NARSİZMİN zirvelerinde dolaşıyordu. Küçük yaşlarından itibaren egosu özenle beslenip büyütülmüş büyük hayallerin kahramanı olarak yetiştirilmişti.
NARSİZMİN zirvelerinde dolaşıyordu.
Küçük yaşlarından itibaren egosu özenle beslenip büyütülmüş büyük hayallerin kahramanı olarak yetiştirilmişti.
Evlatlarını her evlattan daha önemli ve daha özel görüyorlar ve buna göre yüklemeler yapıyorlardı.
Sonunda olan oldu ve ilk darbeyi onlar yedi.
Ateş önce kendisini tutan eli yakmıştı. Esasen bunda çok şaşılacak bir şey yoktu.
Ebeveyninden empati yani başkalarının duygularını hesap ederek yaşamayı öğrenmemişti. Tamamen çıkara dayalı bir hayat öngörüsü sunduklarından egosu büyüdükçe büyümüştü.
Kendisini aşırı derecede seviyor başkalarından daha da fazlasını bekliyor, alamadığında ise zor kullanıyor değişik baskı yöntemlerini devreye sokmaktan asla geri durmuyordu.
Bekleyip istediği eşitler arası bir iletişim, bir ilişki değildi.
Zihninde meseleyi büyük / küçük, efendi / köle şeklinde tanımlıyordu.
Kendisi efendi olduğuna göre köleler elbette köleliğini bilecek hizmette kusur etmeyecekler hatta kendisi dilemeden ne istediği anlaşılacak ve süratle yerine getirilecekti.
…
SÜREKLİ güçlük çıkarıyordu.
Her işi yokuşa sürmekte üzerine yoktu.
Teşekkür duygusu ise hiç gelişmediğinden asla kimseye minnet duymuyordu.
Yapılanlar zaten yapılması mecburi olan şeylerdi.
O halde teşekküre gerek yoktu ve mümkünse sürekli eksik gedik bulunarak muhatapların kendilerini suçlu, kabahatli, eksik ve yetersiz bulmaları sağlanıyordu.
Zamanla bu kişilere yine kendisinin uygun gördüğü oranda acıma duygusu geliştiriyor, ipleri biraz gevşetiyor ve 'Ne kadar da merhametliyim, görüyor musun?' diyerek tatmin yoluna gidiyordu.
…
ŞAŞILACAK bir şey vardı ki, zaman zaman aşırı bir mütevazılık içine giriyordu.
Muhtemelen bu bir duygu dalgalanmasıydı.
Yine aynı şekilde kimi vakitler iyi görünmek ve merhametli olarak bilinmek için elinden geleni ardına koymuyordu.
Cömertliği tutuyor saçıp savuruyordu.
Sonra ne oluyorsa oluyor tekrar eski haline dönüveriyordu.
Hatta daha da katı bir tutuma bürünüyordu.
…
ARADAN yıllar geçti, yaş ilerledi, saç ve sakallarına beyazlar yürüdü.
Yaptıkları artık onu mutlu etmiyordu.
Belki de yorulmuştu.
Hayatı salmış, önüne geldiği gibi yaşıyor kimselerle dalaşmıyor, arıza çıkarmıyordu.
Bunu sürdürebilmek için ise olanı biteni görmezden gelmeyi yeğliyordu.
…
SONRALARI yaptığı iyilikleri abartarak çevresine anlatmaya başlamıştı.
Bu yönde iltifatlar almak istiyor bunu tam elde edemediği zaman ise çok kırılıyor, içine kapanıyor, günlerce insan içine çıkmamayı tercih ediyordu.
Kendisinin ne kadar merhametli ve yardımsever olduğunun idrak edilememiş olmasına kahroluyordu.
Bu döngü onu daha fazla anlatmaya itiyor ama aldığı acı netice değişmiyordu.
Artık fasit bir dairenin içine hapsolmuştu.
Bir türlü çemberi kıramadığından öfke ile kırgınlık arasında hızlı dönüşler yapıyordu.
Çözümsüzlüğe kilitlenmişti. Acıya yalnızlığa hüküm giymiş gibiydi.
…
SESSİZLİK orucuna başladı sonra.
Kimseyle konuşmuyor sadece dinlemeyi tercih ediyordu.
Akşam eve döndüğünde işittiklerini zihninden geçiriyor kendince bir tasnife tabi tutuyordu.
Demek ki, içinde vicdan kırıntıları kalmıştı.
Acımak olarak tanımladığı merhamet üzerine yeni bilgiler elde etmek istiyor harıl harıl okuyor ve notlar alıyordu.
İçsel bir dönüşüm yaşadığı aşikardı.
Bir gün sosyal medya üzerinde dolaşırken bir hoca hanımın merhamet üzerine konferans vereceği bilgisini gördüğünde sevindi.
İlk gidenlerdendi. Bir kenara ilişip oturdu.
Salon dolduktan sonra hatibe kürsüye çıktı ve selamlama faslından sonra şöyle dedi:
'Acımak değil acıtmamaktır merhamet!'
Yıllarca kendisinin savunduğu tezin tam tersiydi söylenen ama doğduydu.
Birden yerinden kalktı ve kendini sokaklara vurdu.
Ne zaman döndü, döndü mü, sonrasında ne yaptı bilinmiyor.
Ya Selam!