SAÇLARINI beline kadar uzatmıştı. Kıyamıyordu onlara.
Vaktiyle sevdiği “Ne güzel saçların var, sırma gibi” demişti.
Yârin sözünü yere düşürür müydü hiç. Düşürmedi tabi.
Kendisi tökezledi, düştü, çamurlara bulandı, çaputlara belendi, hastane köşelerinde derdiyle demlendi.
Geleni olmadı, soranı çıkmadı. Hatır, hâtıralarda kaldı, eğer kaldıysa.
Olsun, ne çıkar. O, yârin gülen çehresini hiç unutmamıştı ki…
Tebessüm ettiğinde iki kaşının arasının aldığı şekli kalbine kazımıştı. Bir de elini çenesine dayaması vardı ki ömürler bahşederdi. Kaşlarını gerip kirpik oklarını kalbine fırlatıp saplamasıysa acının aşkla aşka kanaması gibiydi. Daraldığında, bunaldığında, azap odasında ruhu firkatin mengeneleriyle sıkıştırıldığında hep bunları hatırlardı. Yanımda değilse de yâdımda derdi.

Kör kuyulardan bu şekilde çıkardı. Ama içi feraha ermezdi. Sevinemezdi.
Üzüntüsüz kaldığında, kederden ıradığında huysuzlanırdı.
Bunu sevdiğinden kopmak olarak duyumsardı.
Ve hiç istemezdi.
Herkesin kaçtığına o kollarını açarak koşardı.
Gökyüzünü kucaklarcasına, tüm semayı kalbine doldururcasına, gökkuşağına tırmanırcasına sevinirdi.
Hüzün diğer adı olmuştu âdeta.

YÂRİ neredeydi peki?
Bilen yoktu, gören olmamıştı hiç. Kendisi de bilmiyordu.
O dibekli kahvede gün boyu oturup saatlerce göz göze baktıktan sonra tek kelam etmeden kalkıp gitmişti. Sebep söylememişti, mazeret belirtmemişti. Sadece saçlarını savurup kalkıp gitmişti.
Arkasından gün batana kadar baktı.
Kendisi de kimseye tek bir cümle söylememişti.
Mecalsiz dizlerine zorlukla azıcık fer göndererek güç bela kalkabilmişti.
Gece boyu gidememişti metruk evine. Belki sokaklarda arar bulurum diye umut etmişti.
Karşılık bulmamıştı bu arzusu.
Güneş ışıklarını salmaya başlamış, insanlar telaş içinde koşturarak otobüs duraklarına yöneliyordu.
O umutsuzdu artık ama başkalarının yaşama umudu vardı.
İşte o sabah kendisini kederin koynuna bıraktı.
O gün bu gündür gamlı. Efkârlı.
Saçları artık beyazlamış olsa bile “Sevdiğim saçımı sevmişti” diyerek onlara ihtimam göstermeyi sürdürdü. Peki, o bunu biliyor muydu, hayır. Ama kendisi biliyordu ya bu yetmez miydi?

YAŞLANDI.
Çevresi insan mahşerine döndü.
Onun kalbinin aydınlığına sığınıyordu herkes.
En çok da dertliler.
O gamlıların bilge babası olmuştu.
Kendine çözüm bulamamış, kederini dağıtamamıştı ama başkalarının tasalarını ustalıkla kendi tasına
dolduruyordu.

EŞİĞİNE diz çökenlere ilk seslenişi şöyle oluyordu: “Gam var mı, gam.”
Zaten bu sebeple geldiklerinden hemen dökülüyorlardı. Ne varsa heybelerinde boşaltıyorlardı.
Herkes birbirinin “Gam ortağı” idi o mecliste.
Sevinçler değil, kederler dile gelirdi. Üzüntüler konuşulurdu. Endişeler kendisini kelimelere dökerdi.
Gamdan hâli değil insan elbette ama bunlarda tonlarca bulunurdu.

Hatta bir defasında biri yârenlik olsun diye “Bizler Gamzedeler Cemiyetiyiz” demişti de üstlerine yapışıp kalmıştı. Meşrepleri uygun olsa “Gamzede Tarikatı” bile diyebilirlerdi.
Onların arasında gamsızların işi yoktu çünkü.
Herkes derdini, tasasını tastamam döküp üzerinde konuştuktan sonra bir ritüel olarak aynı anda birlikte ayağa kalkıyor ve sanatçı İzzet Altınmeşe’den ödünç aldıkları şu cümleyi yüksek sesle haykırıyorlardı: “Gam yârdan vefalıdır.”

SEVMİŞTİ Kİ, ne sevmek.
Tüm cihanın varını avuçlarının içine almıştı da yârin ayaklarının önüne döküvermişti.
Nesi varsa onundu, onun içindi.
Kendinde tutması, saklaması yakışık almazdı.
Bu yâre karşı cimrilik demek olurdu ki, haşa bin haşa.
Yüreğinin tüm kıvrımlarında, bütün labirentlerinde, en görünmez kuytu köşelerinde bir kıymık miktarı bile olsa ne varsa onundu, onun içindi. Kendisi dahi onun içindi. Sevdiğinden vefa görmemişti ama gamın yârdan vefalı olduğunu öğrenmişti.
Ya Selam!