MUTLULUK görecelidir elbette…

Başkalarının çok mutlu olduğu kimi hususlar bir başkaları için çok önemsiz olabilir.

Kayda değer bile sayılmayabilir.

Burada belirleyici olan neye talip olduğumuz kadar onları nasıl değerlendirip yorumladığımızdır.

Kimimiz çok küçük, minicik durumlarda bile alabildiğine mutlu olabilirken bazılarımız devasa şeylerle bile ona erişemeyebiliriz.

Dolayısıyla bu hamur çok su götürür.

MUTLULUĞUMUZU sürdürememe gibi bir hastalığın pençesine düşünlerimiz de az değildir.

Onlar kısa mutlulukların mutsuz kahramanlarıdırlar.

Nice zahmete katlanıp hedeflerine ulaştıkları anda mutlulukları hava kaçıran balon gibi sönüp yok olur.

Azap vericidir elbette bu hâl.

Hep mutluluk peşinde koşup, nice fedakarlıklarda bulunup, hatta nice canlar yakıp yürekler burktuktan sonra gelinen yerin kişiyi tatmin etmemesi, onun tadını çıkaramaması, çektiği çilelerin saadetli sonuçlarıyla hemdem olamaması ne kadar hicran vericidir.

ÇALIŞIP çabala, didin, pek çok şeyden hedefe giden yolda ödün ver sonrasında da hayal kırıklı yaşa.

Buna kim razı olabilir ki…

Bu sükûn bulamama, eriştiğinin hakkını verememe, tadını çıkaramama durumu bu kişileri asabileştirir.

Beynini küçültür âdeta.

Buna bağlı olarak muhakemesi daralır, çok yönlü düşünemez bir duruma gelir ve öfkesini kabartır.

Hırsı bu şekilde bilenen kişi etrafına zarar vermeye başlar.

Kendine bile…

Hareket alanı daralır, temas ettiği kişiler azalır ve yetileri geri çekilmeye başlar.

Neticede hırsı kabardıkça kırıp dökmeleri, insanları küstürmeleri, dostlarını kaçırmaları devreye girer.

İç huzursuzluğu ruhunu amansız mengenelere sıkıştırır.

Doğruyu yanlışı artık ayıramadığından furkan olamaz olur.

Okuduklarını kendince yani gerçekten koparak değerlendirir. Giderek güvende hissetmemeye başladığından herkesi düşman kategorisine sokar ve savunma davranışları geliştirir.

Sonrası mı?

Duble mutsuzluk…

MUTSUZ kişiler başkalarının mutlu oluşundan hoşnut olmazlar.

Layık olanın kendisi olduğuna inandığından herkesi kendi mutluluğunun hırsızı gibi görmeye başlar.

Bu ise önü alınamayan tekeri patlamış kamyondan farksızdır.

Yol yokuş aşağıdır ve nerede kaza yapacağı kestirilemez.

ANLATACAKLARIM bunlar değildi aslında.

Girizgâh kendini böyle belirlemek istedi, bende müsaade ettim.

Paylaşmak istediğim öykü ise yetenekli bir genç kıza ait.

Eğitimliydi. Çalışkandı.

Her meseleyi üç yüz altmış derece değerlendirmeyi prensip edinmişti.

Adalet yanlısıydı ve bu nedenle objektif olmayı çok önemserdi. Kimseye haksızlık ettiği görülmemişti.

Güler yüzlüydü. Sevecendi. Çevresine enerji saçardı.

Arkadaş ortamlarının o olmadan pek tadı tuzu olmazdı.

Kendisine yatırım yapmayı severdi. Aklına, kalbine, bedenine özen gösterirdi.

Standartların üzerinde bir güzelliğe sahip olduğunu inkâr ise bilinen gerçeklere aykırı olurdu.

GÜN geldi artık bir yuva kurması, çoluğa çocuğa karışması ve bu vatana hayırlı evlatlar yetiştirmesi beklentisi sık dile getirilir oldu. Çevresinde talipleri çoktu. Kendisinden habersiz ailesine ulaşan, haber salanlar da oluyordu. Onun ise bir türlü yönlü yatmıyordu.

İstiyordu aslında yüzüne baktığında tüm kederlerini unutturacak, güvenle omzuna başını koyacak ve sinesinde dinleneceği sakin bir limana sahip olmayı.

Ama bir türlü karar veremiyordu. Sebebini ise tam olarak izah edemiyordu sorulduğunda.

Birgün annesine minnet, şükran ve huzurla bakan babasına sordu; “Nasıl bakıyorsun böyle?”

Babası şaşırdı, sendeledi, cevap veremeyip gözlerini kaçırdı.

Cevap anneden gelmişti: “Kızım, baban dünyada kalan tek güzel şey benmişim gibi bakıyor.”

Bu onu sevindirmesi gerekirken tedirgin etmişti.

Kendisini mutsuz ve kararsız eden şeyin annesinin mutluluğu olduğunu düşündü.

Gözlerinde hâkim olamadığı iki damla yaşı serbest bıraktıktan sonra “İşte ben babamın sana baktığı gibi bana bakacak bir çift göz bulamadığım için mutsuzum.”

Annesi mutlu kızı mutsuzdu.

Kim bilir artık yeni nesil babalarımızın annelerimize ya da annelerimizin babalarımıza baktığı gibi bakan bir çift gözün içinde kendisini görmeden göçüp gidecek bu dünyadan…

Ya Selam.