GÖRMÜŞ geçirmiş biriydi. Hayatın sillesini az yemediği de her hâlinden belliydi. Sözü dinlenirdi. Kelimeleri sarihti. Dolambaçlı konuşmazdı. Düşünceleri oradan oraya uçuşmaz, ne söylediği net olarak anlaşılırdı.

GÖRMÜŞ geçirmiş biriydi.
Hayatın sillesini az yemediği de her halinden belliydi.
Sözü dinlenirdi.
Kelimeleri sarihti.
Dolambaçlı konuşmazdı.
Düşünceleri oradan oraya uçuşmaz, ne söylediği net olarak anlaşılırdı.
Dolayısıyla 'Şunu mu demek istedi?' ya da 'Birine mesaj mı verdi?' gibi zihni kumkumalara sebebiyet vermezdi.
Ne sözü kısaltıp özü örterdi ne de lafı çoğaltıp odağını kaybederdi.
Her şeyi yerli yerinde, kıvamında ifade ederdi.
Onu dinlerken neredeyse hepimiz 'Keşke ben de bir gün böyle konuşabilsem' diye hayıflanırdık.
Elbette bu, yeterince ilim ve hazmedilmiş bilgiye dayanıyordu.
Görgüyü gerektiriyordu.
Hayatı ince eleyip sık dokumanın bir sonucuydu.
Muhatabına göre konuyu ele alabilecek ve buna göre sözcükleri seçebilecek bir zenginliği zorunlu kılıyordu.
Kolay değildi yani.
Ancak neredeyse her paragraf sonrasında tatlı bir gülümseme eşliğinde sanki istemsiz olarak dilinden dökülen 'Lüküs kamarada kimler oturur?' cümlesine takılırdım.
Gereksiz görürdüm, dolayısıyla anlam veremezdim.
Biraz düşündüğüm vakit ise her şeyi yerli yerine oturtan bu zarif insanın burada çuvallamayacağına kanaat getirir 'Dur bakalım altından ne çıkacak?' der savuştururdum kendimce.

GEÇEN sabah işe yetişme telaşıyla bir elimde tostum diğerinde çay mataram arabaya doğru koştururken arkamdan 'Hey' diye bir nida işittim.
Tanıdık bir ses olmasına karşın ilkin kime ait olduğunu çıkartamadım.
Dönüp baktığımda aynı mütebessim çehre ile yüz yüze geldim.
Saçları eskisine göre hayatın akışına uygun olarak biraz daha beyazlamıştı ama çevikliğinden bir şey kaybetmemiş görünüyordu.
Sımsıkı kucakladı.
Bir süre sonra hafifletip ardından bıraktı ve eliyle kalbime dokunarak aynı cümleyi tekrarladı:
'Lüküs kamaranda kimler oturur?'

MESELE vuzuha kavuşmuştu.
'Tabi ya' dedim, 'Gönlü kastediyor.'
Başka neresi olabilirdi ki zaten.
İnsan işte, kimi zaman en açık ve anlaşılır olanı bile bulutlandırmakta mahir.
Oraya buraya çekiştirmekte usta.
Merkeze gelmemek için yan yollara sapmakta üstüne yok.
Oysa söylenen gayet berraktı, açıktı.
Yoruma yer bırakmayacak kadar sadeydi.
Gel gör ki, nice vakittir mevzunun özüne gelememiş, öylece tutmuşum kalbimde.
Yazıklanmamak elde değil.

KENDİMİZİ büyük meselelerin adamı sayıyoruz ama küçücük konuları bile çözümleyemiyoruz.
Burnumuzu kaf dağına kaldırıyoruz ancak gözümüzün önündeki çöpü göremiyoruz.
Tüm dünyanın ve memleketin sorunlarına çare üretiyoruz güya, fakat kendi hanemizin işlerini bihakkın yoluna koyamıyoruz.
İlişkilerimizi sağlıklı bir düzlemde yürütemiyoruz.
Anlaşılıyor ki, büyüklük taslamamız küçüklüğümüzden…
Hacmimizi bilmemekten.
Bu kibir anaforuna kendimi daha fazla kaptırmadan biraz daha düşününce anladım ki, o ehl-i hal zat aslında 'Lüküs kamarada olmaması gerekenleri oraya doldurmuşsun, hepsini çıkarmalısın' demek istiyormuş.
'Şirkten sakınmalısın' mesajı veriyormuş.
'Kalbi sahibine ayırmalısın' vurgusu yapıyormuş.
Şu halde en esaslı biçimde kendimize sorma vaktidir: Lüküs kamaramız olan gönlümüzde kimler oturuyor?
Ve…
Onları çıkarmak için neler yapıyoruz?
İnşallah yeni yılda esaslı bir temizlik yaparak lüküs kamaramızı sahibine teslim edebiliriz.
Ya Selam!