Hastalansa bir tas çorba ikram edecek, susuzluktan kıvransa bir bardak suyu tebessümle sunacak kimsesi yoktu. Arayanı, soranı var mı, bilinmiyordu. Yatıya kalmayı bırakın bir elif miktarı muhabbete gelen bir akrabasına da tesadüf edilmiş değildi.
YANINDA yöresinde kimse görülmemişti.
Hastalansa bir tas çorba ikram edecek, susuzluktan kıvransa bir bardak suyu tebessümle sunacak kimsesi yoktu.
Arayanı, soranı var mı, bilinmiyordu.
Yatıya kalmayı bırakın bir elif miktarı muhabbete gelen bir akrabasına da tesadüf edilmiş değildi.
Mücerret miydi, yani hiç evlenmemiş miydi bu da yine sırlar arasındaydı.
Peki, yalnız mıydı?
Bu soruya hemen bir kalemde evet diye cevap veremem.
Görünürde yalnızdı tamam, ama yalnızlık irsiyet bağı ile mi ölçülürdü sadece?
Kan bağı olanlarla mı tarif edeceğiz meseleyi?
Onlarca akrabası yanında olduğu halde yalnızlık çeken, hüznün bağına sürgün yemiş olanlar yok muydu hiç?
Tanık olmadık mı her birimiz nicesine?
Sanırım yalnızlık etrafta olanların çokluğu veya yokluğu ile değil onların kişiyi anlayıp anlamadığıyla ilgili daha çok.
Eğer anlaşılmıyorsan etrafın insan mahşeri olsa ne kıymeti olurdu ki?
Üstüne üstlük düşünen adamın tenhalığını uğultulara boğmaktan başka ne işe yarar ki?
…
İKİ gün üst üste aynı mevzuyu diline doladığını hiç görmemiştim.
Eskiden anlattıklarını yeniden ısıtarak servis ettiğine tanıklık etmedim hiç?
Geçmişi bilirdi.
Tarihe vakıftı.
Yeri geldiğinde elbette atıfta bulunur şuraya bir bakın dercesine adres gösterdiği olurdu.
Ama hepsi bu kadardı.
Bizi, geçmiş hikayelerinin ayrıntılarında boğmaz sadece anlattığı konuya uygun olarak mesaj alınabilecek kadar bir işarette bulunur meselenin esasına yoğunlaşırdı.
Böylece zihnimiz dağılmazdı.
Aynı zamanda her birimiz birer ev ödevi de almış olurduk.
…
İNSAN biraz da zaaf demektir.
Eksiklik, noksanlık ile malulüz.
Yaralıyız.
Şu da var ki, hatibin anlattığı konunun özüne nüfuz etmek yerine başka yönlere meylederiz.
Kıyafetine odaklanırız, renklere takılır gözümüz.
Beden diline dalar gideriz örneğin.
Dışardan bakanlar bizi dikkatli bir dinleyici sanabilir ama evimize dönüp anlatılanları şöyle bir not edelim defterimize diyerek kalemi elimize aldığımızda yazdıklarımız birkaç cümleyi geçmez.
İşte o zaman anlarız belleğimize söylenenleri misafir etmediğimiz.
Yıllarca sohbet meclislerini arının çiçeklere konması misali dolaştığımız halde bir petek bile bal yapamayışımızın başka bir izahı olabilir mi erenler?
Bulunduğu yerde bulunamama zaafının içindeyiz işte.
Dostlar bizi muhabbet merkezlerinde görüyor ama gönlümüz o muhabbetin dokusunu dokuyamamış oluyor.
Hazin ki, ne hazin!
…
YANINA vardığımda yine yalnızdı geçen gün.
Öylesine dalmıştı ki, hoyrat yürüyüşümün ayak seslerini bile işitmemişti.
Kendiyle söyleşiyordu.
En güzeli bu değil mi, zaten.
Kişi kendine muhabbet edemiyorsa evvela, eksiğini gediğini sezip görebilir mi?
Ayıklayabilir mi yüreğindeki ayrık otlarını?
Vartalarını tespit edebilir mi?
Ayak sürçmelerini fark edebilir mi, edemez zannımca.
Şöyle diyordu kendine hitap ederken:
'Gurbet yarin olmadığı yerdir diyorlar. Doğrudur el hak. Lakin sen hep varsın, hep varsın.
Ya yanımdasın, ya yadımdasın.
Ama hep varsın.
Hem öyle bir varsın ki, şiddetinden kendimi kaybediyorum.'
Ambiyansı bozmamak için sessizce bulunduğum yere tünemiş duyduklarımı kaydediyordum defterime. Kısa bir sessizlikten sonra ünledi.
'Gel hele gel. Yadımda olman yetmez, saklanman gerekmez. Gel hele.'
Gittim oturdum yanıma.
'Aldın mı bunca zamandır kalbinde tutmaya çalıştığın sorunun cevabını?'
'Aldım imanım' dedim.
'Hadi bir çay koy içelim o vakit nazarım.' dedi.
Muhabbetin közünde demlenen çayın tadını demeye bilmem gerek var mı?
Sana ne kaldı o günden geriye derseniz şunu söylerim.
Ne yanımızdakilere ne de yadımızdakilere hoyratlık etmeyelim.
Ya Selam!