İslâm’ı / Kur’ân’ı anlamada bâtınî / kalbî ilim yolunu anlatmaya bu yazımızda da devam ediyoruz. I- İSLÂM’I / KUR’ÂN’I ANLAMADA (İDRAKTE) KALBİN YERİ İslâm’ı / Kur’ân’ı anlayıp idrak etmede kalbin yerini kavrayabilmek için kalp-akıl münasebetine, aklın nasıl düşündüğüne ve kalbin idrak keyfiyetine temas etmek gerekir. Şimdi bunları kısaca izaha çalışalım.
İslam'ı / Kur'an'ı anlamada batınî / kalbî ilim yolunu anlatmaya bu yazımızda da devam ediyoruz.
I- İSLÂM'I / KUR'ÂN'I ANLAMADA (İDRAKTE) KALBİN YERİ
İslam'ı / Kur'an'ı anlayıp idrak etmede kalbin yerini kavrayabilmek için kalp-akıl münasebetine, aklın nasıl düşündüğüne ve kalbin idrak keyfiyetine temas etmek gerekir. Şimdi bunları kısaca izaha çalışalım.
1- Kalp - Akıl Münasebeti
Bir evvelki yazımızda da belirttiğimiz gibi insanda merkez nokta kalptir. Bunun manası hissedenin de, anlayanın da kalp olduğu gerçeğidir. Ancak 'anlama'da kalbin akılla bütünlük arz ettiği de unutulmamalıdır.
Evet, insanda hisseden, idrak eden, anlayan kalptir. Akıl idrak meselesinde kalbe bağlıdır. Kalple aklın bu münasebetini İslam alimleri çeşitli şekillerde izah ve ispat etmişlerdir. Yazımızın hacmi bu detaylara girmeye müsait değildir. Ama burada herkesin kolaylıkla anlayabileceği basit bir misal verebiliriz.
Mesela üzüntünün ve sevincin kaynağı kalptir. İnsan aşırı sevinç veya üzüntü hallerinde normal ve objektif düşünemez. Çünkü akıl, kalpteki o sevinç veya üzüntünün etkisi altındadır.
Duyguların akıl üzerindeki bu etkisine Kur'an ve Sünnet'ten birer örnek verelim.
Maide Suresi 8. Ayette şöyle buyurulur:
'Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın sizi adaletsizliğe itmesin…'
Demek ki kalpteki kin ve husumetin, beş duyu ile algılanan, tabiatıyla da objektif olunması gereken hususlarda adalete uygun bir şekilde şahitlik edilmesine engel olabilecek bir gücü vardır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:
'Bir şeyi çok sevmen seni kör ve sağır eder.' (Müsned, 36/24, h. no: 21694.)
İşte Kur'an ve Sünnet'ten bu iki örnek, bize aklın kalpteki duyguların etkisi altında kaldığı zamanlarda objektif düşünemeyebileceğini gösterir.
İnsanlar inandıkları, üstün tuttukları bir mefhumu kalplerine koyarlar. Akıl da o istikamette düşünmeye bir nevi mecbur kalır. Bu sebeple kişi hangi inanca sahipse, o inancın emrinde demektir. Evet, herkes bir inancın ve o inanca bağlı olarak geliştirdiği insan, kainat ve hayat görüşünün emrinde hareket eder. Ne var ki kişinin imanıyla aklı arasındaki bu münasebet, inancına arız olmuş bazı zafiyetler sebebiyle her zaman güçlü bir şekilde tezahür etmeyebilir.
Aklın kalbe bağlı olduğu gerçeğini, Hz. Ali'ye (r.a.) isnat edilen şu söz de desteklemektedir: 'Aklın menşei kalptir, ziyası ise dimağdadır.'
2- Akıl Nasıl Düşünür?
Aklın düşüncede kalbe bağlı olduğunu teyit eden bir gerçek de şudur:
Akıl düşünebilmek için zaman ve mekanla sınırlandırılmıştır. Yani zaman ve mekan şartları olmadan düşünemez. Buna göre düşünme hadisesi esasen düşünülen şeyin (objenin) zaman ve mekan şartlarında bir nevi resminin çekilmesi veya bu suretin zihinde canlandırılmasıyla olur.
Bu sebeple akıl Allahü Teala'nın ne olduğunu anlamaktan acizdir ve nakle, imana, bu imanın üslendiği kalbe muhtaçtır.
Allah zaman ve mekandan münezzeh olduğundan aklın ihata hudutları içinde idrak edilemez. Bundandır ki ariflerin büyüklerinden Muhyiddin-i Arabi 'Akıl Allah'ın ne olduğunu değil, ne olmadığını anlamaya yarar' demiştir. Mesela Allah cevher değildir, araz değildir, madde değildir. Şûra: 11'de buyurulduğu üzere 'Onun misli gibi bir şey yoktur.' Keza İhlas Suresinde (4. Ayet) geçtiği gibi 'Hiçbir şey Onun dengi değildir.'
Bu ayetlerin verdiği mesajların ışığında şunu deriz:
Kur'an ve Sünnet'ten çıkarılan akaid kuralları, mücerret akıl tarafından ortaya konamaz. Akıl bu açıdan da naklî delillere, Kur'an ve Sünnet'in tarif ettiği imana tabi olmak mecburiyetindedir. Mücerret akılcılığın dinde çıkmaza sürüklemesinin temel sebebi de budur.
3- Kalbin İdrak Keyfiyeti
İslam'ı ve Kur'an'ı anlamada, hakkı bulmada, sınırlandırılmamış idrak keyfiyeti kalbe aittir. Çünkü kalp aynı zamanda marifetullahın / Allah'ı bilmenin merkezidir. Kalp zaman ve mekanı aşar, tevhidin hakikatine yönelir. Bu kulvarda kalmak ve idrakindeki safiyeti korumak kaydıyla ona bir sınır yoktur. Onun için Allah'ı tanıyan, onu aklından ziyade kalbiyle tanır.
Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi bu kalp meşru ve müspet bir imanın emrinde olmalıdır. Bu da ancak vahiyle sabit olan tevhid itikadıdır. Buna göre tevhid mutlak manada ilmîliğin ve hakikatin kaynağıdır. Bundan dolayı da İslam'ın temelini teşkil eder.
Tevhidin ifade cümlesi 'La ilahe illallah Muhammedün Rasûlülah'tır. Bazı tahrifatçıların -genellikle de dinlerarası diyalogculuğa kapılanların- iddia ettiği gibi, sadece 'La ilahe illallah' demek, tevhid ehli olmak için yeterli olamaz. Kelime-yi tevhid 'La ilahe illallah' ve 'Muhammedün Rasûlüllah'tan meydana gelen bir bütündür; bu bütün hiçbir şekilde bölünme kabul etmez. 'La ilahe illallah'ı 'Muhammedün Rasûlüllah'tan bağımsız bir şekilde gündem etmek imanı parçalamak olur ki Nisa: 151 ve 152'de imanı parçalamanın vahim tehlikesine işaret edilmektedir. Keza 'Muhammedün Rasûlüllah'ı devre dışı bırakmak, 'La ilahe illallah'ı mücerret / felsefî akla havale etmek olur. Böyle bir yaklaşımın, vahiyle sabit yegane hak din olan İslam ölçülerince iman için kafi sayılması mümkün değildir.
Buradan tekrar kalbin idraki meselesine dönecek olursak, bir evvelki yazımızda Gazalî ve Geylanî'den aktardığımız ifadeler de müspet imanın emrindeki kalbe inen ilahî nurun, kalbin idrak kabiliyetini genişlettiğini, ihata gücünü artırdığını göstermektedir. Bu kalp, o ilahî nurun aydınlığıyla hakkı batıldan ayırır. Kalbe inen bu nurun akla aksetmesiyle akıl da aydınlanır. Onun da idrak kabiliyeti gelişir, o da meseleleri objektif bir şekilde tahlil etme, hak ve adalet ölçüleri içinde kalıp müspet sonuçlara varma kabiliyeti elde eder.
Bundandır ki İslam alimlerinin akılları, ortaya koydukları eserler vesilesiyle insanlığı ilim ve hikmetleriyle, basiret ve ferasetleriyle aydınlatmıştır. Çünkü onlar vahyin, başka bir ifadeyle nübüvvet nurunun uzantısı olan velayet nurunun rehberliğinde düşünürler. Buna müşahhas bir örnek Hüccetü'l İslam İmam Gazalî'dir. Gazalî gerek Yunan filozoflarının, gerek onların tesirinde kalan Farabî, İbn Sina, el- Kindî gibi İslam kökenli filozofların, gerekse de kendi zamanında yahut kendinden evvel yaşamış diğer batılı filozofların yanlışlarını ortaya koyarak; Pascal ve Descartes başta olmak üzere birçok batılı düşünürü ciddi manada etkilemiş; hatta batıda inanç esaslı düşünce ekolünün hakim olmasında etkili olmuştur.
Kalp, akıl ve idrak bütünlüğünü esas alarak tahrifatçıların 'İslam'ı / Kur'an'ı anlama' dedikleri şeyin ne olduğunu tezekkür ettiğimizde, onların bu keyfiyetten çok uzak olduklarını, salt akıl ve demagojik mantıkla yürüdüklerini çok rahat söyleyebiliriz. Bundandır ki tahrifatçılar hakkı bulamazlar; çünkü düşüncede çelişkiye düşmeden kurtulamazlar. Keza onlar idrakte merkezin kalp olduğunu, bu kalbin ilahî nurla aydınlanması lazım geldiğini de anlayamazlar.
II- İSLÂM'DA ÖĞRENİMİN İKİ YOLU
İmam Gazalî 'Ledün Risalesi' adlı eserinde insanların ilim tahsil etmelerinin iki yolu olduğunu, bunlardan birinin 'insanî öğrenim', diğerinin de 'Rabbanî öğrenim' olduğunu söyler.
İnsanî öğrenimin çalışıp gayret göstermekle gerçekleştiğini beyandan sonra, asıl olan 'Rabbanî öğrenim' üzerinde durur. Rabbanî öğrenimi de 'vahiy yolu' ve 'ilham yolu' olmak üzere ikiye ayırır, ilham yolu ile velayetin ilgisini kurarak, tasavvufun keyfiyetine işaret eder.
1- Vahiy Yoluyla Rabbanî Öğrenim
Gazalî vahiy yoluyla Rabbanî öğrenim konusunda şöyle der:
'Ruh kemale erdiği zaman, bazı hırs ve fani emeller gibi beşerî kirler yok olur. Böylece ruh, yüzünü asıl menşeine, yani Allahü Teala'ya çevirir, bütünüyle onun cömertliğine, inayetine ve nurunun feyzine güvenir.
Allahü Teala bu vasıfları haiz ruha, inayet ve rahmetinin en güzeliyle, tam olarak yönelir. Ona ilahî bir nazarla baktığı için, onu kendisine, adeta üzerine bütün ilimleri nakşettiği bir levha edinir. Böylece küllî akıl 'muallim', bu kutsî ruh da 'onun talebesi' olmuş olur. Bu sûretle kutsî ruh hiçbir taallüm ve tefekkür olmaksızın bütün ilimleri öğrenir. Allahü Teala'nın 'Sana bilmediklerini öğretti' (Nisa: 113.) şeklindeki beyanı bu gerçeği doğrular mahiyettedir.
O halde nebîlerin ilmi, diğer insanların ilmine nazaran daha üstündür. Çünkü onların ilmi hiçbir vesile ve vasıta olmaksızın, doğrudan doğruya Allahü Teala'dan hasıl olmuştur. (…)
Böylece akl-ı selîm olanlar indinde, kaynağını vahiyden alan gaybî ilmin, kesbedilen ilimden daha efdal, daha mükemmel olduğu anlaşıldı. (…)
O (Hz. Peygamber), insanî talim ve taallümle meşgul olmaksızın, ilimleri Rabbanî öğrenimle elde etmiş olduğundan, onun ilmi en mükemmel, en kuvvetli ve en üstün idi. Allahü Teala buna işaretle 'Ona müthiş kuvvetlere sahip olan öğretti' (Necm: 5.) buyurmuştur.' [1]
Bu ifadeler, peygamberlere mahsus olan nübüvvet ilminin onların kalplerine bizzat Allahü Teala tarafından indirildiğini anlatmaktadır.
2- İlhamla Rabbanî Öğrenim
Gazalî aynı eserinde ilham yoluyla Rabbanî öğrenim konusunda da şunları söyler:
'İlham, küllî ruhun, saflığına, kabiliyetine, istidadına göre insan ruhunu uyarmasıdır. O, vahyin kısmî bir yansımasıdır. Vahiy, gaybî hallerin ayan beyan tezahür etmesi olup, ilham ise gaybî şeylere kapalı bir tarzda işaret edilmesidir. Vahiyden hasıl olan ilme 'nebevî ilim', ilhamdan hasıl olan ilme de 'ledünnî ilim' denir. Ledün ilmi, gayb lambasından ışıyan latif, saf ve cilalı bir kalbe düşen ziya gibidir ki, Allahü Teala ile ruh arasında hiçbir vasıta olmaksızın elde edilir. (…)
Küllî aklın feyiz saçmasıyla 'vahiy', küllî ruhun aydınlatmasıyla da 'ilham' doğar. Öyleyse vahiy enbiyanın süsü, ilham evliyanın ziynetidir. Nasıl ki ruh akıldan, velî nebîden derece bakımından aşağı bir mevkide yer alır, ilham da vahye nispetle zayıf, rüyaya nispetle kuvvetlidir. Bütün bunların ışığında diyebiliriz ki, gerçek ilim, enbiya ve evliyanın ilmidir. (…)
Allahü Teala mûcizevî nitelikte olan vahiy kapısını kapatmış, hayatın idamesini kolaylaştırmak maksadıyla rahmetinin tecellisi olan ilham kapısını açık bırakmıştır. Böylece Allahü Teala lütfunu ve dilediği kimseleri hesapsız rızıklandırdığını anlamaları için kulları arasında dereceler takdir etmiştir.' [2]
Bu izahlardan da anlaşılıyor ki müminlerin Rabbanî öğrenimden nasipleri ilham yoluyladır. Bu yolla gelen ilme velayet ilmi veya ledünnî ilim de denir.
Rabbanî metodun ilham yolu, ancak nefis terbiyesi ve tezkiyesiyle, ibadetlerle, amelle, özellikle de zikrullah ve tefekkürle açılır. Böylece kul hikmetlerden, velayet nurundan, bir diğer ifadeyle ledün ilminden istifade etmiş olur; nasibince marifetullah ilmine ulaşır.
İşte bu yol, bu metod ve bu mücadele, tasavvufun konusudur. İmam Gazalî de bu gerçeği anlatıyor.
Kalbe nurun inmesine sebep olan tefekkürü, ibadetleri ve zikrullahı terk ederek, dinî meselelere mücerret / felsefî akılla yaklaşmak kişiyi marifetullah ilmine ulaştırmaz; Allah muhafaza sapkınlığa sürükler. Tahrifatçıların yolu bu açıdan da çıkmaz sokaktır.
III- İSLÂM'I / KUR'ÂN'I DOĞRU ANLAYABİLMENİN SAFHALARI
Bütün bu gerçeklerin ışığında İslam'ı anlamanın safhalarına da işaret edelim:
İslam'ı anlamanın ilim, amel ve hal olmak üzere üç safhası vardır.
İlim safhası gerek insanî ve gerekse Rabbanî öğrenimle kalbin aydınlanmasıdır. Kalbin bu aydınlığından akıl da nasibini alır. Böylece kalple akıl muvazeneli bir şekilde düşünüp ortaya bir idrak keyfiyeti koyarlar. İşte İslam'ı anlamanın ilim safhası budur.
Tahrifatçıların İslam'ı / Kur'an'ı anlama sürecindeki ilim safhaları ise sadece mücerret / felsefî akılla düşünmekten ibarettir. Bu düşünüş kalbi devreye koyacak çapta olmadığından hem nakıstır hem de yanlışlara açık bir vaziyettedir. Onun için buna ilim de denmez.
Amel safhası ise kalbe inen nurun aklı aydınlatması sonucu huşu ve huzur ile ibadet etmektir.
Tahrifatçıların bu manadaki amelle amil olmadıkları da yaygın bir kanaatle bilinmektedir.
Hal safhası ise kalpte meydana gelen ihlastır. İlim ve amelde temeli çürük olanların hal sahibi olmalarından yahut ihlaslarından bahsetmek de mümkün değildir.
Bazı kaynaklarda hadis olduğu bildirilen, bazılarının da hadis değil, büyüklerden sadır olan hikmetli bir söz, adeta bir 'kurtuluş formülü' olduğunu söylediği büyük bir gerçek şöyledir:
'İnsanlar helak oldu, ancak alimler kurtuldu. Âlimler de helak oldu, ancak ilmiyle amel edenler kurtuldu. İlmiyle amel edenler de helak oldu, ancak ihlas sahibi olanlar kurtuldu. İhlas sahibi olanlar da büyük bir tehlike içindedirler.' [3]
Bu büyük sözün kaynağını tartışmaya gerek yok. Çünkü bu sözün gerçekliğini Asr Suresi de anlatıyor:
'Asra yemin ederim ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.'
Tahrifatçılara hakikate (tabiatıyla da kurtuluşa) ermenin şartlarını açıklayan bu söz veçhesinden baktığımızda, acaba bu bedbahtların hakikat ve kurtuluş yolunda kat ettikleri bir arpa boyu mesafeleri var mıdır? Bu sorunun cevabını basiret sahibi okuyucularımıza bırakıyoruz.
IV- NETİCE
İslam'ı / Kur'an'ı anlamanın olmazsa olmaz iki şartı nedir dense herhalde cevabı şu olacaktır:
- Hz. Peygamber'i (s.a.v.) Kur'an ve İslam'ı anlamakta merkeze koymak,
- Kur'an - Sünnet bütünlüğünden asla ayrılmamak.
Yazımızı son bir noktaya dikkat çekerek tamamlayalım:
Hz. Peygamber (s.a.v.) 23 senelik nübüvvet döneminin sonlarına doğru eda ettiği Veda Haccında bilindiği gibi bir de Veda Hutbesi irad etmişti.
İhtiva ettiği ilkelerle gelmiş geçmiş en muhteşem insan hakları beyannamesi olan bu hutbenin sonunda, kendisini dinleyen yüz bini aşkın sahabisine sordu:
'Tebliğ ettim mi?'
Orada bulunan ve İslam'ın nurunu dünyaya yayacak olan devasa kalabalık cevap verdi:
'Tebliğ ettin ey Allah'ın Rasûlü!'
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bu cevaba Allahü Teala'yı şahit tutarak 'Şahit ol Ya Rab! Şahit ol Ya Rab! Şahit ol Ya Rab!' buyurdu.
İşte bu hadise tahrifatçıların iddialarının tam tersine, dinin gereği gibi tebliğ edildiğini ve tabiatıyla da İslam'ın / Kur'an'ın murad-ı ilahiye uygun bir şekilde anlaşıldığını göstermektedir.
O halde 'Kur'an bugüne kadar anlaşılamadı, onu ilk defa biz anladık ve anlatıyoruz' şeklindeki hezeyanlarıyla tahrifatçıların ne kadar trajikomik bir hale düştükleri ortadadır.
[1] İmam Gazali, er- Risaletü'l Ledünniye / Ledün Risalesi, Tercüme: Serkan Özburun, Yusuf Özkan Özburun, Semerkant Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 2007, s: 53-61.
[2] Ledün Risalesi, s: 61-67.
[3] İhya, c: 4, s: 330.