HAYATI doğru anlamak ve ona değer katmak kişinin evvela ölümü iyi kavrayıp anlamasına bağlıdır.
Ölümün hakikati anlaşılamadan hayatın gülen yüzü görülemeyeceği gibi bizi sıkıntılarla alabora eden asık suratı da kavranamaz. 
Ne lanetlemek çare getirir ne de yüceltmek.
Dolayısıyla bu iki mühim olguyu yani ölümü ve hayatı birlikte düşünmek ve kavramak bizim kazancımıza olacaktır.
Yoksa bugüne kadar olageldiği gibi davranıp ölümü hayattan, hayatı ölümden ayrı mütalaa edip çıkmaz sokakları umutsuzca arşınlayıp dururuz.
Bu ciddi bir paradigma meselesidir. Daha fazla yabana atılmamalıdır.

ÖLÜM ve hayat ikizdir.
Birbirinden ayrı düşünmek insanlık olarak bizim zaafımız olmuştur.
Ölüm ve hayatı ayrı düşündüğümüzde elimizden geldiği kadar arayı uzatabileceğimizi sanmamız en temel ve belirleyici yanılgımızdır.
Bizler ne kadar zihnimizde bu yanlış ayrımı yapmış olursak olalım onlar aynı gerçeğin iki yüzü gibi olmaya devam ettiler. Gündüz ve gece, aydınlık ve karanlık, acı ve tatlı gibi…
Asla kopmadılar, hep aynı anda yan yana oldular. Yakın durdular.

ÖLÜMÜN bastırıldığı, yok sayılmak istendiği, ötelendiği, örselendiği bir çağdayız.
Peki, ölüm buna razı oluyor mu, fırsat tanıyor mu, kabul ediyor mu? Hayır.
O, her zaman dimdik ayakta ve hükmünü kesintisiz bir biçimde icra ediyor.
Fütursuzca… Korkusuz…
Zira en büyük adalet ölümdür. Hepimizi eşitliyor.
Hayatta mevcut olan sanal farklılıkları, fantezileri berhava ediyor. 
Zenginlik fakirlik, yoksulluk varsıllık, entel avam, alim cahil, yönetici yönetilen, ezen ezilen kim varsa hepsini birliyor, eşitliyor. Kimseye torpil yapmıyor. 
Aracılara yüz vermiyor. Rüşvete imkân tanımıyor.
Geldi mi, geliyor ve görevini tam bir mükemmellikle ifa edip gidiyor.
O kadar ki, ölümün adaleti peygamber ve ümmet farkı bile gözetmiyor hepsini kulluk ana çizgisi üzerinde görüp aynı şekilde ayrıma tabi tutmadan işlem yapıyor.

HAYAT, varlık, eşya, olaylar, adalet ve zulüm ölüm karşısında anlam kazanıyor.
Ölüm sorgulaması yapmadığımızda tökezliyor, kendimizi uyuşturuyor ve farkındalık elde edemiyoruz. 
Yani hayatı derinlemesine kavrayamıyoruz.
Kendimize de yaşadığımız dünyaya da anlam katamıyor, değer üretemiyoruz.
Kısacası; ölüm, hayatın anlamıdır, bizim anlamımızdır.
Ölümü tefekkür etmediğimizde anlam kaybı yaşarız ki, bu felaketlerin en büyüğüdür.
Mevcut durumumuz ise tam da budur.

“ÖLÜMSE gülümse” diyebilmek için bu derin düşünce tezgahından geçirmeliyiz kendimizi.
Ölümün bir son, bir bitiş, bir yok oluş olmadığını görmeliyiz böylece.
Hırsa fren yaptırdığını kavramalıyız mesela.  Ölüm sorgulaması hayatımızı değiştirme fırsatı sunar bize. Memnun olmadıklarımızı değiştirebilme fikrine taşır. İniş çıkışlarımızı düzenler ve stabil hâle getirir. 
En önemli getirilerinden birisi de bizleri özgürleştirmesidir.
Ölümün olduğu bir dünyada Allah’tan gayrı kimseye eğilmeme, sığınmama, yardım dilememe, acizlik hissetmeme gibi pek çok muhteşem olguyla tanıştırır bizi. 
İrademizin kıymetini anlamamızı sağlar ve buna bağlı olarak doğru seçimlerin önemine işaret eder.
Ahlaki kaygılara yöneltir ve etik yaşama prensiplerini gözümüzün önüne koymamızı ister.

ÖLÜM ağırdır. Taşınması zordur. Etkisi de buradan gelir. Hayatın içinde olan ölümü kovma çabası beyhudedir, sonuçsuzdur. Yakınından ölüm geçen kişilere baktığımızda bunun ne demek olduğunu daha net görürüz. 
Dolayısıyla hayatı ölümle sentezlememiz kaçınılamayacak bir yükümlülüktür. 
Ruh beden, akıl kalp, madde mana, varlık yokluk, sonluluk sonsuzluk, özgürlük kölelik, anlamlılık anlamsızlık, inanç küfür, cennet cehennem, günah sevap gibi nice meseleler üzerinde ciddiyetle düşünerek bir sonuca ulaşmaya mecburuz.
Yaşam enerjimiz ölüme bağlıdır. 
Ölüm olmasaydı hayat çok sıkıcı olabilirdi. Bu sebeple ölümü öğrenmekten başka yolumuz yoktur. 
Öle öle yaşama becerisi kazandığımızı kabul etmekten imtina etmemeliyiz. 
Ölerek yaşadığımızı bilmeliyiz. 
Yani yaşayarak öldüğümüz gibi ölerek yaşadığımızı kavramalıyız.
Ya Selâm.