EHL-İ KALP biriydi ve aynı zamanda ilim sahibiydi.

Bildiğimiz ezberine sadık, ondan gayrıya kapalı ve seni de buna mecbur eden âlimlerden değildi.

Hele son zamanlarda sosyal mecra sütresinin arkasına saklanarak önüne gelene sallayıp ahkam kesen, kendi gibi düşünmeyeni hemen inanç dairesinin dışına ittirme heveslisi biri hiç değildi.

Naçizane âlim denen kişinin sürekli kendini öğrenmeye adamış ve kim olursa olsun herkesten öğrenilecek bir şeylerin olduğunu kabul eden ve duyduğu yeni bir yaklaşımı onun yanında müsaade isteyerek not almaktan yüksünmeyecek gönül yüceliğine sahip olmak olduğunu onda görüp belledim.

Diğer özelliği ise bilgi ve düşüncelerinin müzakereye açık olmasıydı.

İlim olarak bildiklerinin mahkûmu olmayan başka birini tanıdınız mı diye sorarsanız bulmakta zorlanabileceğimi alenen itiraf ederim. Yalnız bu ilmiyle amil olmadığı anlamına gelmiyor.

Bildiklerini uygulama becerisinde başarılı olduğu için zihni hep tazeydi.

Ne sorarsanız sorun onun ilim hazinesinden buna bir karşılık gelirdi.

Bildiklerini yanlışlayan farklı bir bilgi ortaya çıktığında dikkat kesilir, karşı argümanı sonuna kadar dinler ve makul ise hemen kabul ederdi. Eğer kalbi tatmin olmamış ve bazı şüphelerini giderememişse müzakere ettiği kimseye olağanüstü bir saygı ve tevazu içinde “Bunu biraz düşünmek istiyorum. Müsaade eder misin?” diyerek süre alıp üzerinde çalıştıktan sonra mesele tekrar masaya aynı tevazu içerisinde yatırılırdı. Belki de türünün son örneklerindendi, bilmiyorum.

CEDELCİYDİM.

Öyle hemen kabul edemezdim yıllarca doğruluğuna inandığım, orada burada ballandırarak anlattığım, uğrunda mücadele ettiğim hatta yer yer bazı yakın dostlarımla aramın açılmasına sebep olan bir konunun yanlış olabileceğini. Diretirdim.

Mantıksız olsa da bağlamları yanlış bulunsa da çıkarımlarımın bir dayanağı olmasa da o bilgileri sanki uzvummuş gibi kabul edip müdafaa etmeye girişirdim.

Görüşüm dayanaksız kalsa bile dayanmayı yeğlerdim.

Hatta bazen söylenenin mantıklı, vahye uygun, Resulü Zişan Efendimizin örnekliğine mutabık olduğuna kalbim yatsa da diğer yanım teslim olmazdı. Süngümü indirmezdim.

Bunun geceye kalan tarafı da vardı elbette.

Alabora olurdum tufanlara tutulup… Sancılanırdım. Ağlamaktan gözlerimin şiştiği, uykusuzluktan yalpaladığım az değildi. Bildiklerimin yanlış çıkmasını, yıllarca dayanaksız bilgilerin hamalı oluşumu hazmedemez, doğruluğunu ispat etmek için ipe sapa gelmez yollara tevessül eder kendimi hırpaladıkça hırpalardım.

Ah o gurur belası ah.

Kimselere anlatmaya cesaret edemezdim zira bunu yenilginin bir öncesi olarak kabul ederdim. “Tökezleme oğlum, tökezledin mi düşersin” gibi anlamsız telkinler verirdim kendime.

Yalnız ona açardım kalbimin çelişkilerini. Gelgitlerimi. Hepsini dinlerdi yargılamadan ve kendi usulüme göre kırıp incitmeden deşerdi. Haksız olduğum ortaya çıkardı. İtiraza mecalim de kalmazdı gerek de.

YİNE bir konuda tartışmış, zihinsel ve duygusal olarak dumura uğramıştım. Stres altındaydım. İçsel çatışmalarım en hararetli kılıç şakırtılarıyla devam ediyordu. Duygu durumumda hızlı dalgalanmalar oluyordu. Az evvel hak verdiğim konudan cayıyor tam tersini kendime ispata girişiyordum. Gerilim fay hattım yanımdan geçenleri de çarpıyordu. Çelişkilerim çatışmaya evriliyor ve beni halsiz bırakıyordu. Gündelik yaşamımda bundan nasibini alıyor ve yerli yersiz asabileşiyordum. Tam bir huzursuzluk halinde yerimde duramadığımdan yürüyüşe çıkıyordum ama kâfi gelmiyordu. Endişeler şelale şeklinde başımdan aşağıya iniyor, kendimin efendisi olamadığımdan durumu yönetemiyordum.

KAPISINI tam böyle bir vakitte çalmıştım. Oturmam için yanındaki minderi işaret ettiğinde çöküp kalmıştım. İçinde bulunduğum açmazı ne bir az ne bir fazla olmadan izah ettim. Dikkatle yüzümü süzdü, el kol hareketlerime bakarak beden dilimi okudu ve sakin bir ses tonuyla “Senin duygusal tansiyonun yükselmiş” dedi.

VAKTİYLE kendisi de aynı işkence çemberinin içinde dönenip durduğundan halimi anlamıştı.

Eğer durumu yönetip dengeye gelmezsem yaşadığım bu endişe, korku, süreklilik arz eden gerginlik ve huzursuzluk hâli sadece zihinsel veya duygusal düzeyde kalmazmış. Fiziksel belirtilerle de kendini göstermeye ramak kalmış. Bu belirtiler arasında baş ağrıları, mide rahatsızlıkları, kas gerginliği, kalp çarpıntısı ve uyku bozuklukları da varmış. Ki hepsi aynıyla vakiydi.

Kendimi sürekli baskı altında hissettiğim bu durumdan kurtulmaktan başka çaremin olmadığını görüyordum ama hendeği de bir türlü punduna getirip atlayamıyordum.

İçine yuvarlandığım bu hâli ondan başka kim anlayabilirdi ki zaten. Bir cümle söylese de beni bu kör kuyudan çıkarsa diye içimden dua ederken “Evladım, ilmin haysiyeti ona tâbi olmayı gerektirir. Sendeki temelsiz malumatsa eğer, buna kani olduysan Kelime-i Tevhitte nasıl önce ilahları reddetmeden İllallah diyemiyorsan burada da onlara bir ‘La” çekmelisin” dedi.

Nasihatini tutmaya çalıştım elbette ama bu hiç kolay olmadı. Sizin de olmayacak…

Ya Selam!