Kul hayatın tamamını ibadet haline getirecek sebeplere tevessül ederek yaşamalı, tek derdi her adımını Allah rızası eksenine oturtmak olmalıdır. Bu ise istikameti ve hedefi Allah’a ve ahirete yönelik olarak belirlemeyi...
Kul hayatın tamamını ibadet haline getirecek sebeplere tevessül ederek yaşamalı, tek derdi her adımını Allah rızası eksenine oturtmak olmalıdır. Bu ise istikameti ve hedefi Allah'a ve ahirete yönelik olarak belirlemeyi, her hareketini buna göre planlamayı ve bütün işlerini düşünerek, belli ölçüler doğrultusunda halletmeyi gerektirir. Başka bir ifadeyle bu hedef ve gaye, hayatın bütün saha ve şubelerini ibadet ve Allah'a kulluk çerçevesinde ele almayı, buna göre organize etmeyi gerektirir.
1- YARINA HAZIRLIK:
Tam da burada insanın kendine mutlaka 'yarına ne hazırladığını', 'ölmeden önce ahirete azık olarak neyi gönderdiğini' sorması gerekir. Nitekim bunu bize Cenab-ı Hak emrediyor:
'Ey iman edenler! Allah'a itaatsizlikten sakının. Herkes yarın için ne hazırladığına baksın!...' (Haşr: 18.)
Bu bir kulluk görevidir. Biliyoruz ki dünya ahiretin ekim yeri, tarlasıdır.
Ahirete önden, önceden gönderilebilecek olanlar, sadece salih ameller ve fayda verecek ibadet ve taatler, ancak Allah rızası için yapılanlardır. Bu ise şeytana itaati ve kulluğu reddetmekle mümkündür. Allah Kuran'da sadece kendine itaat etmemizi,şeytanı düşman tanımamızı emretmektedir. Düşman kavramı içine şeytanın daima kullandığı nefis de dahildir. Hatta nefis şeytandan daha tehlikeli bir düşmandır. Çünkü nefis daimi olarak insanla yaşar ve ona olanca şiddetiyle kötülüğü emreder:
'(Yûsuf dedi ki:) 'Halbuki (ben) nefsimi temize çıkarmıyorum. Muhakkak ki nefis, daima kötülüğü emredicidir; ancak Rabbimin merhamet ettiği (koruduğu kimse) müstesna…' (Yusuf: 53.)
Şeytanla nefis arasındaki münasebeti şöyle kurabiliriz:
Esasen baş düşman nefis olduğu halde, şeytan hazırladığı hile ve tuzaklar için bu şerli düşmanı gayet iyi kullanır. Çünkü insan kendi bünyesinde hayırla şerri çoğu kez ayırt edemez; meşru ve tabii arzuları ile nefsin arzusunu karıştırabilir. Şeytan nefsi bu açıdan çok iyi kullanır, onun üzerinden kişiye pek çok hile ve tuzak kurar. Bu sebeple Kuran'da, ittifak etmiş bu iki düşman anlatılırken daha ziyade şeytanın hile ve tuzaklarına işaret edilir.
Aşağıda meali verilecek ayetler bize gerçek düşmanımızı tanıtmakta ve Allah'a kulluğun önemine vurgu yapmaktadır:
'Haberiniz olsun ki şeytan size düşmandır. Siz de onu düşman tutun. O etrafına toplanan taraftarlarını ancak cehennemliklerden olsunlar diye davet eder.' (Fatır: 6.)
'Ey Âdemoğulları! Size 'Şeytana kulluk etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır; bana kulluk edin, doğru yol budur' dememiş miydim?'(Yasin: 60 - 61.)
2- AMELE SARIL, AMA AMELİNE GÜVENME
Dahaönce bir yazımızda kurtuluş için olmazsa olmaz şartın Allah'ın rahmeti ve lütfu olduğunu belirtmiş; iman, ilim, amel, ihlas, korku ve ümit gibi kavramların da kurtuluşu hazırlayan sebepler olduğunu anlatmıştık. Aynı kural burada da geçerlidir. Kişi iman ve ilim ile, amel ve ihlas ile, hep Allah'a yönelecek, fakat kendine bir varlık, bir benlik havası vermeyecek, ameline güvenmeyecek, sadece Allah'ın lütuf ve keremine güvenecektir. Ama bu özellikler olmadan Allah'ın rahmetine lütfuna güvenme meselesi, daha önce de belirttiğimiz gibi bir vehim ve kuruntudan ibaret kalır ve böyleleri aldanır ve hüsrana düşenlerden olur.
Kişi bu meyanda nefsinin şerrinden, şeytanın desisesinden Allah'a sığınmalı, ameline güvenmeden, benlik ve enaniyete düşmeden kulluk yolunda devam etmelidir. Bu konuda Halid-i Bağdadî'nin şu sözü ne kadar da manidardır:
'…Eğer kendi nefsini bütün hayırlı işlerde iflas etmiş olarak görmüyorsan, bu cehaletin en son noktasıdır. Kendini iflas etmiş olarak görünce de sakın Allah'ın rahmetinden ümidini kesme. Zira Allahu Teala'nın fazl u ihsanı kul için bütün insanların, cinlerin amelinden daha hayırlıdır.'(Es'ad Sahib, Buğyetü'l- Vacid, s: 138 - 141, no: 28.)
İşte hal ehli alimlerin ve Allah dostlarının ahireti kazanma yolunda, Allah'a yaklaşma uğrunda takip ettikleri yol ve usul budur.
3- DAİMİ İBADET VE KULLUK
Buraya kadar yapılan izahlardan anlaşıldığı üzere, kul hayatının hiçbir noktasında ibadet ve Allah'a yönelmekten müstağni kalamaz. Buna 'her an ve sürekli ibadet hali' demek mümkündür. Burada insanın aklına şöyle bir soru gelebilir:
Hayatın tamamı, her anı nasıl ibadet haline getirilecektir? Bu mümkün müdür?
Evet, mümkündür.
Ancak burada ibadetten neyi kastettiğimizi iyi anlamak gerekiyor. İbadetten sadece namaz, oruç, hac,zekat gibi malî ve bedenî ibadetler anlaşılmamalıdır. Bu sebeple İslamî eserlerde ibadet ve taat kavramları birlikte mütalaa edilmiştir.Taat ve ibadet, hayatın tamamını içine alır. Bunu şöyle açabiliriz:
Mesela bir kimse namaz kılarken Allah'ın huzurundadır. Peki,bu kimse namazdan ayrılıp hayatın içine daldığında acaba ibadet mantığından uzaklaşacak mıdır? Elbette ki hayır…Eğer bu kişi yürüyüşünde, konuşmasında, düşünmesinde, insanlarla münasebetinde, alışverişinde, tarlasında, bahçesinde vs. hayatın her yerinde, hangi işi yapıyorsa 'Allah beni görüyor, niyetimi biliyor, acaba bu yaptığım iş Allah'ın rızasına uygun mudur?' mantığıyla hareket ederse, bütün hayatı, bütün anları ibadet haline gelir. İçinde bulunduğu mekan ve zaman da ona bu yönde şahitlik yapar. Nitekim her insanda 'Kiramen Katibin' adlı, iyilik ve kötülüklerini yazan meleklerin olduğu Kuran ve Sünnetle sabittir.
'Muhakkak sizin üzerinizde gözetici (hafız) çok şerefli yazıcılar vardır ki bunlar yaptığınız amel ve işlerin hepsini bilirler.' (İnfitar: 10-12.)
Örnek verdiğimiz bu kimsenin namazına'ibadet' dersek, sair zamanlarda Allah'ın kontrol ve murakabesinde dolaşmasına da 'taat' deriz. Bazı eserlerde bu'ibadetler' ve 'adetler' diye de ifade edilir. Burada şu gerçeği iyi kavramalıyız: Hayatın hiçbir anı Allah'ın kontrol ve murakabesi dışında kalamaz; dolayısıyla taat ve ibadetin dışında da olamaz.
İşte meseleye bu açıdan baktığımız zaman yukarıdaki soruya şöyle cevap veririz:
Hayatın her anını, her safhasını ibadet haline getirmek mümkündür.
Örnekler üzerinden gitmeye devam edelim:
Mesela bir kimse çalışıp helalinden kazanabilmek için güçlü olmak niyetiyle veyahut da kalkıp namaz kılmak niyetiyle uyursa, o kimsenin uykusu da ibadettir.
Hayatın pek çok yönü olduğu malumdur. Hayatın hangi safhası olursa olsun, kalpte ihlası barındırarak, tefekkürle hayır düşünerek, azaları da buna göre yönlendirerek hareket eden her insan,taat ve ibadet halindedir. Ve bu hal hayatının tamamını kapsamaktadır. Tam da burada şu ayet-i kerimenin mana ve hikmetini düşünmeliyiz:
'Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.'(Hicr: 99.)
Burada ibadet kavramının mahiyetine de dikkat çekmek gerekir.
İbadet genel anlamda Allah'ın büyüklüğünü tanımak ve onun emirlerine riayet etmek şeklinde anlaşıldığı zaman, meseleyi geniş bir perspektifte görmek mümkündür.
Buna göre,
- Allah'a iman ve teslimiyet kalbin amelidir ki buna 'itikat' diyoruz.
- Güzel ahlakı / ahlak-ı hamideyi elde etmek; çirkin ahlaktan / ahlak-ı zemimeden uzaklaşmak kalbin işidir. Burada ahlak-ı hamideye 'kalbin amelleri', ahlak-ı zemimeye de 'kalbin masiyetleri' diyebiliriz. Tasavvufî literatürde de yaklaşım böyledir.
Mesela riya kalbin masiyetidir; küçük şirk sayılmıştır. İhlas ise kalbin ibadetidir, amelidir; bu da sıdk u sadakat noktasında imanın samimiyetini ifade eder.
Mesela hased mahiyet itibariyle, hased edilenin elindeki nimetin elinden çıkmasını istemektir; netice itibariyle de kaderin taksimine itiraz etmek anlamı taşır. Bu sebeple ateşin odunu yaktığı gibi hased de iyilikleri yer bitirir. (İbn Mace, Zühd, 22.) Hasedin zıddı ise tevekkül, kanaat ve takdire rızadır. Bu vasıflar kişiyi Allah'ın rızasına ulaştırır.
Mesela kibir kalbin bir hastalığıdır, Allah'a isyan ve haksız yere büyüklenmedir. Bir nevi AllahuTeala'nın kudret ve tasarrufuna başkaldırı ve itiraz anlamı taşır. Bu bakımdan kibredenlerin Allah tarafından burunlarının sürtüleceği, rezil rüsva edileceği delillerle sabittir. Kibrin zıddı tevazudur; tevazu insanın şerefini yükselten, en makbul amellerden biridir. Dikkat edelim; kibir de tevazu da kalbin amelidir. Fark şudur ki kibir kalbin isyanı, masiyeti ve günahıdır; tevazu da kalbin ameli ve gıdası hükmünde olan, övülen bir sıfattır. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Demek isteriz ki kalpgüzel ameller işleyebildiği gibi, çirkin ameller de işleyebilir. Ve bu işlediklerinden Allah huzurunda sorumludur. Ama biliriz ki bu amellerin hiçbiri elle tutulur, gözle görülür değildir. Bir insan kalbiyle isyan edebildiği gibi, itaat de edebilir. Aslında itaatin de isyanın da merkezi kalptir; imanın merkezi de kalptir. Ama biz ibadet deyince çoğu kez azaların amellerini anlarız;namaz, oruç gibi...
Oysa azaların amelleri de makbuliyet, efdaliyet veya süflilik açısından yine kalbe bağlıdır. Zahiren güzel görülen bir iş, şayet niyet bozuksa şer haline dönüşebilir. Bilinen bir husustur ki hiçbir amel, kalpte ihlas olmadan Allah indinde makbul olmaz.
Mesela bir kimse bir başkasına yardımederken bunu zahirde bir iyilik olarak lanse etse de, eğer bunu yaparken Allah rızası dışında bir niyet güdüyorsa, riya yapıyorsa, dünyevi bir maksat peşinde koşuyorsa, yaptığı hayır gibi görülse bile hakikatte şerdir. O zaman ibadet denilince geniş anlamda şunu anlayabiliriz: İbadetlerin merkezi kalptir. Kalbin kendi mahiyeti itibariyle amelleri vardır; iman gibi, ahlak-ı hamide ve ahlak-ı zemime gibi...
Aklın, iradenin de ameli vardır.
Mesela aklın ameli tefekkürdür. Bir saatlik tefekkürün atmış yıllık ibadetten efdal / üstün olduğunu haber veren hadisler vardır. Buna göre bir kimse devamlı nafile ibadet yapsa, bir başkası da şartlarına riayet ederek tefekkür etse,bu hadislerin beyanına göre tefekkür edenin bir saatlik tefekkürü, nafile ibadet edenin atmış yıllık ibadetine bedeldir. Burada ibadet mefhumunun nasıl büyük bir keyfiyet kazandığını görüyoruz.
Yine mesela namazda tadil-i erkan, yani azaların namazın rükünlerine tam olarak riayeti vaciptir. Bu namazın azalar boyutudur. Bir de ayet ve hadislerde emredilen, namazın huşu ve huzur boyutu vardır ki, bu da kalp boyutudur ve farzdır. Hadislerde bildirildiğine göre huşu ve huzur olmadan namazdan geriye sadece yorgunluk kalır ve namaz bir nevi ruhsuz cesede döner. O halde zahiri ibadet veya amel diye bildiğimiz namaz bile kalp boyutludur. Kalp boyutlu olmayan bir ibadet de zaten yoktur. Görülüyor ki bütün oklar insandaki merkez nokta kalbi işaret ediyor.
Resul-i Ekrem (s.a.v.) bir hadislerinde kalbin önemini ve her açıdan merkez olduğunu şöyle anlatıyor:
'Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, o iyi/doğru/düzgün olursa bütün vücut iyi/doğru/düzgün olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.' (Buharî, İman, 39.)
Burada yeri gelmişken, insandaki merkez nokta kalple alakalı olarak,'zikir' mefhumuna da temas etmek yerinde olacaktır. Hemen belirtelim ki zikir bütün ibadetlerin özü ve esasıdır. Yani her ibadet ancak Allah'ı zikir mantığıyla olursa anlamlıdır ve Allah indinde kabule şayandır. Mesela dinin direği olan namaz Allah'ı zikir için kılınır. Ayet-i kerimede şöyle buyurulur:
'Şüphesiz ben Allah'ım, benden başka hiçbir ilah yoktur. Onun için bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl.'(Taha: 14.)
Zikir anmak, zikrullah Allah'ı anmak demektir. Zikrullah bütün ibadetlerin özü, esası olduğu gibi, ayrıca müstakil bir ibadettir. Bunu şu ayet-i kerimeden anlıyoruz:
'Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve 'Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru!' derler.' (Âl-i İmran: 191.)
İbn Abbas bu ayetin tefsirinde mealen ve özetle şu izahı yapar:
İnsan ya ayaktadır ya oturur ya da yanı üzere yatar. Hayat bu üç halin dışında değildir. O halde bu ayet insanın bütün hal ve durumlarında Allah'ı zikretmesi gerektiğini anlatır. Keza karada, denizde, havada, hastalıkta, sağlıkta, fakirlikte, zenginlikte, her halde, her zaman ve her yerde Allah'ı anın, Allah'ı zikredin demektedir bu ayet…
Dikkat edilirse bu izah hayatın A'dan Z'ye tamamını kapsıyor. O halde geldiğimiz sonuç itibariyle şunu anlıyoruz: İbadetlerde merkez nokta kalptir. Kalpte de zikrullah hakim olmalıdır ki HAYAT BÜTÜNÜYLE İBADET HALİNE GELSİN.
Zikrin bir de insanı huzur ve saadete taşıma görevi vardır. Cenab-ı Hak buna şöyle işaret ediyor:
'Haberiniz olsun ki kalpler ancak zikrullah (Allah'ın zikri) ile tatmin olur, yatışır.' (Ra'd: 28.)
Tüm bu izahlardan sonra şu sonuca geliyoruz:
Bir kimse kalbini rıza-yı Bari eksenine oturtursa, gerek iman, gerek ahlakî vasıf, gerekse de azaların ibadetleri ve amelleri olsun, tümü birden ibadet ve taat kavramının içinde kalır. İnsan bu halini muhafaza ettiği sürece her zaman ve her yerde ibadet halinde yaşamış olur. Kalbehakim olması gereken ana vasfın zikrullah olduğu asla unutulmamalıdır. İşte bütün hayatın ibadet haline getirilmesi dendiği zaman bu keyfiyet anlaşılmalıdır. Ve bu keyfiyet içinde görülüyor ki taat ve ibadetlerde parçalanma da yoktur. Bazı eserlerde 'itikat, hal, amel' silsilesi şeklinde anlatılan bu bütünlük, Allah'a yönelmede ana keyfiyeti ifade eder. Bu hali elde eden insan, hayatın neresinde olursa olsun, hangi zaman, hangi mekanda bulunursa bulunsun, Allah ile beraberdir, ondan bir an bile ayrı değildir. Bu halde bulunan kimse hayatını Allah'ın emirleri doğrultusunda tanzim eder, plan ve programa sokar. Bu durumda her anı zikirdir, her işi Allah rızasına uygun düşer.
İşte fani olan dünyada baki olan ahireti kazanmanın yolu budur; bu bütün hal ve sırrını Allah rızası eksenine oturtmaya bağlıdır.Bütün hayatın topyekûn ibadet haline döndürülmesinin anlamı budur. Bu keyfiyeti, plan ve program dahilinde yaşayan bir kimse, her an Allah ile beraber olduğu için, Allah'ın lütfu keremiyle son nefeste de kaybetmez, imanını kurtarır. Burada şu ayet-i kerimelerin meali üzerinde düşünmemiz isabetli olur:
'Ey gökleri ve yeri yoktan var eden Rabbim! Benim velim sensin, benim canımı müslüman olarak al ve beni salih kulların arasına kat!' (Yusuf:101.)
'Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.' (Âl-i İmran: 102.)
Gelecek yazımızda bu konuya başka bir zaviyeden devam edeceğiz.