TACCUP edilecek bir hâli vardı.
Hangi topluma girse bu farklılığı ile dikkat çeker nazarları kendine doğru çevirtirdi.
Kirli uzun saçları vardı. Uzun aralıklarla yıkandığını da yıpranmışlığından anlamak mümkündü.
Boyu uzundu ve bedenen zayıftı. Sanki hiç yemek yemiyor gibiydi. Elleri büyük ve parmakları ince uzundu. Tırnaklarıysa fark edilecek kadar temiz ve parlaktı.
Elinde çobanların değneğine benzer bir asa vardı ve yürürken sırtına koyup iki kolu arasından geçirerek destek alıyordu. Belli ki, yürürken zorlanıyordu.
Bizlerse bir duvar altında tabureler üzerinde kümelenmiş lafı lafa ekleyip esip savuruyorduk.
Bize doğru bakıp muzip bir tebessüm bırakarak savuşup giderken “Ben yoldan gönüllü çıktım” cümlesini duydum.
İrkildim tabi.
Hatta diğer arkadaşlarda şaşırmışlar ama üzerinde durmamayı tercih etmişlerdi.
…
İLK gördüğüm anda peşinden gidip tanış olmadığıma çok üzüldüm.
İçime dert oldu desem yalan olmaz.
Gece boyu bu cümle zihnimi zonklatıp durdu.
Uykum firar etti.
Kendimce bu cümleyi bir yere koymaya çalıştım ama bunu da başaramadım.
…
ÜZERİME almak istemedim söylenen sözün mânâsını.
Ama ben böyle yaptıkça sözün ağırlığı kendini daha fazla hissettiriyordu kalbimde.
Ne kadar kaçabilsem o kadar kaçacaktım.
Henüz bu cümleyle yüzleşebilecek cesareti kendimde bulamıyordum.
Dürüstlüğü de tabi…
…
HİLEMİZ kendimize.
Cevri cefamız da öyle.
Üzerimize vazife olmayan ne kadar mevzu varsa içine balıklama dalmakta en minik bir tereddüt göstermezken esas yüzleşmemiz lazım gelen hususlarda avare dolaşmayı tercih ediyoruz.
Başımızı kuma gömmekte mahiriz.
Ne deve olabiliyoruz bu sebeple ne de kuş olup uçabiliyoruz.
Fasit dairede gözleri bağlı bir beygirden farksız biçimde kendi etrafımızda dönenip duruyoruz.
Sonra da adamlıktan bahsediyoruz.
İlimden dem vuruyoruz, irfaniyet mertebelerinde güya seyran ediyoruz.
Harman savurur gibi malumat savuruyoruz.
Ama o garip adamın yanımızdan öylesine geçip giderken bıraktığı bir cümlenin altında debelenip duruyoruz.
…
KUR’AN-I KERİM’İN sahih bir öğrencisi saymamıza rağmen her birimiz kendimizi O’nun bize verdiği ahlakın sınırları dışına çıkarak kabahati yüklenmiyoruz.
Sorumluluğumuzu almıyoruz.
Ruhen rüşte ulaşmadığımızın bir delili sayabileceğimiz bir tutum olarak her türlü kusuru kadere yüklüyoruz. Talihe havale ediyoruz. Feleğe çatıp duruyoruz.
Daha da olmazla elimizde şeytan ve nefis kartı var. Hemen onu oyun sahasına sürüyor ve kendimizi pirüpak kılıyoruz.
Bizim hiç suçumuz yok.
En küçük bir kabahatimiz bulunmuyor.
Evet, bir şeyler yapıyoruz ama hele sor neden yapıyoruz modunda olmayı seviyoruz.
Biz tertemiziz, herkes kirli.
Biz daima haklıyız, başkaları haksız.
Biz allameyiz, dışımızdakiler cahilin cahili.
İşte bu sebeple oluyor her ne oluyorsa. Zorlamasalar, sabır taşımızı çatlatmasalar hiç yapar mıydık şunca olumsuzluğu…
…
HİÇ öyle değil aslında.
Hepimiz ne herzeler yediğimizi ne çamlar devirdiğimizi gayet iyi biliyoruz esasen.
Şeytanın bir yaptırım gücünün olmadığını da yüce kitabımız bize bildirmiş olmasına rağmen bile bile bu yalanın gölgesine sığınıyoruz.
Yalanın gölgesi korur mu insanı, korumuyor.
Ama biz böyle görmek istiyoruz. Buna inanmaya meylediyoruz.
O garip adamın gösterdiği cesaretin azcık bir kısmını ödünç alıp ortaya çıkarak “Ben yoldan gönüllü çıktım” diyemiyoruz.
Peki, kim inanır buna!
Biz inanıyor muyuz gerçekten?
Ya Selâm!