ANLAMAMIŞTIM ne denmek istendiğini ilk işittiğimde. Kendimde olan nedir, onun gerçekliğinin nasıl farkına varacağım ve nasıl bir mekanizma ile onaylayacağım gibi peşi sıra pek çok sual sıraya giriyordu pervasızca…
Bunlarla mücadele etmek, bir düzene sokmak ve telaşa kapılmadan esaslı cevaplar üretmek hiç kolay değildi.
Zaman istiyordu.
Sabır ön koşuldu.
Özgür bir zihin ve hür düşünce kaçınılmazdı.
İrade indirildiği tahta yeniden oturtulmalıydı.
Malumat ile ilim birbirinden kesin çizgilerle ayrıştırılmalı ve kesin bilgi olan Kur’an-ı Kerim ile onun en güzel uygulamasını eksiksiz olarak bizlere gösteren Fahr-i Kâinat Efendimizin pratiğini ciddiyetle kavramak gerekliydi.
Bir de doğru bildiklerin araştırmalarının sonucunda yanlış çıkınca “Bunca yıldır bunları aklımda ve kalbimde taşıyorum, nasıl bir kenara atarım?” gibi tutucu bir tavrın bağnaz temsilcisi olmaktan vazgeçebilmek zaruret idi.
Ve tabi yorulmamak işin esasıydı.
Dolayısıyla “Kendindekini onayladın mı?” sorusuna cevap vermek kolay değildi.
…
TAKLİT konusu mesela…
Başımızın belalarından biri olarak hep yerinde durmuyor mu?
Onu tahtından oynatıp aşağılara, olması gereken konuma indirebilmek için bugüne kadar neler yaptık?
Ne gibi uğraşlar verdik?
Bunu başarabilmek için hangi donanımları gerekli gördük ve onlara sahip olmak için ne kadar emek harcadık?
Bırakın bunları konuyla ilgili en son ne zaman derinlemesine düşündük, kafa yorduk…
Çoğumuz taklitle besleniyoruz.
Özgüven eksikliğimiz sebebiyle de bu konuyu hiç irdelemek istemiyoruz.
Bildiklerimizin yanlış çıkması halinde ne yapacağımızı tam bilmiyoruz ve böyle bir durumla karşılaşma ihtimali bile ödümüzün patlamasına fazlasıyla yetiyor.
Tüm bunlar bizi tahkik etmekten, araştırmaktan, doğru bildiklerimizi mihenge vurmaktan, sorgulamaktan, vahiy ile doğrulanması için gayret göstermekten alıkoyuyor.
Oysa taklit doyurmuyor.
Malumat ilim yerine geçmiyor.
Afaki yorumlar, ayağı yere basmayan teviller bizi hakikate taşımıyor.
…
TAKLİTTE kalan kişi fıtratına yönelemiyor.
Özüne dönemiyor.
Rabbimizin oraya koyduğu hakikati vahiy ile açamıyor. Kâinat kitabı ile okumaya cesaret getiremiyor.
Neticede insan kendiyle tanışamadan, gerçeğine agah olamadan bu dünyadan göçüp gidiyor.
Çok yazık oluyor.
…
KENDİNİ onaylamak cesaret işi, evet.
Çevrendeki kolonilere baş kaldırmanı gerekli kılabilir.
Taklitçileri yanından, yakınından kovmayı hatta yer yer mücadele etmeye mecbur bırakabilir.
Sana atılan baş yaran, gönül kıran, ruh örseleyen söz taşlarına direnmeni, şikâyetsizliği öğrenmeni zorunlu dersler arasına alabilir.
…
BAŞKALARININ onayını isteyenler kendilerini kolay kolay onaylayamazlar.
Kendi hakikatlerini açığa çıkaramazlar.
Oradaki gerçekleri aşikâr kılamazlar.
Zira taklitçiler buna kolaylıkla izin vermezler. Hep mukallit olarak kalmasını isterler. Yoksa vartaya düşebileceği ve sapıtabileceği gibi asılsız varsayımlarla korkutmaktan geri durmazlar.
Oysa yüce kitabımız dinimizin fıtrat dini olduğunu beyan buyuruyor.
Bize sorumlu bir birey olarak düşen dünya kirlerinden arınıp, nefsin hileli tuzaklarını aşıp Allah’ın içimize koydu fıtratla tanışarak, orada var olanları kavrayıp onaylamaktır.
Taklitten kurtularak gerçek imana erişmek belki de ancak böyle mümkün olacak.
Madem durum bundan ibaret o halde yapmamız gereken asıl şey bu soruyu sürekli gündemimizde canlı olarak tutmak ve sahih cevap verebilmek için her daim didinmek.
Tekrar sorarak yazıyı bitirelim dilerseniz.
“Kendindekini onayladın mı?”
Ya Selâm!