VARA yoğa konuşanlara itibar edip dinlemezdi.

Eğer bir mecburiyet hasıl olup dinlemek durumunda kalmışsa da kırıp dökmeden üslubunca düzeltmeler yapardı.

Ki, konuşmacıya da onu dinleyenlere de şifa olurdu.

Çağımız yarım bilmeler çağı.

Derununa vakıf olunmayan ezberlerin pazarlandığı ve çokça alıcı bulduğu bir asır.

Bir de bunlar insanların meraklarını, ihtiyaçlarını gıdıklayan cerbezeli bir sunumla ve görsel materyaller desteği ile sağlanıyorsa maddi karşılığı bile olabiliyor.

İlgili konuşmacılar ekranlarda ve sosyal mecralarda görünür birileriyse eğer, o zaman bedel elbette daha yüksek oluyor. Sertifikayla da desteklenmişse ballı lokma misali tadına doyum olmuyor.

Ekran imkânı bulamayanlar da var elbette.

Onlar ise kendilerine kartvizit olarak kapı açabilecek, özgünlüğü olmayan, oradan buradan yapılan alıntıları kendince bir iki düzeltme ile kitaplaştırıp yanlarında gezdirerek alan açmaya çalışırlar.

Mümkün olan her fırsatta buraya atıf yaparak isminin önüne kondurulan yazar sıfatından yararlanırlar. Oysa bilenler bilir ki, yazar değil bizim gibi yazandırlar.

Her şiir yazdığını söyleyip pazarlayanın şair olmadığı gibi.

Belki de bu zamanın gideri de bu diyerek fazlaca üzerinde durmamak gerekir, bilmiyorum.

USTA böyle yapmazdı ama.

Edebiyat ve fikir âleminin kirletildiğinden ve buna bağlı olarak zihinlerin bulandırılıp işgal edildiğinden üzüntüyle bahsederdi.

Ona göre aslında hayatın tüm alanları için geçerliydi bu. Yüzüne Kur’an-ı Kerim’i okuyamayanların bile etrafına birkaç kişi toplayarak şeyhlik yaptığını acılı bir tebessümle dile getirirdi. İçi yanardı yani.

Dilin imkanlarından haberi olmayan, ilk muhatapların ne anladıkları konusunda esaslı bir fikre ulaşmayan, zamanla kavramlara yüklenen anlam ile ilk mânâyı ayrıştıracak gücü elde edemeyen, evvel âlimlerinin bunları nasıl anlayıp hangi hususlarda tartıştıklarına vakıf olmayan niceleri içinde bulundukları duygulanımları batıdan gelen felsefenin kılık değiştirmiş söylemlerine bina ederek ilham ve zuhurat olarak kabul edip ettirerek ucu bucağı bulunamayacak tevillere girişmesine kederlenirdi.

Dostluk kurdukları da vardı. İyi niyetle konuyu sorular çerçevesinde açmaya çalışır, dikkatlerine sunardı ama genellikle işe yaramazdı. Zira o kişiler bu aktarımlarına vahiy diyemedikleri için ilham diyorlar ve mutlak doğruluğuna iman ediyorlardı. Taliplerini de buna ikna ettiklerinden kendi küçük dünyalarında mutlu mesut yaşarken kimseyi bu konfor alanlarına yanaştırmıyorlardı.

Kimse ayrılığın derdine, parçalanmışlığın hüznüne, Allah’ın ipine sarılamamış olmanın acılı kederine yüz vermiyordu. Hatta bu ayrışmaya, parçalanmaya işlerine geldiği için çoğulculukta rahmet vardır diyerek methiler diziyorlardı.

Usta bunlara çok üzülüyordu ama gayretini kesmiyor umudunu da yitirmiyordu.

BİZLERLE olan sohbetlerinde bazı dizeler söylemeyi ihmal etmiyordu.

“Bilmeden bir sözü tâbir eyleme / Evvel Yusuf gibi düş göreceksin” işte bunların başında geliyordu.

Coşkuyla dile getirdiği bu beyitten sonra birden sessizleşir, başı öne eğilir, burnu sızlar ve gözlerine yaş yürürdü. Ardından belli belirsiz bir halde ve tüm yıkılmışlığı ile;

“Yusuf’un rüyası boşa değildir / Züleyha’yı ona eş göreceksin” derdi.

Âşık olarak görmezdi kendisini ama severdi onları. Doğaçlama atışmalarına denk gelince muhakkak dinlerdi. Türkiye Diyanet Vakfının yıllar evvel Ramazan aylarında tertip ettiği Sultanahmet’teki kitap fuarında Âşık Murat Çobanoğlu’nun önderliğinde yürütülen “Âşıklar Çadırı”ndaki atışmaları izlemek üzere birlikte gitmiştik. Sanırım sürekli söylediği ilk dize de Çobanoğlu’na aitti. İkinci dizenin ise Âşık Şeref Taşlıova’nın olduğunu da çok sonraları öğrenmiştim. Karşılıklı ekrandaki bir atışmasından hatırında kalmıştı.

KENDİMİZE düstur bellememiz gereken bir ilke değil mi tam bilmediğin hususlarda bağlayıcı cümleler kurmamak. Sorumluluk gerektirmiyor mu?

Aslını, faslını bilmediğimiz mevzulara girmeye mecbur muyuz? Hesabı yok mu?

Dilini tutamayanlardan olduğum için her ne kadar tam bir uyum sağladığım söylenemezse de Çobanoğlu merhumun o dizeleri tam bana göre.

“Bilmeden bir sözü tâbir eyleme / Evvel Yusuf gibi düş göreceksin”

BİR meseleyi tümüyle bilmeden asla konuşmazdı usta.

İlgili konunun tüm bağlantılarını merak eder, önünü ardını irdeler, o kavramın ilk aldığı anlam ile kaybettiklerini ve yeni yüklendiği mânâları mutlaka araştırırdı.

Bununla da yetinmezdi. Kendisini lügatlerin arasında cebelleşirken bulurdu. Ardından netleştirip kalbinin mutmain olduğu konuları süzme bal misali ikram ederdi.

Bizlere de nasip olsun inşallah.

Ya Selam!