GENÇLİK başlarında dumandı.

Sevdanın ateşten közünü elleriyle karıştırmışlardı ama evvelinde gönülleri nara yandığından ellerinde bunu hiç hissetmemişlerdi.

Sevdiler, sevildiler.

Dillere destan olabilecek bir ilişkileri, gözleri gıptaya boğacak bir iletişimleri vardı.

Her ikisi de diğerinin gözünden dünyayı görüyor bununla yetinmiyor yine her biri diğerinin gönlüyle seviyordu.

Kibir onlara uzaktı.

Günümüzün meydan savaşları diyebileceğimiz ego çatışmalarından asude yaşıyorlardı.

Dolayısıyla birbirlerine asi değil muti idiler.

Gönüllerine itaat etmeyi, birbiri için yaşamayı bellettiklerinden muhabbete öylesine büyük bir alan açmışlardı ki, gerisi her zaman teferruat kalıyordu.

Böyle olunca kavgaya zemin teşkil edecek senli benli bir durum ortaya çıkmıyordu. Dünyada yaşamanın bir gereği olarak minik arızalar hiç mi olmuyordu derseniz elbette oluyordu ama türküler ne güne duruyordu ki…

Böyle tıkanıklıklar söz konusu olduğunda evin önünde dedesinin dağdan çektiği ve üzerine oturup sandalye niyetine kullandıkları tomruğa kurulup elini kulağına atarak bir türkü havalandırdığında ortalık süt liman oluyordu.

BENLİ olarak tarif ediyordu kendisini.

Oysa sağ kulağının hemen alt yanında ve döşünün boynuna yakın sol tarafında belirgin beni olan sevdiğiydi.

Kendisine nereli olduğu sorulduğunda atalarının göç ettiği Kafkas diyarını değil gönlünün karar kıldığı, sevdiğine olan aidiyetini vurgulamak bakımından “Benli” demesi bu nükteyi barındırıyordu.

Rahmetli halamın ve kardeşimin aynı yerde beni olduğundan ve çocukluğumun geçtiği köyümüzün kuzeyine düşen köyün adının da “Benli” olması sebebiyle bu durum çok dikkatimi çekiyor ve beni her defasında tebessüm ettiriyordu.

Yukarıda bahsetmeye çalıştığım tıkanıklığın biraz daha zor açılabilecek bir noktasına geldiğinde ikisinin bu defa birlikte söyledikleri “Üğrünü üğrünü gelir dereden / Benlerini sayamadım kareden / Sevdiğimi bana yazsa yaradan / Şen ol yaylam şen ol bedir geliyor” türküsüne aynı anda asıldıklarında geriye hiçbir şey kalmıyordu.

Ardından söyledikleri yine tek ortak cümleleri “Çayları tazeleyelim” oluyordu.

ÇOCUKLARI olmadı.

Belki de bu sebeple birbirlerinin her şeyi olmuşlardı.

Hem muhteşem bir yâren hem harika bir dost hem de imrenilecek bir sırdaş idiler.

Kısacası birbirleriyle dolup dolup taştılar. Hayatlarını sevda ile kardılar.

Nefes oldular birbirinin ciğerlerine. Murat aldılar.

Başkasına da hiç ihtiyaç duymadılar.

HIRGÜRE alışık olan modern zamanların bahtsız ve mutsuz insanları için muhteşem bir örnek sundular.  Yaşamları ibret almayı bilenler için aşkın izi oldu.

Bu izi sürenler onlar gibi mutlu oldular ve “İyi ki …” ile başlayan bolca cümleler kurdular.

OLGUNLUK çağının erken denilebilecek bir safhasında beyefendi amansız bir hastalığın pençesine yakalanarak göçüp gitti.

Bu defa söz sırası “Benli Hanıma” düşmüştü.

Önceleri az konuştuğu ve vara yoğa söz söylememesiyle bilinen hanımın dilinde “Ben ağladım yâr yükledi göçünü” cümlesi sık duyulur oldu.

Ne yaptıysa gidişini durduramamıştı. Geciktirememişti bile.

Emr-i Hak vaki olunca kim buna muktedir olabilirdi ki zaten…

YENİ YETMELER her şeyi alaya aldıkları için bu sevda hikâyesini de anlayamadılar.

Bencilliğin geçer akçe sayıldığı bir dünyada elbette böyle duygular ve yaşamlar insanlara yaban ve uzak gelecekti.

En son bir düğün vesilesiyle görüp elini öptüğüm “Benli Hanım” etrafına doluşmuş inanmayan gözlerin sahipleri yanından kalktığında aynı türkünün şu dizesini gönlüme emanet etmişti.

“Şu dereden cıvıl cıvıl kuş gelir / Armağanlar dolu gider boş gelir
Sevda bilmeyene hayal düş gelir / Şen ol yaylam şen ol bedir geliyor”

Eşinin isminin yanı sıra Kafkas âdetleri gereği kendisinin onu “Bedir” olarak adlandırdığını ancak yeni fark edebildiğim emmiye rahmet “Benli Hanıma” da sağlıklı bir hayat ile hayırlı bir vuslat diliyorum.

Ya Selâm!