YALNIZLIĞI severdi.
Kendi başına takılmaya çalışırdı ama köpeği peşinden hiç ayrılmazdı. Gölgesi gibiydi neredeyse.
Hatta aralarındaki sözsüz ve sessiz iletişim öylesine güçlü ve derindi ki birbirinin ne hissettiklerini
bilirlerdi.
Buna bir yârenlik denilebilirdi.
Atalarımızın yoldaş oldukları atlarıyla kurdukları münasebetin bir benzeriydi aralarındaki bağ.
Hiç ayrı düştükleri görülmezdi.
Dağda namaz kılarken önüne ağaçtan çaktığı çubuğun biraz berisinde selam verene kadar oda bir
sütre gibi kımıldamadan dururdu.
Ne zaman ki soluna selam verir etrafında yeniden fır dönmeye başlardı.

KASABADAKİ evine nadiren inerdi.
Banyo yapar, esvaplarını değiştirir camide birkaç vakit namazını eda ettikten sonra yeniden kendini
dağlara vururdu. Kasabadaki camiye gittiğinden yâreni aynı şekilde kapıda onun çıkmasını beklerdi.
Cemaat bu duruma alıştığından köpeğe müdahale etmezlerdi.
Hatta bazıları zaman zaman “Ona farz değil ama neredeyse bizimle içeriye girip divana duracak”
diye söylenir bir tatlı tebessüm bırakarak evlerine gider ya da işlerine koyulurlardı.

KURTLA kuşla arkadaşlığı da köpeği gibi kaviydi. Onlardan hiç korkmaz rahatlıkla ünsiyet kurardı.
Uzaktan bakıldığında önündeki liderini takip eden bir ordu görüntüsü oluştururlardı.

YILLAR sonra fark edilen bir hususiyeti açığa çıkmıştı. Neler yaptığını merak eden birkaç mütecessis
adamın gizli takibi sonucu ortaya çıkmıştı bu durum. Bu yaşlı adam ağaçlara doktorluk yapıyordu.
Nerede sudan mahrum kalmış veya sürüler tarafından zedelenmiş ya da rüzgâra direnememiş ağaç
görse sürekli sırtında taşıdığı ecza dolabını indirir içinden bir şeyler çıkartarak işleme başlardı.
Bazılarını budardı. Kiminin dibini kazır su getirerek onları beslerdi. Birkaçına da toprağa kattığı
samanlarla çamur yapar bazı yerlerine merhem gibi sürerdi.
Kendisini izleyenleri hayrette bırakan en önemli husus onlara inanılması güç bir seviyede şefkat
duymasıydı. Adeta yaralanmış dalları okşayıp sever, onlara çocuk muamelesi yapardı.

TAKİPÇİLERİN iz sürmesi kısa sürmedi.
Akıllarına üşüşen onlarca soruyu cevaplamadan bu işin peşini bırakacak gibi değillerdi. Uzaktan
sadece havalandırdığı türküleri duyabiliyorlardı. Bu onlara kâfi gelmemişti. Dolayısıyla bu ajanlık
faaliyetine biraz daha devam etmeye ortaklaşa karar verdiler. Fark edilmemek için nöbet listesi
oluşturmuşlardı. Sırası gelen artık bir izci dikkatiyle sürünerek yaklaşmaya çalışıyor daha fazla neler
duyup göreceklerine odaklanmışlardı.
Âşık Veysel’in, Karacaoğlan’ın, Kul Himmet’in, Pir Sultan Abdal’ın, Sefil Selimi’nin, Yunus Emre’nin,
Âşık Emrah’ın, Neşet Ertaş’ın, Abdurrahim Karakoç’un, Mahsuni Şerif’in, Muhlis Akarsu’nun
hepimizin bildiği deyiş ve türkülerinin söylerdi. En çok dağdan, taştan, kuştan bahsedenler olurdu
bunlar. “Avcıyım dağ gezerim / Bülbülüm bağ gezerim / Yüz yerimde yârem var / El sanır sağ
gezerim” türküsü her nedense daha torpilliydi. Bir de bunların arasına “Çırpınırdın Karadeniz / Bakıp
Türk’ün Bayrağına” marşını da eklerdi.

Akşamları konuyu müzakere için bir araya gelen ekipten günlük nöbetin sahibinin aktardıklarını ilk
defa duymuşlardı. İnternette tarama yaptıklarında bu deyişin Âşık Sefai’ye ait olduğunu buldukları şu
dizeler onları çarpmıştı: “Bastığın toprağı tanı, tozun bile hakkı var / Dağın, taşın, kurdun, kuşun bile
hakkı var / Bu toprakta yaşayandan, bu vatanda yaşayanda tuzun bile hakkı var / Özü hain
olanlara, özü namert olanlara bu yeryüzü dar olsun / Çalkalansın Karadeniz, Türk’e yâr olsun.”
Herkes birbirine bakıp kalmıştı. Aslında bu dizeler onun misyonunu ifade etmeye yetiyordu.
Belli ki o bu hakkı ödemeye çalışıyordu.

BİZLER bu vatan toprağının, bu bayrağın, minarelerden gönlümüze doğru hârelenip gelen ezanın
hakkını ne kadar düşünebildik dersiniz?
Konunun aktarıldığı mecliste en çok beni vurup yerimden eden dize ise “Tozun bile hakkı var” oldu.
Kendi haklarımızı düşünüp sonuna kadar savunmaya çalışıyoruz. Ki, bu en tabi hakkımız, yapmalıyız.
Peki, kurdun kuşun hakkı ne olacak? Kendimizi tatmin etmek için sahiplenip hevesimizin geçmesinden
sonra ortalara saldığımız bu kedilerin, köpeklerin hakkı ne olacak?
Kirlettiğimiz toprağın, israf ettiğimiz suyun hakkı ne olacak?
Bu yaşanmışlıktan benim kendi payıma çıkardığım ders tozun bile hakkını hesaba katmak gerektiğidir.
Tozun hakkını verebilenler yozun da hakkını verirler. Her bir şeyin hatta.
Bunları bir defa daha düşünmeye ne dersiniz?
Ya selâm.