SÖZÜ kısa tutan biriydi.
Uzatmanın onu inciteceğini düşünürdü daima. Bu sebeple lazım gelen kadarını söyler ardından sessizlik perdesini indirirdi.
Bizim mevcut anlayışımızın tersine o her şeyi anhasına minhasına kadar anlatmayı doğru bulmazdı. Sözün tamamının söylenmesini dinleyene de ziyan olduğunu ifade eder hatta bir nevi onu küçük düşürmek anlamına geldiğini savunurdu.
Söz ehli anlatımları arasında boşluklar bırakmalıydı. Bunlar muhataba kalmalıydı. Kişi aklını çalıştırıp kalbini işlettirerek devamını kendi düşünüp bulmalıydı.
Gayret göstermeliydi. Emek çekmeliydi.
Bunlar ele alınan konuya gösterilen saygıydı evvela. Sonrasındaysa anlatana elbet.
Ara boşlukları mantık örgüsü ve ilmin gerektirdiği şekilde doldurmak ve bir neticeye ulaştırmak ise dinleyenin üzerindeki ödeviydi.
Benim anladığım şuydu:
Anlatan ve dinleyen aynı anda aktif olmalıydı. Yetmez. Aklın süzgeçlerini sıkı çalıştırmalı gönlün duygularını her kabarcığını hakikate uygun olan bir coşkunlukla üretmeliydi.
Dil lezzet almalıydı. Yine yetmez kalp kendi hissesini muhakkak sahiplenmeliydi.
İşte bu sebeple muhabbet ortamları aklın ve kalbin aynı anda kıyam ettiği aktif bir öğrenme süreciydi.
Bunun eksiksiz ve kusursuz olabilmesi için ise samimiyet hem şekil hem de esasa dair önemli şart idi.
Mesela bu ortamlarda kendi arasında fısıldaşmalar yaparak konuşmacıyı dinlememek sadece yanındaki arkadaşın adapte oluşunu ihlal ve hatibe saygısızlıkla sınırlı değildi.
Hakikate karşı işlenen ağır bir kusur, yüz kızartıp gönül utandıran bir cürüm idi.
…
TÜM bunları görüp geçirmişti.
İmbiğinden kim bilir bugüne kadar neler gelip geçmişti.
Sohbeti harlarken onu manen ihlal girişimleri şu veya bu sebeple görüldüğünde gürül gürül sesiyle sadece “Toprağın hatırını bilir misiniz?” derdi.
Hemen bir sessizlik oluşurdu.
Herkes suçluluk duyguyla önüne bakar ve bir daha yapmamak için kendini kontrol ederdi.
Birkaç defa bende aynı kusuru yüklendim. Sanki hiç başka zaman yokmuş gibi yanımdakiyle fısıltıyla konuşuyordum. Çevremdekiler hocanın dikkatle baktığını fark ettiklerinden susmuşlar ama biz kendimize odaklandığımızdan kesilen uğultuyu bile fark etmemiştik. Dolayısıyla ortaya dımdızlak düşmüş gibi olduk. Nasıl utandığımı tarif edemem şimdi size. İçimden tekrar etmeyeceğime dair ne yeminler içmiş ne ahitler imzalamıştım.
…
YILLAR geçti üzerinden.
O mahcubiyette doğal olarak silindi kalbimden, hafızamdan.
Geçen gün yine bir muhabbet ortamında benzer bir durumla karşılaşınca ve hatip çevreyi uyarınca istemsiz olarak eski çağrımların istilasına uğradım.
Yaşadığım zaman mahcubiyetim öndeydi ama şimdi o zamana ait zihnimde billurlaşıp netleşen ve adeta bir afişin başlığı gibi siyah ve kalın cümleler halinde kalbimde dönüp duran o söz oldu:
“Toprağın hatırını bilir misiniz?”
…
BİLMEYİZ. Hiç bilmedik. Bilmeyi de düşünmedik.
Devran geldiği gibi dönmeye devam etti ve bizlerde o çarkın dişlilileri arasında öğütülüp durduk.
Rahmeti gani olsun ustanın bize söylemek istedikleri vardı ve kanaatimce onlar şunlar idi:
· Toprağı ve dolayısıyla hatırını hor görme. Bedeli ağır olur.
· Toprağı hor görenlerden isen mü’min olma davan, iddian düşer. Zira toprağı ilk hor gören İblis idi ve bu eylemi sebebiyle şeytan oldu. Bu mudur muradın?
· Toprak gibi olur ve hatırını sayarsan senin de gönlüne rahmet yağar.
· Toprağın hatırı yoksa bile altındakilerinde mi hatırı yok?
· Toprağa düşen şehit kanlarının hiç mi hatırı yok?
· Bir asker anasının evladını gözlerken hasretinin taşıp bir damla olarak toprağı ıslatmasının da mı bir hatırı yok sende?
· Yavuklusunu bekleyen ıramış gözlerinde mi hatırı yok?
· Üç noktayla biten ve sonrasında toprağa gömülüp saklanan mektuplarında mı hatırı yok?
· Toprak hem başlangıcımız hem de son vuslatımızdır. Son kavuşmamızdır.
· Toprak ilk anamızdır, anamız ise ikinci anamız. Üstelik toprak anamızın da anasıdır.
· İki toprak arası bir hayatı yaşadığımızın idrakine ulaştığımız vakit toprağın hatırını bilmenin tevazuyu, rızayı, teslimiyeti, emn-ü eman içinde olmayı, sadakati, canlılığı, diriliği, değişimi, dönüşümü, ergin olmayı, etkin olmayı, sağlam olmayı, sabır ve sebat üzere bulunmayı, rahmet, bereketi, sığınmayı da öğrenmiş, iliklerimize kadar içselleştirmiş olacağız.
· Toprağın Rabbimizin ona verdiği bir görev olarak bizi doğurduğunu, doyurduğunu, beşiğinde sallayıp büyüttüğünü ve yeri gelince sevdiklerimizi bağrına basıp bizi avuttuğunu, teselli ettiğinin şuuruna varacağız.
O halde ustanın sorusunu tekrar edelim. Edelim ki kalbimizde yankılansın.
“Toprağın hatırını bilir misin?”
Bilelim ki, toprağın hatırını bilip saymayan hiçbir hatırı bilip sayamaz.
Ya Selam.