Geçen haftadan devam olarak bu yazımızda da Kur’ân’ın bize öğrettiği yolun (hâşâ) dini sorgulamak değil; kesin iman, tasdik, itaat, tefekkür ve teslimiyet olduğunu yine Kur’ân âyetlerinden hareketle anlatmaya çalışacağız.
Geçen haftadan devam olarak bu yazımızda da Kur'an'ın bize öğrettiği yolun (haşa) dini sorgulamak değil; kesin iman, tasdik, itaat, tefekkür ve teslimiyet olduğunu yine Kur'an ayetlerinden hareketle anlatmaya çalışacağız.
I- KUR'ÂN'DA GÖSTERİLEN İLİM, HİKMET VE HİDAYET YOLU
Cenab-ı Hak müminlerin imanını kemale erdirmek, imandan sonra Allah'a ve Rasûlüne itaati ve teslimiyeti artırmak için birçok ayet indirmiştir. Misal olarak Âl-i İmran Sûresindeki aşağıda meali verilen ayetleri düşünmek yeterlidir. Ki bu ayetlerde tefekkürle zikir, yani hikmetli düşünme ile Allah'ı anmak, amel etmek beraber zikredilmiş; ayrıca imandaki teslimiyete vurgu yapılmıştır. Bu yüzden olsa gerek, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bu ayetleri (Âl-i İmran: 190 – 191) kastederek 'Vallahi bu gece bana öyle ayetler indirildi ki, onları okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!' buyurmuştur. (İbn Hibban, es-Sahîh, II, 386)
Âyetler mealen şöyledir:
'Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.
Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. 'Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden tenzih ederiz. Bizi ateş azabından koru' derler.
'Rabbimiz! Sen kimi cehennem ateşine sokarsan, onu rezil etmişsindir. Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur.'
'Rabbimiz! Biz, 'Rabbinize iman edin' diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört. Canımızı iyilerle beraber al.'
'Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığı ile va'dettiklerini ver bize. Kıyamet günü bizi rezil etme. Şüphesiz sen, va'dinden dönmezsin.' (Âl-i İmran: 190 – 194.)
Bu ayetlerin tefsiri bir kitap olacak kadar geniş ve zengindir. Biz burada yazımızın hacmi çerçevesinde bazı ders ve ibretlere dikkat çekmek istiyoruz:
- Görüldüğü üzere ayetler (Âl-i İmran: 190) önce tefekkürün sahalarını ortaya koyuyor: Gökler, yer, gece - gündüz üzerinde tefekkür… Yani mahlûkat üzerinde tefekkür…
Bu çok önemlidir. Mesela Allah'ın zatı, ruh ve kader gibi konular üzerinde tefekkür men edilmiştir. Çünkü akıl bu sahalarda aciz kalır; ille de zorlanırsa ya fikir buhranına düşerek kendi kendini tahrip eder, ya da sahibini sapkınlığa sürükler. Onun için aklın, kapasitesi nispetinde hangi sahalarda tefekkür edeceğini bilmek, istikametin muhafazası açısından olmazsa olmaz şarttır.
- Âyetlerde (Âl-i İmran: 191) tefekkürle beraber zikrin de emredilmiş olması pek çok hikmet taşır. Bu hikmet akıl ve kalbin birlikte çalışmasını gerektirir ki kişi istikamet bulabilsin.
Zikirde üç halin belirtilmesi ise, her zaman ve her yerde, bütün hayatın Allah'ı zikir üzere bina edilmesi gerektiği anlamına gelir. Bilindiği üzere bütün ibadetlerin özü zikirdir; Kur'an'ın bir adı da zikirdir (Hicr: 9).
Üç halde zikir, şu ayet-i kerimede de emredilir:
'Namazı kıldıktan sonra ayakta, otururken ve yanınız üzerindeyken Allah'ı zikredin.' (Nisa: 103.)
Bu ayet Allah'ın, özü itibariyle zaten zikir olan namazın dışında da zikredilmesi gerektiğini anlatır. Yani Allah'ı zikir / zikrullah, müstakil olarak da büyük bir ibadettir.
Sahabenin müfessiri olarak bilinen İbn Abbas (r.a.) bu ayetin tefsirinde 'Gece ve gündüz, kara ve denizde, sefer ve hazerde, zenginlik ve fakirlikte, hastalık ve sıhhatte, gizli ve aşikare Allah'ı zikredin' demiştir. (Gazali, İhya, c. 1, s. 846.)
- Kur'an'ın mucizevi ifadesine bakınız ki, ayette (Âl-i İmran: 190.) tefekkür için 'akıl' ifadesi kullanılmamış, 'ülü'l-elbab' kavramına yer verilmiştir. 'Ülü'l-elbab' meal ve tefsirlerde genellikle 'temiz akıl sahipleri' diye tercüme edilse de, aslında 'kalp gözüyle akıl gözünün buluşarak kainata birlikte bakmaları' anlamına gelir. 'Kalp gözü' ve 'akıl gözü' ifadeleri tasavvufi yönüyle açılabilir; buna şimdilik giremiyoruz. Ama şu kadarını söyleyebiliriz:
Rûhü'l Beyan Tefsirinde 'ülü'l-elbab' için 'hayal ve evhamdan arınmış tertemiz akıl sahipleri' tanımlaması vardır. Devamında şu açıklama yer alır:
'…'Lüb' aklın halisi, özü, tertemiz akıl demektir. Aklın bir zahiri bir de özü vardır. Normal haldeki akıl olgunlaşarak zirveye vardığı zaman aklın 'lüb' hali ortaya çıkar.' (Rûhü'l Beyan c. 2, s. 143.)
Sabûnî Tefsirinde ise 'ülü'l elbab'ın özellikleri bir sonra gelen ayetle (Âl-i İmran: 191) bütünleştirilerek şöyle anlatılır:
'Allah'ı dilleri ve kalpleriyle bütün hallerde, ayakta, oturarak, yatarak anarlar. Kalpleri Allah'ı anmakla yatıştığı ve Allah onların bütün sırlarına vakıf olduğu için, bütün zamanlarında onu anmaktan gafil olmazlar. Onlar göklerin ve yerin hükümranlığının kime ait olduğunu, bu büyük yıldızlarla buralardaki harikulade şeylerin yaratılışını düşünerek şöyle derler: 'Ey Rabbimiz! Bu kainatı ve içindekileri hikmetsiz ve abes olarak yaratmadın. Ey Rabbimiz! Abesle meşgul olmaktan seni tenzih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!'…' (Ali Sabûnî Tefsiri, c. 1, s. 472.)
Görüldüğü üzere ayet-i kerime 'ülü'l-elbab'ın vasıfları konusunda köklü bir tefekküre işaret etmektedir.
Âl-i İmran: 191'de, tefekkür eden kişinin bunun neticesi olarak söylediği şu ifade çok önemlidir:
'Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden tenzih ederiz. Bizi ateş azabından koru!'
Buna göre demek ki tefekkür kişiyi ilme, yani kainat gerçeklerine ulaştırmaktadır. Bu ilmin neticesinde de önce Cenab-ı Hakkı noksanlıklardan tenzih etmek, hemen ardında da cehennem azabından korunmayı istemek gelmektedir.
Peki, Kur'an'ı sorgulamaktan böyle bir sonuç hasıl olabilir mi? Asla olamaz. Tam tersi sorgulama, (haşa) Allah'ın ayetlerini cüce bir akılla denetlemeye, dahası Allah'a hesap sormaya kalkışmak demektir. 'Şu doğru, bu yanlış… Bunu kabul ederim, şunu etmem…' gibi hezeyanlara imza atmaktır.
Kur'an-ı Kerim'de böyleleri hakkında şöyle buyrulur:
'De ki: Siz Allah'a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerde olanı da yerlerde olanı da bilir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.' (Hucurat: 16)
'Ülü'l - elbab' ifadesinin kullanılmasıyla ortaya çıkan bir gerçek de, Kur'an ayetlerinin kevnî ayetlerle aynı hedef doğrultusunda değerlendirilmesidir. Bilindiği gibi kevnî ayetler, kainattaki Allahü Teala'nın vahdaniyetine delil teşkil eden alamet ve işaretlerdir.
Yukarıda İbn Abbas'ın (r.a.) sözlerinde de işaret edildiği üzere, hayatın her anında zikrin hakim kılınması emri, bize 'tefekkür'le 'amel'in birleştirilmesi gerektiğini göstermektedir.
Peki, soralım:
Kendilerini hakim ya da savcı yerine koyup Allah'ın ayetlerini sorgulamaya, hatta yargılamaya kalkan bu bedbahtlar tefekkürle zikrin yan yana zikredilmesinden ne anlıyorlar? Zikrullaha ve ibadet hayatlarına ne derece hassasiyet gösteriyorlar?
Hani bunlarda salih amel? Hani kalb-i selim? Nerede kalbî mutmainlik?
Bu kavramlar Kur'anı sorgulayan reformistlerin lügatinde yer almaz.
Onların işleri güçleri Allah'ın ayetlerine hiçbir ölçüye tabi olmadan, keyiflerince mana vermektir. Bunun sonucunun da Kur'an'ı tahrif ve tahrip etmek, dinde reform yolunu tutmak olacağı açıktır.
Maalesef bu ibretlik bir durumdur. Kur'an'a böyle yaklaşanlar, dünyada sapkınlığa, ahirette de Allah'ın azabına düçar olurlar.
- Yine yukarıdaki ayetlerde Allahü Teala'nın noksan sıfatlardan tenzih edilmesi ve Allah'ın azabından yine Allah'a sığınmak gerektiğine vurgu vardır. Elbette ki Allah'ın azabı inanmayanlar, haktan sapanlar ve bid'atçılar içindir. Böylelerinin hiçbir yardımcılarının olmayacağı da ayet-i kerimede vurgulanmaktadır.
- Yine bu ayetlerde hakka çağıranın çağrısına icabet edip hemen iman etmenin hakiki müminlerin işi olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu mana ile Kur'an'ı sorgulamak afeti taban tabana zıttır; asla bağdaşmaz.
- Cenab-ı Hak, bu ayetlerle bize nasıl dua edeceğimizin, kurtuluşa nasıl ereceğimizin yolunu da göstermektedir. Buna göre Allah'tan günahların affedilmesini, setredilmesini (örtülmesini); iyilerle birlikte olmayı; peygamberler vasıtasıyla va'dedilenleri ve kıyamette rezil olmamayı istemek gerekmektedir.
- Ve bu ayetlerdeki bir mesaj da Cenab-ı Hakkın va'dinden dönmeyeceği gerçeğinin vurgulanmasıdır. Kur'an'da bu gerçeği vurgulayan başka ayetler de vardır (Âl-i İmran: 9, İbrahim: 47, Hac: 47, Rum: 6 vb.)
Acaba Allah inananlara ve inanmayanlara ne va'detmiştir?
Bilindiği üzere sahih iman sahiplerine va'dedilen cennet, Allah'ın ayetleriyle savaşanlara va'dedilen ise cehennemdir.
'Tefekkür' ve 'teslimiyet'le 'sorgulama'nın farkı burada da ortaya çıkmaktadır.
Hakiki Müslüman işte bu ayetlerde haber verilen hal ve keyfiyeti kuşanan, bu teslimiyeti gösteren insandır.
Cenab-ı Hak bu vasıfları taşıyıp bu şekilde kendine yönelen müminlere, müteakip ayette şu cevabı vermektedir:
'Rableri, onlara şu karşılığı verdi: Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden hiçbir çalışanın amelini zayi etmeyeceğim. Sizler birbirinizdensiniz. Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet görenler, savaşanlar ve öldürülenlerin de andolsun, günahlarını elbette örteceğim. Allah katından bir mükafat olmak üzere, onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükafatın en güzeli Allah katındadır.' (Âl-i İmran: 195.)
Ne mutlu tefekkür, itaat ve teslimiyetle imanını kemale erdirenlere…
Ve ne mutlu bu vasıfları taşıyarak Allah'a yönelenlere; bu cevabı alanlara…
II- İMAN, İTAAT VE TESLİMİYETE VURGU YAPAN BAZI ÂYETLER
Kur'an'da birçok ayet-i kerime, Allah ve Rasûlüne imanı, imandan sonra bu yolda istikrarı, Allah'ın ve Rasûlünün ortaya koyduğu hükümlere kayıtsız şartsız itaati emretmektedir. Birkaç misal verelim:
- 'Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin ve sizden olan ulû'l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Rasûlüne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.' (Nisa: 59.)
Tefsirlerde ihtilafların Allah'a arz edilmesinden maksadın Kur'an'a; Rasûle arz edilmesinden maksadın da sünnet ve hadislere müracaat edilmesi olduğu ifade edilmektedir.
- 'Kim Peygamber'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse, (bilsin ki) biz seni onlara bekçi göndermedik.' (Nisa: 80.)
Bu ayet-i kerime Allah'a itaatle Rasûle itaati bir bütün olarak emretmekte, Rasûle itaatin Allah'a itaat manasına geldiğine vurgu yapmaktadır. Rasûle itaatin, onun sünnet ve hadislerine müracaat olduğu ise aşikardır. Görülüyor ki bu ayette de 'aklınıza müracaat edin, sorgulayın' değil, 'itaat edin' emri vardır.
- Ahzab: 36'da Allah ve Rasûlü bir konuda hüküm verdiğinde, müminlere başka alternatif seçme yolu kapatılmaktadır. Bu ayet de gayet net bir şekilde Kur'an'ı, Hz. Peygamber'i (s.a.v.), Onun sünnet ve hadislerini sorgulamayı yasaklamaktadır.
- Ahzab: 56 ve 57. ayetler de Hz. Peygamber'e (s.a.v.) itaatin ne kadar hassas bir konu olduğunu; bundan yüz çevirmenin hem dünyada hem de ahirette lanet ve azabı celb edeceğini haber vermektedir:
'Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'e salat ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salat edin, selam edin. Şüphesiz Allah ve Rasûlünü incitenlere, Allah dünya ve ahirette lanet etmiş ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.'
- Â'raf: 157, Tevbe: 29 gibi ayetlerde ise Hz. Peygamber'in (s.a.v.) dinde hüküm koyma (teşri) görevi olduğu haber verilir ki bu da sünnet ve hadislerin bağlayıcılığı anlamına gelir.
- Allah'a teslimiyetin bir yönü, gerçek imanın bir alameti de Rasûle (s.a.v.) teslimiyettir:
'Biz her peygamberi sırf, Allah'ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah'ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.
Hayır! Rabbine and olsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.' (Nisa: 64 - 65.)
Bu ayetlere tekrar döneceğiz ama, bu bağlamda başka bir ayet-i kerimede de mealen şöyle buyrulmaktadır:
'… Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin…' (Haşr: 7)
Bu ayet-i kerimede de Hz. Peygamber'in (s.a.v.) İslam adına bütün getirdiklerinin alınması, yasaklarına uyulması emredilmekte, haşa dini sorgulayın denmemektedir.
Nisa: 64'te nefislerine zulmedip günahkar olanların Allah Rasûlüne başvurmaları, ondan bağışlanmaları için dua istemeleri, bunu yapanların tevbelerinin kabul edileceği ve merhamet olunacakları bildirilmektedir. Buradan Allah'a teslimiyetin Hz. Peygamber'e (s.a.v.) teslimiyetten geçtiğini anlamak zor değildir.
Nisa: 65'te ise müminlere ihtilaflı meselelerinde Hz. Peygamber'i (s.a.v.) hakem tayin etmeleri, onun verdiği hükme kalplerinde hiçbir darlık duymaksızın teslim olmaları emredilmektedir.
Hayattayken Rasûlüllah Efendimize müracaatın nasıl olacağı belliydi. Peki, ona vefatından sonra başvurmak nasıl olacaktır?
Şüphesiz ki bunun yolu onun sünnet ve hadislerine müracaat etmektir. Bunları baş tacı edip, ihtilafların çözümü için bunları kaynak almaktır. Bunu yapmayanların iman, itaat ve teslimiyetten bahsetmeleri boş ve asılsız bir iddia olur.
Ama ne hazindir ki, Kur'an'ı sorgulamaya kalkanların ilk yaptıkları iş, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) sünnet ve hadislerini devre dışı bırakıp delil kabul etmemektir. Bunu yapanlar, oryantalistlerin yoluna girip, iman ve İslam'dan uzaklaşma yolunu seçenlerdir. Elbette ki böylelerinin hidayet ve kurtuluşu -bu yoldan vazgeçmedikleri müddetçe- mümkün değildir. Bu ne büyük nasipsizlik ve bedbahtlıktır. Böylelerinin halini anlamak için şu ayet-i kerimenin manası üzerinde düşünmek yeterlidir:
'İnsanlardan öylesi de vardır ki, bir ilmi, bir yol göstericisi, aydınlatıcı bir kitabı olmadığı halde kibirlenerek insanları Allah'ın yolundan saptırmak için, Allah hakkında tartışmaya kalkar. Ona dünyada bir rezillik vardır. Ona kıyamet gününde de ateş azabını tattıracağız.' (Hac: 8- 9.)