BİR GÖZ temasının hallacın pamukları savurduğu gibi tüm benliğimi savuracağını elbette bilemezdim. Bir ayağım yerde diğer ayağım sanki gökyüzündeydi. Bu bir hâkimiyet değil parçalanmışlığın resmiydi.

BİR GÖZ temasının hallacın pamukları savurduğu gibi tüm benliğimi savuracağını elbette bilemezdim.

Bir ayağım yerde diğer ayağım sanki gökyüzündeydi.

Bu bir hakimiyet değil parçalanmışlığın resmiydi.

Vücudumun hücreleri sanki değirmende un ufak edilmiş ve kainata savrulmuştu.

Her bir zerre diğerine hasret duyarak yıllar yılı yaşayıp durdu.

Buna yaşamak denirse tabi.

GÖZ göze gelmek bu kadar mı mühimdi?

Bir insanın kalbi bir göz teması ile bu kadar derin nasıl yaralanabilirdi?

Böylesi bir vurgunu yemek ne şekilde mümkün hale gelebiliyordu?

Bilmiyorum, inanın.

Bu bir zayıflık mıydı?

Yoksa etkiye açık olmak mıydı?

Ya da o gözler bu dünyada benim aradığım şefkatli gözler miydi?

Kendimi içinde görmek istediğim yegane merkez orası mıydı?

Buna da tam bir netlikte cevap veremem.

ANKARA tren garıydı.

Küçüktüm.

Köyümden İstanbul'a gelmek üzere babam beni emmime emanet etmişti.

Bekleşiyorduk bir büfenin önünde.

Köyündeki derme çatma bakkaldan gayri bir şey görmeyen küçük yüreğim o büfenin aydınlık ışıklarının önünde bin mahcubiyetle bekliyordu.

Amcası elini bıraksa kaygının biri bin paraydı.

İlk kez annesinin ayranı dışında bir ayran içmeye kalkmıştı da bu çocuk onu bitirememişti.

İlk değişim ayranın tadında yaşanmıştı.

Bu başka farklılıkların da bir işaretiydi, belki de.

Bir şaşkınlık, huzursuzluk haliydi.

Tedirgindim.

Ürkek ürkek önüme bakarken birden her nasılsa başımı kaldırdım.

İşte tam o zaman görmüştüm gözlerime bakan bir çift gözü.

Ve işte tam o demde kendime kilitlenmiştim.

Zira uzun süre bakamamış, gözlerimi kaçırmış, onları saklayacak yer aramıştım.

Çareyi bakışlarımı yere sabitlemekte bulmuştum ama o bir çift gözün bakışı şu yaşıma kadar yüreğimi kanatıp durur.

Kimdi?

Neden bana bu alıcı gözlerle bakmıştı?

Ne demek istiyordu?

Bu kömür gözlerin yakıcılığı şu kadar zaman geçmesine rağmen neden bir nebze de olsa ateşini azaltmamıştı?

Dedim ya bilmiyorum.

TREN garları bu sebeple benim için hüzünle eşdeğerdir.

Dumanı çoğaltıp salarak ağır ağır hareket etmesi bu sebeple yüreğime pek dokunur.

Sevdiklerini yolcu edenlerin güle güle diyen el sallayışlarına bakamayışım yine aynı sebepten.

Filmlerin benzer sahnelerinde gözlerimden süzülmesine mani olamadığım gözyaşlarının da temel nedeni bu.

Türkülerde içinde tren geçen dizelere tutkum yine aynı noktadan kaynaklanır.

Mendil kelimesinin hayatımda derin bir anlam bulması da silinen gözlerin buğusunun kalbimdeki izinden olsa gerek.

'ÇOK diyar dolaştım gözlerin için' diyen ozanın kalbimin en incelikli yerinde yıllardır misafirliği tren garında gördüğüm o bir çift gözün hatırınadır.

Haydarpaşa tren garını bir dönem mesken tutmamı yine bu şekilde açıklayabilirim.

Askerlik yolculuğuna çıkarken Adapazarı Arifiye tren garında soğuktan titreyen ellerimi gürül gürül yanan sobaya tutup ısıtmaya çalışırken parmak uçlarımın sancısını en yakıcı şekilde hissetmem de aynı yara almışlığın sonucu…

Soranlar olmuştur zaman zaman yakın dostlarımdan 'Neden gözümüze bakmıyorsun?' diye.

Ankara tren garında gördüğüm o bir çift göze baktığımdan beri ben artık başka gözlere bakamıyorum.

'Bir çocuk bir yetişkinin bakışından bu denli etkilenir mi?' derseniz, etkilenir efendim.

O ürkeklik…

O yalnızlık…

O bir başınalık…

Yaşayan insan sayısının belli olduğu bir köyden çıkıp bu kadar yoğun insanın bir yerlere telaşla koşuşturmaları arasında kalırsan etkilenir.

O bir çift gözü bir daha görmedim.

Çünkü başımı kaldıracak cesarete hiç ulaşamadım.

O beni görmüş müdür?

Sanmıyorum.

Ya Selam!