti.’

Burada Ayasofya üzerinden dinî olarak gündeme getirilen ‘ortak yuva’ veya ‘ev’ eğilimi gayet dikkat çekicidir. Ayasofya’nın müze statüsünden çıkarılmasına ilişkin yorum yapılmadan, burasının yeni düzenlemeyle birlikte Müslümanlar, Ortodokslar ve Katolikler arasında ortak bir ev haline getirilmesi isteniyor.”[1]

Bu satırlarda sözlerine yer verilen Avrupalı temsilcinin Türkiye’nin UNESCO’nun koyduğu şartlara saygı duyacağını söylemesi bizi çok memnun etti” demesiyle; yine aynı yazıda yer verilen, dönemin Dış İşleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Ayasofya’yla ilgili olarak Yunanistan’da Türk bayrağının yakılması üzerine yaptığı açıklamada geçen şu cümleler paralellik arz etmektedir:

“…Herhangi bir eser dünyada UNESCO’nun listesine girebilir. Ayasofya da UNESCO’nun listesinde. Biz de Ayasofya Camiinin bu özelliklerinin korunmasını istiyoruz. UNESCO ile de iletişim içerisindeyiz…”

Evet, Çavuşoğlu’nun bu sözleri İspanyalı mevkidaşının taleplerine çanak tutar mahiyettedir. Ayasofya’nın; Müslümanların Hıristiyan Ortodoks ve Katoliklerin hepsinin temsil edildiği bir mekân statüsüne sokulmak istendiği açıktır ve zaten o günden bu güne yaşananlar da bunun fiilî ispatı olmuştur.

Şöyle ki:

Ayasofya müze statüsünden çıkarılıp mescid / cami haline getirildiği ve bu hüviyetinin sonuna kadar korunacağı ifade edildiği halde, bir süre sonra ikinci katı, “ücretli giriş”e tâbi tutulmak suretiyle resmen değilse de fiilen yeniden “müze” statüsüne sokulmuştur.

Dahası fiilî manada müze statüsü kazanan bu ikinci kata çıkan Hıristiyan ziyaretçilerin; burada haç, İsa Meryem figürleri, kanatlı melekler, rahipler vs. Hıristiyanlık sembolleri karşısında istavroz çıkararak teslise dayalı, şirk ifade eden inançları doğrultusunda tapındıkları, hatta âyin teşebbüsünde bulundukları sosyal medyaya yansımıştır.

Yani batıdan gelen bu “ortak ev”, “ortak mabed” çağrıları fiilen cevap bulmuştur.

Halbuki bu, İslam’a göre tevhid ve ihlasın hâkim olması gereken cami ve mescid hukukuna tamamen aykırıdır.

Ayrıca bu durum, Ayasofya’yı vakfeden Fatih’in vakıf senedinde ifade ettiği şart ve esaslara ve Danıştay’ın bu vakfiyeye istinaden verdiği mahkeme kararına da tamamen aykırıdır.

Keza Cumhurbaşkanının, Ayasofya’yı cami olarak ilan ederken yaptığı manifesto niteliğindeki konuşmaya da aykırıdır.

Âcizane bu hususta kaç yazı yazdığımızı şu anda biz bile bilmiyoruz. Öyle tahmin ediyoruz ki bu yazılar çoktan bir kitap hacmine ulaşmıştır.

Bu yazılarda Ayasofya’da yaşananların yanlışlığına, hukuksuzluğuna, milletin tevhid inancına ters düşen bir milli sapma anlamına gelebileceğine ısrarla dikkat çektiğimize okuyucularımız da şahittir.

Fakat ne yazık ki bunların hiçbiri dikkate alınmadı; bu yanlış, bu hukuksuzluk düzeltilmedi; halen devam ediyor. Biz de bıkıp usanmadan gündem etmeye ve bundan rahatsız olan kamuoyunun sesi olmaya devam ediyoruz.

“Hak”tan bahsetmeye başladığımız bu yazımızda Ayasofya meselesine tekrar vurgu yapmamızın sebebi, Ayasofya’da yaşananlar çerçevesinde hak - batıl ayrımının ortadan kaldırılmak istenmesi, hakkın üstünlüğü gerçeğinin göz ardı edilmesidir.

II- Her Görüşe Saygılı Olmak Gerekir, Herkesin Doğrusu Kendinedir, Herkes Kendi Doğrusunu Kendi İnşa Eder İddiası

“Hak” kavramına dikkat çekmek isteyişimizin bir önemli sebebi de şudur:

Günümüzde eğitim sisteminde şöyle yanlış bir felsefe hâkimdir:

Milli Eğitim Bakanlığı, 2004 yılında öncelikle ilköğretim programlarını, daha sonra da ortaöğretim programlarını sil baştan yeni bir anlayışla hazırlamış ve uygulamaya koymuştur. Bu yeni anlayışın adı da “yapılandırmacılık”tır.

Yapılandırmacılık, bilginin öğrenci tarafından yapılandırılmasını anlatır. Bireyler bilgiyi başka kaynaklardan aynen almaz, kendi bilgilerini yeniden oluştururlar. Bu sebeple bu yaklaşımda bilgi deneysel, sübjektif ve bireyseldir.[2]

İşte toplumun son kertede geldiği “Her fikre, her görüşe saygılı olmalıyız. Biz farklı görüşleri ortaya koyalım; isteyen istediği görüşü alsın. Dayatma yapmayalım.” şeklindeki tehlikeli yaklaşım; yirmi yıldan bu yana uygulanan bu eğitim politikasının mahsulüdür.

Bugün “Z kuşağı” denen neslin istikrarsız ve kendiyle tezat halinde olmasının; gayesizlik girdabında huzursuzluk içinde boğulmasının sebebinin bu anlayışta yattığına kâniyiz.

Şimdi bu zihniyeti kabaca tahlil edelim:

- Herkese göre doğru farklıdır:

Hâlbuki hak / doğru tektir. Buna mukabil yanlış pek çok olabilir. Böyle bir kabul ilmî düşünceyi, objektifliği, doğru - yanlış ölçüsünü ortadan kaldırmaktadır.

- Dileyen dilediğini seçer; o onun doğrusu olur:

Bu da gerçeğin tek olduğu prensibine aykırıdır. Böyle bir yaklaşım, hakkı arama ihtiyacını ortadan kaldırır. Nefsanî, sübjektif, hissî ve hakikat dışı yolların tercih edilmesine yol açar. Maalesef günümüz akademyası büyük ölçüde bu yanlışlar bataklığına sürüklenmiş vaziyettedir.

- Her görüşe saygı göstermek icap eder:

Her görüşe saygı göstermek; saygıya layık olanın hak, hakikat ve ilim olduğu gerçeğine aykırı düşer. Temeli batıl ve hurafe olan inançlara, sapkın ideolojilere de hürmet etme kapısını açar. Hâlbuki batıl düşünceler ve hurafeler değersizdir. Onlara itibar edilmez; ilim dışı kabul edilirler. Eğitimin gayesi de ilmî olanı tespit edip, ona talip olmaktır.

İlim ve hakikat ifade etmeyen yanlışlara saygı ve ihtiram; eşref-i mahlûkat olan insana yakışmaz. Dahası bu yöneliş, insanın şerefini ayağa düşürür.

İslam’ın tevhid itikadı açısından ise bu tip yanlış ve hurafelere saygı duymak, hakkı çiğnemek demektir; ilmi itibarsızlaştırmaktır ve hatta yerine göre küfürdür.

Bütün bu sebeplerle verdiğimiz bu iki örnek, günümüz dünyasının itikâdî, ahlâkî, sosyal ve kültürel sahalardaki sapkınlığın temelini teşkil etmektedir.

Modernlik, çağdaşlık, medeniyet gibi klişe ve sloganlarla yanlış görüşleri kabul etmek, benimsemek; insanın ve insanlığın manevi intiharına sebep olmaktadır.

III- Yapılması Gereken

Yapılması gereken; hakkı ve hakikati, hak ve adaleti bayraklaştıran İslam’ın mesajında buluşmaktır.

Çünkü İslam, vahiy kaynaklı olup bozulmadan, değişmeden, tahrifata uğramadan gelen tek hak dindir. Beşerî değildir; Allah yapısıdır. Allah hükmünde yanılmaz ve vahiy kaynaklı bilgide hata, yanılma ve zaaf olmaz.

Bu sebeple İslam tek kurtuluş yoludur.

İlimlerde olduğu gibi din ve inançlarda da doğruya objektif tasdikle, ispatla ve mutmainlikle gidilir. Sübjektif ve ispatsız kabullerle, insanın aklını ikna, kalbini mutmain etmeyen farazi görüşleri benimsemekle değil…

İslam ve onun ortaya koyduğu ölçüler, ilim ve hikmet ifade eder. İslam’ın bizzat kendisi “hak” olup baştan sona ilim, hikmet ifade ettiği gibi; bundan başka ilmi, hikmeti ve hakkı delillerle ortaya çıkarmak için müracaat edilecek tek kaynaktır.

İslam, bu özelliği sebebiyle Allah’ı doğru tanımanın; dünyada huzur bulmanın, hak ve adaleti ikame etmenin; geleceğinde asla şüphe olmayan ahiret hayatında da ebedî saadeti bulmanın tek adresidir.

Bunun dışındaki yollar çıkmaz sokak olup dünyada mutsuzluk, huzursuzluk, küfür ve zulme; ahirette de ebedî felaket ve helake sürüklenmektir.

İşte bu sebeple biz “hak” kavramını İslam’la bir bütün halinde ele alıp tahlil etmeye çalışacağız.

Ta ki şirke, küfre bulaşan; hurafe kabulleri, dıştan cazip gözüken bazı ilke ve düsturları benimseyerek dünya ve ahiretini karanlığa gömen günümüz insanına, gözleri aydın edecek bir ışık sunmuş; daha doğrusu onları hakikat güneşinden haberdar etmiş olalım.

Son olarak şunları eklemek isteriz:

- İnsan ulvî bir varlıktır; gayesiz olamaz.

- İnsan yüce Allah tarafından eşref-i mahlûkat olarak yaratılmıştır ve kâinat onun emrine musahhar kılınmıştır.

- Bütün kâinat; bütün mevcudat ve nimetleriyle insana hizmet ederken; insanın gayesi de Rabbini tanımak, O’na ibadet ve kulluk etmektir.

- Bu meyanda insan asla başıboş bırakılmamıştır. Dünya denen bu fani âlemde geçici olarak iskân etmekte ve ahiret için hazırlık yapmak üzere bir imtihan sürecinde bulunmaktadır.

- O halde insanın olmazsa olmaz ilk gayesi Allah’ı gereği gibi tanımak ve bütün iman şartlarına tam inanarak, ilâhî emirleri baş tacı ederek, ahiret hayatına hazırlanmaktır.

- İnsana bu gayesini tanıtmayan, anlatmayan, onu bu istikamete yönlendirmeyen bütün inançlar, düşünceler, faraziyeler, ideolojiler ve sistemler batıldır; birer hurafeden ibarettir. Bundandır ki insanlığın huzur ve saadetini temin edemiyorlar.

Bu meyanda insan, dünyevi ve uhrevi saadeti yakalamak adına tek hak din olan İslam’ı bilmek ve yaşamakla, Hakka hizmet eden ilmin kaide ve kurallarına riayet ederek hayatını hurafelerden arındırmakla mükelleftir.

O halde gerçeğin, hakikatin, dünyevî ve uhrevî huzur ve saadetin kaynağı İslam’dır; naklî delillerin verdiği mesajdır; vahiydir yani noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf Allah’ın iradesidir; emir ve beyanlarıdır.

Saydığımız bu ilkeler açılsa, ciltlerle kitap olacak gerçekler ortaya çıkar. Bizim bunlara işaret etmemizin sebebi ise hakla batıl arasındaki çizgiyi buharlaştırarak “herkesin doğrusu kendine” propagandasıyla insanımızı korkunç bir akaid buhranına sürükleyen mihraklara meydanın o kadar da boş ve sahipsiz olmadığını göstermektir. 

Bu münasebetle “hak” olan İslam’ın, “hak” kavramına verdiği değeri ve “hakkın üstünlüğü” ilkesini önümüzdeki birkaç yazıda daha anlatmaya devam edeceğiz.


[1] Mustafa Özcan “Ortak Ev, Ortak Mabet” 28 Temmuz 2020, Fikriyat. Yazıya şuradan ulaşılabilir:

https://www.fikriyat.com/yazarlar/mustafa-ozcan/2020/07/28/ortak-ev-ortak-mabet

[2] Bu bilgiler şuradan alınmıştır:

https://www.egitisim.gen.tr/tr/arsiv/sayi-31-40/sayi-32-ekim-2011/739-turkiye-de-egitim-programlarinda-yapilandirmacilik-dun-bugun-yarin