GURBET ehli olmuşuz küçük yaşlardan beridir. Öncesi de var tabi.

Köyde geçen çocukluk yıllarımızda tatil için gelen amcalarımla geçirdiğimiz bir haftadan sonra evimizin arkasından onları kasabaya giden minibüse bindirdiğimizde içimde tarif edemediğim acı bir his olurdu.

Dayanamazdım buna. O sebeple akşama kadar eve giremez dışarıda bunu unutmaya çalışırdım. Ama neticede akşam eve dönerdim mecburen…

Sabah yaşadığım o derin burukluk kendisinden bir şey eksiltmeden içimde döner dururdu. Oturdukları minder, yaslandıkları yastık gibi nesnelere bakamaz onların garip duruşlarına tahammül edemezdim.

Aynı şey köy odamızda uzunca kalıp yola revan olan tanımadığımız konuklar için de söz konusuydu.

Hasılı ayrılıklar içimde dayanılmaz kopuşlara sebep olurdu.

VEDALARI sevemedim.

Sarılıp vedalaşan insan sahnelerine bakamam. Ne yolcu ederken ne de yola giderken el sallayamam.

Hele eskiden âdet olan mendil sallama eylemini asla yerine getiremem.

Filmlerde ayrılık sahnelerini seyretmeye tahammül edip takat getiremem. Çığlık çığlığa hareket eden trenin arkasından bakamam. Gözlerimi başka yerlere kaydırıp o duygudan kaçarım hemen. Bu sebeple zorunlu ayrılıklara karşı içimde bir duyarsızlık geliştirmeye mecbur kaldım.

Gittiğimde sanki gitmiyormuş gibi yaparım, kendimi avutmak için ortalığı laf kalabalığına boğarım.

Aynı şeyi yolcu etmeye mecbur kaldığım ortamlarda da yaparım.

Dedim ya sevemedim vedaları…

HAYATIN en mühim bir gerçeği oysa vedalar, ıstıraplı ve türlü türlü olsa da.

İsteğe bağlı olanları olduğu gibi zorunlulukla gerçekleşenleri de var.

Eskiler buna ızdırari derlerdi. Mecburiyet tahtında gerçekleşmesi demek.

VEDALAR olmasa hikâyeler olmazdı. Romanlar yazılmazdı. Belki mitoloji de doğmazdı.

Vedalar hayatımızın hakikati olmasaydı şairler şiirler yazılabilir miydi?

Ozanlar sazının teline kederle mızraplarını atarak hoyratlarını havalandırabilirler miydi?

Türküler kuşların kanadına takılıp semada süzülürler miydi?

Şarkılar bu kadar kanatır mıydı yüreklerimizi?

Hazreti Mevlâna “Dinle neyden bak neler söylemekte, ayrılıktan şikâyet etmekte” der miydi misal?

VUSLATA kapı aralayan, ayrılığa sebep olan vedalar değil midir ayrıca?

Vedalar hayatımızda olmasa kavuşmanın tadını nereden ve nasıl bilecektik ki.

Firkatin narı vuslatın can suyuyla sönmüyor mu?

Meseleye buradan da bakmalıyız.

VEDA edebilmek önceden kurulmuş bir gönül bağını mecburi kılar. Yaşanmışlıklar olmalı, ilişkiler bulunabilmeli. Vedanın şekli bu bağların nasıl tesis edildiğiyle de alakalıdır. Buradan bakarsak mesela esenlik dileyen, yaşanan hayatın hakkını teslim eden, hatıraları kadife bohçalarda kalbin en mutena yerine kilitleyen, karşılıklı rıza verilip helalleşmelerle gerçekleşenleri olduğu gibi olumsuzlukların üstesinden gelinemeyerek karşılıklı suçlamalara sahne olanları da vardır.

Kısacası vedanın şekli ve içeriği insanın oluşturduğu kişiliği ve kimliği ile de yakından ilintilidir.

Yakıp yıkanı olduğu gibi mukaddes bir hatıra olarak saklananı da vardır.

DÖNÜŞÜME sebep olan veya dönüşümün sebep olduğu vedaları da unutmamalıyız.

Bu türü olgunlaşmakla ilgilidir. Kendini geliştirip donatan kişiler memnun olmadıkları önceki hallerine veda ederek kendilerini bilgi, beceri ve yeni idraklere taşırlar. Bu muhakkak olması gereken bir veda çeşididir. Önceki hâlle kızılmaz, yargılanmaz zira şimdiyi hazırlayan ve kişiyi daha güzeline iten onlardır.

Vefasız olmamalıdır bu tür vedalar.

GÜNAHLARA veda, kötücül duygulara veda meselesi de hep gündemimizde olmalıdır.

Hasede, fesada, nifaka, öfkeye, kabalığa, nobranlığa örneğin acilen veda etmeliyiz. Şirk tutumlarına kesin kopuş anlamında hemen veda edip tevhide vuslat edilmelidir.

Mutlak veda olan bu türde asla vefa göstermemelidir.

SEVGİLİ Nebi’mizin Veda Hutbesini tam burada hemen aklımıza getirerek konuya başka bir boyut kazandırmalıyız. Aynı bağlamda Veda Haccı da gündemimize gelmelidir.

Çocukken dedemle camiye giderdim. Yanından ayırmazdı. Yaramazlıklar yaptığım vaki idi ama neticede onu taklit etmeye çalışırdım. O namazlardan birinde Fahr-i Kâinat Efendimizin “Her namazı dünyaya veda edenin namazı gibi kılınmasını” emir buyurduğunu aktarmıştı.

Son namazım olabilir gibi düşünerek kılmamı istemesini o yaşta tam anlayamamıştım tabi.

Yazılarımı yazarken bu öğüt aklıma gelir hep. Her yazıyı sanki son yazımı yazıyor gibi davranmam lazım geldiği gerçeği önümde durur.

Evet, her yazı son yazı olabilir, her günün son gün olabileceği gibi.

Her yazı bir veda yazıdır ömür takdir edilmişse sonrakine kapı aralayan.

Bu da 2024 yılının son yazı yani.

Nasipse yarın da 2025’in ilk yazısını yazarız yine bir son yazı anlayışıyla…

Ya selam.