“Aralarında, Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların arzularına uyma ve Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından (Kur’an’ın bazı hükümlerinden) seni şaşırtmalarından sakın. Eğer yüz çevirirlerse, bil ki şüphesiz Allah, bazı günahları sebebiyle onları bir musibete çarptırmak istiyor. İnsanlardan birçoğu muhakkak ki yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 49.)

'Aralarında, Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzularına uyma ve Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından (Kur'an'ın bazı hükümlerinden) seni şaşırtmalarından sakın. Eğer yüz çevirirlerse, bil ki şüphesiz Allah, bazı günahları sebebiyle onları bir musibete çarptırmak istiyor. İnsanlardan birçoğu muhakkak ki yoldan çıkmışlardır.' (Maide: 49.)

İslam'ı, mahiyetini bozmak suretiyle yok etmeyi hedefleyen küresel küfür ve işgal projelerinden tarihselciliği anlatmaya devam ediyoruz.

Bir evvelki yazımızda tarihselciliğin felsefî bir ekol olarak ortaya çıkışını, mahiyetini, tutarsızlığını ve muharref Hıristiyanlıktan sonra İslam'a / Kur'an'a da uygulanmak istenmesini ele almış; konunun Kur'an hükümleri ve akaid açısından değerlendirmesini bu yazıya havale etmiş idik.

I- TARİHSELLİK FİTNESİNİN TEMEL MESAJINDAKİ VAHAMET

Tarihselci bakış açısını İslam'a / Kur'an'a uygulamak suretiyle varılmak istenen hedef bellidir. Yapılmak istenen;

İslam'ı tarihe mahkûm ve mahpus etmektir.

İslam'ın bütün zaman ve mekanlarda uygulanmasının, yani evrenselliğinin / cihanşümullüğünün önüne geçmektir.

Kur'an'ı hükümsüz bırakmak; tahrif, tebdil ve tağyire açık hale getirmektir.

Hükümlerin zamanın şartları gereği değişebileceği söylemi üzerinden vahiyle sabit Allah kelamına insan eliyle müdahale etmek ve Müslümanları bunun meşru, hatta zaruri bir ameliye olduğu yönünde şartlandırmaktır.

Elhasıl Kur'an hükümlerinin indiği devirle sınırlı olduğu iddiasıyla Kur'an ahkamını yürürlükten kaldırmak ve İslam'ın kıyamete kadar geçerli tek hak din olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaktır…

Halbuki Kur'an hükümlerinin kıyamete kadar geçerli olduğunu kabul etmemek, bu hükümleri inkar etmek manasına gelir ki bunun küfür, yani İslam dairesinin dışına çıkmak olduğu apaçıktır.

Dahası bunu yapan tarihselciler, -farkında olarak veya olmayarak- kendilerini (haşa) Allah vahut onun adına dini tebliğ eden Rasulüllah yerine koymuş olurlar.

Neden mi? Çünkü din vazetmek ancak Allah'ın hakkıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise dini Allah adına tebliğ eder, uygulamaya koyar ve Allahü Teala'nın emri ve izniyle kitabı açıklama ve teşri görevini yerine getirir.

Evet, tarihselciler, kendilerinde Kur'an hükümlerini yeniden dizayn etme yetkisi gördükleri için ilahlık iddia etmiş oluyorlar… Kur'an'ı açıklama yetkisini kendilerinde görmeleri dolayısıyla da peygamberlik iddia etmiş oluyorlar.

Bu menfur projeyi kasıtlı olarak devreye koyanların durumu ise zaten apaçık meydandadır. Onlar, İslam'ı bozmak isteyen gayrimüslim oryantalistlerdir.

Bu mahiyetiyle tarihselcilik belki de zamanımızın en büyük fitnesi, küfre ve şirke düşüren en kestirme yoludur. Zira bu batıl zihniyet, dini kaynaklarından almak yerine, merkeze aklı koyarak dine müdahale ediyor.

Halbuki din, nasstan, yani Kur'an ve Sünnet'ten alınır. Mesela Nisa: 115'te Cenab-ı Hak, Rasulün yoluna ve onu takip eden müminlerin yoluna uymayı emretmektedir. Müminlerin yolundan maksat, Kur'an ve Sünnet'i esas alan, müşahhas manada dinin hayata geçmesi demek olan sahabe toplumunun uygulamasıdır. Bu sağlam din anlayışı ve uygulaması daha sonra, yine Kitap ve Sünnet'ten kaynaklanan İcma-yı Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha delilleriyle beraber 'edille-yi şeriyye' olarak devam etmiş, İslamî müktesebat oluşmuş ve günümüze kadar gelmiştir.

Böyle bir İslam anlayışında insan elinin dine müdahalesi hiçbir suretle söz konusu değildir.

Tarihselcilik ise yukarıda anlatıldığı üzere apaçık dine müdahaledir; Kur'an'ın tahrif, tebdil, tahvil ve tağyire açık hale getirilmesidir. Bunların hepsi de şirk ve küfürdür.

Tarihselci bakış açısında İslam'a noksanlık ve tamamlanmamışlık arızaları izafe edilmiş olmaktadır. Böyle bir yaklaşım da açık şirk ve küfürdür. Halbuki Maide: 3'te belirtildiği üzere Allah dinini / İslam'ı tamamlamış ve ekmel hale getirmiştir. Ekmel fazlalığı da, noksanı da olmayan demektir.

Tarihselcilik Allahü Teala'nın, Kur'an'ı koruyacağına dair taahhütte bulunduğu Hicr: 9'da bildirilen hükmü de yok saymaktır. Dolayısıyla Cenab-ı Hakkın (haşa) dinini korumakta aciz olduğu, kudretinin buna yetmediği şeklindeki ayrı bir küfür ve şirki de bünyesinde barındırmaktadır. Halbuki bilinen bir akaid hükmüdür ki Cenab-ı Hak, noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıftır.

Allah'ın zatı baki; diğer bütün mahlûkat fanidir. Zaman ve mekan, Allahü Teala'nın mahlûkatından iki varlıktır. Her ikisi de Allah'ın kudretine ram olmuştur. Ne zaman ne de mekan Cenab-ı Hakkın ilmini, kudretini ve mahlûkat üzerindeki tasarruf ve tecellisini ihata edemez, kuşatamaz.

Bunun manası şudur:

Zaman, tabiatıyla tarih, hiçbir zaman Cenab-ı Hakkın hükmünü sınırlayacak, kısıtlayacak bir özelliğe sahip değildir. Bununla beraber Kur'an, zamanın değerine ve önemine işaret etmiştir.

'İnsan (henüz) anılır bir şey değilken (yaratılmamışken) üzerinden uzunca bir zaman geçti.' (İnsan: 1)

'And olsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir.' (Asr: 1-2.)

Bu ayetlerden anlaşılmaktadır ki, hayat imtihanında zaman çok değerli ve önemlidir. Üzerinde cereyan edecek hal ve olaylara mahşerde Allah'ın huzurunda şahitlik edecektir. Ama zamanın Allah'ın dinini değiştirmede bir kudret veya fonksiyon ifade etmesi muhaldir. Tarihselcilerin bu hezeyanları Allah'ı ve sıfatlarını tanımamaktan, zamanın ve tarihin mahiyetini kavrayamamaktan kaynaklanmaktadır.

Bir evvelki yazımızda ifade ettiğimiz üzere, tarihselcilerin zamana bağlı olarak şartların / hükümlerin değişkenliğini gündem etmeleri de fasit bir idrakin, asılsız bir kabulün mahsulüdür. Orada da belirttiğimiz gibi hakikat, mahiyet, fıtrat, ilmin istinat ettiği Sünnetullah nev'inden kanun ve kurallar asla değişmez; değişen, değişecek olan, sadece alet ve vasıtalardır.

Netice itibariyle tarihsellik normal akıldan, ilmî yaklaşımdan, ilmî ve tarihî tecrübelerden uzak; nefis ve hevadan kaynaklanan bir kabuldür. Aslı yoktur; batıldır, hurafedir. Bundan dolayı hak ve hakikat olan Kur'an karşısında yok hükmündedir ve reddedilmiştir.

II- TARİHSELCİLERİN SAPTIRDIKLARI, KUR'ÂN'A DAİR İKİ MESELE

Tarihselciler nefis ve hevadan kaynaklanan ham hayal ve hurafe felsefelerini Müslümanlara kabul ettirebilmek için, İslam'a dair iki meseleyi saptırmak ve malzeme edinmek suretiyle şeytanî bir hileye başvurmaktadırlar. Bu iki mesele de 'nüzûl sebebi' ve 'nasih – mensuh' konularıdır.

1- Ayetlerin Nüzûl Sebebi /Esbab-ı Nüzûl

Esbab-ı nüzûl, ayetlerin iniş sebebi demektir. Tefsir ilminde bir sebebe bağlı olarak gelen hükümler bu başlık altında konu edinilir.

Kur'an-ı Kerim'deki ayetlerin büyük bölümü herhangi bir sebebe / soruya bağlı olmaksızın inmiştir. Bir kısmı da bazı sebeplere / sahabilerden yahut gayrimüslimlerden gelen sorulara binaen nazil olmuştur. Bu tür ayetler sadece ilgilileri değil, herkesi muhatap alır ki, bu durum 'Sebebin özel olması hükmün genel olmasına engel değildir' prensibiyle ifade edilir. Yani sebep her ne olursa olsun, yaşanan hadise münasebetiyle gelen Kur'an hükümleri de zaman ve mekan üstü olarak ebediyen geçerlidir.

Şimdi buna dair bazı örnekler zikredelim:

Mesela ağır hasta olan Hz. Cabir (r.a.), öleceğini tahmin ederek Peygamberimize (s.a.v.) malını ne yapması gerektiğini sormuş, bunun üzerine 'miras ayetleri' denen Nisa: 11 – 12. Ayetler inmiştir. Ve inen bu ayetler miras hükümleri olarak bütün Müslümanlar için bağlayıcıdır.

Keza 'zıhar ayeti' Seleme bin Sahr, 'lian ayeti' Hilal bin Umeyye, 'kazf ayeti' Hz. Aişe'ye iftira atanlar hakkında nazil olmasına rağmen, yine bütün Müslümanlar için geçerlidir.

Esbab-ı nüzûl meselesi, Kur'an hükümlerinin tarihsel olduğunu iddia edenler tarafından saptırılmaktadır. Şöyle ki, onlara göre Kur'an ayetleri belli sebeplere bağlı olarak, belli bir dönemde gelmiş ve hükümleri o dönemin toplumsal şartları içinde geçerlilik arz etmiştir. Dolayısıyla o dönem ve şartların özelliklerini taşımaktadır. Dönem ve şartlar değiştiğinde hükümlerin değişmesi de kaçınılmazdır.

Böyle bir yaklaşım asla ilmî ve iyi niyetli kabul edilemez.

Elbette ki Kur'an-ı Kerim, indiği dönemde yaşayan insanların hayatlarından örnekler vermiş, onların örf ve adetlerine atıflar yapmıştır. Ama bu, beyanlarının tarihle / zamanla kayıtlı olması manasına gelmez. Tam tersi Kur'an, yaşanan o hadiseler üzerinden hakkı vurgulamış, kural ve kaideleri genelleştirmiş ve ebedileştirmiştir.

Sebeb-i nüzûl daha ziyade ahkamla ilgili ayetlerde söz konusudur. Bunun da pek çok hikmeti vardır.

Bu, her şeyden önce Kur'an'ın müşahhaslığa ve hayat gerçeklerine verdiği önemi gösterir. Sebeb-i nüzul sayesinde hangi olayda hangi hükmün geçerli olacağı, tecrübeye dayalı olarak ortaya konmuş olur. Bu da hükmün daha iyi anlaşılmasını sağlar; ileride benzer durumlar meydana geldiğinde nasıl bir yol haritası izleneceğine dair İslam alimlerine usul ve metod öğretir. Böylece süreç içerisinde yeni çıkan meselelerin fetvalara bağlanması nass esas alınmak suretiyle mümkün olur ve ihtiyaçlara bu yolla cevap verilir.

Kur'an'ın tarihselliğe asla kapı açmadığına ve açmayacağına delil teşkil etmesi açısından konuya bir de şu zaviyeden bakalım:

Şu bir gerçektir ki Kur'an, nazil olmadan evvel levh-i mahfuzda idi; nüzûl sebebi meselesine konu olan belli sayıdaki ayetler de, diğerleri de Kur'an bütünlüğü içinde zaten vardı. Bunun manası nüzûl sebebi denen hadiselerin, ilgili ayetlerin inmesinde sadece birer vesile olduğudur.

Bilindiği üzere Kur'an-ı Kerim, kelam-ı kadimdir. Yani ezelî kelamdır. Allah'ın kelam sıfatının tecellisi ile kaimdir. Bundan dolayıdır ki Kur'an'a mahlûk demek batıl bir nitelemedir ve bu görüş Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere bütün ehl-i sünnet uleması tarafından reddedilmiştir.

Burada zaman ve mekanı aşan büyük bir hakikatle karşı karşıyayız, o da şudur:

Cenab-ı Hakka göre geçmiş zaman, gelecek zaman, şimdiki zaman arasında bir fark yoktur. Allah geçmişi, hali ve geleceği bütün teferruatıyla, olduğu gibi bilir; çünkü bütün bunları o yaratmıştır.

Nasıl ki kaderin izahında 'Cenab-ı Hakk kullarının fiillerini ezelden bildiği için takdir ve tayin etmiştir' deniyorsa, nüzûl sebeplerini de bu zaviyeden anlamak lazımdır. Kur'an'ın zaman ve mekan üstü olmasının, İslam'ın bütün zaman ve mekanlara hükmetmesinin altında yatan büyük gerçek budur.

Ne acıdır ki tarihselciler bu gerçekleri kavramaktan mahrum ya da uzak oldukları için beşer kafasıyla, kendi kabul ve idraklerine göre Kur'an'a bir konum biçmeye çalışıyorlar. Bunun, Allah'ın vahiy kaynaklı nizamı olan İslam binasını anlamak bakımından ne kadar basit, gerçek dışı ve idrak yönünden zayıf olduğunu anlatmaya gerek yoktur.

İnsan eliyle Allah'ın nizamına / Kur'an'a müdahale, haddini bilmemekten kaynaklanan bir çılgınlıktır. Bundan dolayıdır ki hak dini ancak noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf olan Allah vaz'eder. Hak dinin yapısını, karakterini, mahiyetini ancak Allah ortaya koyar; Hz. Peygamber (s.a.v.) de bu hakikatleri tebliğ eder, kendi hayatında müşahhas hale getirir ve diğer insanlara da öğretir. Kim bunun aksini iddia ederse, yukarıda belirtildiği üzere ilahlık ya da peygamberlik iddiasına kalkışmış olur.

Bundandır ki insan / kul, Allah'ın bildirdiği hak dine uymakla mükelleftir. Kimse dini kendi cüz'i aklına uydurmak gibi bir abesle iştigale kalkışmamalıdır. Haddini bilmeyip, Allah'ın nizamına müdahaleye kalkışanlar Cenab-ı Hakkın şu ihtar ve ikazına muhatap olurlar:

'De ki: Siz Allah'a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerdeki ve yerdeki her şeyi bilir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.' (Hucurat: 16.)

O yüzden kulun yapması gereken, Allah'ın dinini dizayn etmeye kalkışmak değil, ona olduğu gibi teslim olmak, keza aynı teslimiyeti o dini getiren Rasule de göstermektir. (Nisa: 65.)

2- Nasih – Mensuh Meselesi

Kur'an'ı murad-ı ilahiye mutabık bir şekilde anlamak için tefsir ilmi çerçevesinde bilinmesi lazım gelen inceliklerden biri de nasih - mensuh meselesidir. Bu meseleyi bilmeden Kur'an'ı tefsire kalkışmak çok tehlikelidir; kişiyi birçok yanlış sonuca sürükleyebilir.

Tarihselciler kendi hezeyanlarına delil bulma adına nasih - mensuh meselesini de saptırmaktadırlar. Halbuki bu meseleden onların hezeyanlarına delil çıkmaz. Kısaca izah etmeye çalışalım:

'Nesh', bir ayetin hükmünün daha sonra gelen bir ayetle kaldırılmasıdır. Hükmü kaldırılan ayete 'mensuh', hükmü kaldıran ayete 'nasih', bu olaya da 'nesh' denir. Neshten bahseden ayetlerden biri mealen şöyledir:

'Biz bir ayeti kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.' (Bakara: 106.)

İmam Şafiî neshi 'Arada süre bulunmak şartıyla sonra gelen nass ile önceden sabit olan şer'i bir hükmü kaldırmaktır' diye tanımlar.[1]

Bakıllanî'nin tanımı ise şöyledir: 'Sabit olduktan, bir vakit uygulandıktan ve gereği yerine getirildikten sonra hükmü kaldırmaktır.' [2]

Nesh, asla (haşa) Allah'ın bir şeyi önceden bilmeyip, öğrendikten sonra onunla ilgili hükmünü değiştirmesi değildir. Buna beda denir. Ki beda, Şiilikte iman konuları arasında kabul edilir. Allahü Teala'nın bir şeye hüküm verdikten sonra, zuhur eden yeni durumların icabı olarak, onu değiştirip yeni bir hüküm vermesi anlamına gelen böyle bir anlayışın, Cenab-ı Hakkın ilminin ve iradesinin tecellisi ile çeliştiği ortadadır.

Allah, hükmünü verdiğinde onda asla yanılmaz. Noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf olması bunu gerektirir. Bu sebeple beda inancı Allah'a cehalet isnat etmek olup Kur'an ve Sünnet'e aykırıdır.

Nesh ise insanların hükümlere alışmasını sağlayan bir kolaylık, ilahî bir eğitim metodudur. Buna en güzel misal, içkinin haram kılınması sürecinde nazil olan ayetlerdir.

Bilindiği gibi Hz. Peygamberin (s.a.v.) peygamber olarak gönderildiği toplumda içki tüketimi oldukça yaygın idi. Bu çirkin alışkanlık bir anda, tek bir emirle yasaklanmış olsa idi, müminler tarafından hayata geçirilmesinde birtakım zafiyetler yaşanacak, bu da dine olan teslimiyet ve bağlılığı zedeleyecekti.

Onun için yarattığı insanın fıtratını en iyi bilen Allahü Teala, içkiyi tedricen / safha safha haram kılmıştır. Burada her bir safhada hükmün değişmesi, kulların maslahatıyla ilgilidir. Şöyle ki;

Konuyla ilgili ilk ayette 'hurma ve üzümlerden hem içki hem de güzel rızık elde edildiği, bunda düşünen bir toplum için ibret olduğu' beyan etmiştir. (Nahl: 67.)

İkinci adımda 'içkinin bazı faydalarının yanında büyük zarar ve günahının da olduğu' vurgulanmıştır. (Bakara: 219.)

Sonraki aşamada 'sarhoşken namaz kılmak' yasaklanmıştır. (Nisa: 43.) Bu emrin gereği olarak Müslümanlar namazlardan önce içki içmeyi bırakmış, böylece içki içmenin vakti son derece daraltılmıştır.

Son adımda ise şu ayetle içki kesin bir dille yasaklanmıştır:

'Ey iman edenler! İçki (ve benzeri şeyler), kumar dikili taşlar (putlar heykeller) ve fal okları ancak şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.' ( Maide: 90.)

Buradan da anlaşılacağı üzere nesh, zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesinde delil olarak kullanılacak bir mesele değildir. Çünkü nesh, vahyin iniş sürecinde meydana gelen, Hz. Peygamberin (s.a.v.) risalet dönemiyle sınırlı olan bir hadisedir. Kur'an'ı indiren Yüce Allah'ın tasarrufunda olan bu süreç, Hz. Peygamberin (s.a.v.) ahirete rıhletiyle sona ermiştir. Onun için tarihselcilerin nasih - mensuh meselesini kendi batıl davalarına alet etmeleri bir delil değeri taşımaz ve asla kabul edilemez.

Bütün bu sebeplerle tarihselcilik Allah'ın dinini beşer müdahalesiyle değiştirmeye / bozmaya teşebbüs etmek demektir. Tıpkı Yahudi ve Hıristiyan alimlerinin mukaddes kitaplarını bozup tahrif etmeleri gibi bir şenaate imza atmaktır. Allah'ın hükümlerinden uzaklaşıp, dini beşerî planda uydurulmuş hükümlere tahvil etmektir. Böyleleri Kur'an-ı Kerim'deki şu ayet-i kerimenin tehdidi altındadırlar:

'Onlar hala cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah'ınkinden daha güzeldir?' (Maide: 50.)

Bu konuya devam edeceğiz.

[1] Şafiî, er-Risale, s. 85-87.

[2] el-Bakıllanî, et-Takrîb ve'l-irşad es-sağir, III, 76.