Barla, Kur’ân’ın muhteşem bir tefsiri olan Risale-i Nur
Külliyatının ilk defa tefsir edilmeye başlandığı beldedir.
Bediüzzaman Hazretlerinin, dâvâsını kimseye aktaramasın, sesi
soluğu kesilip silinip gitsin diye sürgün edildiği bu belde İslam
tarihinin geleceğine damgasını vuracak olan büyük bir dirilişin
filizlenmeye başladığı bir yerdir. Üstadın hayatında dönüm
noktalarından biri olan ve cihanı ışığıyla aydınlatacak eserlerin
yazılmaya başlandığı bu belde külliyatta şöyle anlatılır:
“Barla, ehl-i îmânın mânevî imdâdına gönderilen RİSÂLE-İ NUR
külliyatının telif edilmeye başlandığı ilk merkezdir. Barla,
millet-i İslâmiyenin, husûsan Anadolu halkının başına gelen
dehşetli bir dalâlet ve dinsizlik cereyânına karşı, Kur’ân’dan
gelen bir hidâyet nûrunun, bir sâadet güneşinin tulû ettiği
beldedir. Barla, rahmet-i ilâhiyenin, ve ihsân-ı Rabbânînin ve
lûtf-u Yezdânînin bu mübârek Anadolu hakkında, bu kahraman islâm
milletinin evlâtları ve âlem-i islâm hakkında, hayat ve
mematlarının, ebedî sâadetlerinin medârı olan eserlerin lemeân
ettiği bahtiyar yerdir.
Bediüzzaman, Barla nâhiyesinde dâimî ve çok şiddetli bir tarassut
altında bulunduruluyordu. Barla’ya sürgün sebebi ise, kalabalık
şehirlerden uzaklaştırıp, böyle ücrâ bir köye atılarak, rûhunda
mevcut hamiyet-i İslâmiyenin feverân etmesine mâni olmak, onu
konuşturmamak, söyletmemek, İslâmî, îmanî eserler yazdırmamak, âtıl
bir vaziyete düşürüp dinsizlerle mücâhededen ve Kur’ân’a hizmetten
menetmek idi. Bediüzzaman ise, bu plânın tamamen aksine hareket
etmekte muvaffak oldu; bir an bile boş durmadan, Barla gibi tenha
bir yerde Kur’ân ve îman hakikatlerini ders veren Risâle-i Nur
eserlerini telif ederek, perde altında neşrini temin etti. Bu
muvaffakiyet ve muzafferiyet ise, çok muazzam bir galibiyet idi.
Zîra, o pek dehşetli dinsizlik devrinde, hakîki bir tek dînî eser
bile yazdırılmıyordu. Din adamları susturulup, yok edilmeye
çalışılıyordu. Din Düşmanları, Bediüzzaman’ı yok edememişler,
uyuşmuş kalp ve akılları ihtizâza getiren İslâmî ve îmanî
neşriyatına mâni olamamışlardı. Bediüzzaman’ın yaptığı bu dinî
neşriyat, yirmibeş senelik eşedd-i zulüm ve istibdâd-ı mutlak
devrinde hiçbir zâtın yapamadığı bir iş idi.”
Gönüllerinde ummanları mevcelendiren kişilerin sürgünleri kuş uçmaz
kervan geçmez dağ başları, ya da ıssız bir kasaba olmuş neyi ifade
eder! O, atıldığı zindanlardan dünyaya seslenmiş, sürgün edildiği
Barla dağlarından cihana haykırmıştır.
O’nun ızdıraplarını yüreklerinde hissedenler, feryatlarına kulak
verenler ruh dünyaları karbonlaşmış, maddenin çölleşmiş bağrında
susuzluktan dudakları çatlamış, su diye çok seraba koşmuş günümüz
nesillerinin imdadına Kur’ân’ın ummanlaşan çağlayanlarından
kevserler sundular. Üstadın talebelerinden Zübeyr Gündüzalp, ömrünü
iman hizmetine adamış, gençliğin geleceği adına hayatını feda etmiş
fedakâr ruhlardan biriydi. Çıktığı mahkemelerde hâkimin “gençlerle
niçin bu kadar ilgilisin” sorusuna: ”Teessür ve ızdırap karşısında
kalpten bir parça kopacak olsaydı o kalbin bir genç dinsiz olmuş
sözü karşısında atom zerratı adedince paramparça olması lâzım
gelirdi” cevabıyla hâkimi afallatıyor, kâtibe “oku bakayım kızım ne
dedi” dedirtecek kadar nüans detaylarının kılcallarına nüfûz edip
en derin mânâ buketleri derleyerek gençliğin geleceğiyle
ilgileniyordu. Gençliğin karanlık geleceğini imanın sonsuz ışığıyla
aydınlatmaya çalışıyordu:
“Gençlik, bir güldür. Güle su verilmezse söner, solar ve belki de
gittikçe kurur. Aynen öyle de, gençliğin âb-ı hayatı, imandır.
Gençliği manen maddeten saadet içinde yaşatacak, hem dünyasını hem
ahiretinimes’ut edecek çare, iman derslerine devam etmektir.”
Üstadın diğer talebelerinin Zübeyr abi hakkındaki şu tespitleri de
O’nun büyüklüğünün şahidi:
"Zübeyir Ağabeyin gayreti erişilmez mertebede idi. Bizim
anlayamadığımız meselelere o çok ehemmiyetle eğilirdi. Meselâ
İttihad gazetesi çıktığında Zübeyir Ağabey Galata köprüsünde gazete
satmıştı. Ankara'ya geldiğinde 'Niye böyle yapıyorsun? Sen gazeteci
mi oldun? Ne lüzum var da gazete ile meşgul oluyorsun? Bunlarla
çocuklar meşgul olur, sen çocuk musun? v.s.' Haddim olmayarak
darılmıştım. Çok üzüldü. 'Haklısın, ama Üstadı ve Risale-i Nur'u ne
ile tanıtacağız? Üstadımız bizlere gazete okutturmuyor mu idi?
Üstad sağcı neşriyatı takip etmiyor mu idi? Gazeteciliğin on
seyyiesi olursa, yüz hasenesi olur. Bu iyi bir meslek değil,
gazetecilikte insan kendisini harcar, çok zor bir meslek. Ben
bunlara mani olamam. Üstadı dünyaya ilân edeceğim, dünyaya
tanıtacağım diye bu tehlikeye atılıyorlar. Bizler aleyhinde
olmayalım. Ben bunları teşvik için gazete sattım' demişti."
Üstadın ahirete intikalinden sonra kaleme aldığı Kur’ân
hakikatlerinin yeryüzünde bayraklaşmasına öncülük edenlere bir
güçlü hatip katıldı. Dava arkadaşı Habib Hoca’ya “Gel, Habib Hocam
sen de ben de evlenmeyelim. Milletin evlâdı evlâdımız olsun”
diyecek kadar dünyayı aşmış bir fedakârlık âbidesi Fethullah Gülen
Hoca Efendi, dünyanın dörtbir tarafına yetiştirdiği gönüllüler
ordusunu gönderip yeryüzünün gül bahçesine dönüşmesine öncülük
ediyor.
Üstadın Barla hayatı, dünyanın maddî-manevî yeniden şekillenmesinin
fikrî yönden öncülüğünü yapacak olan Risale-i Nur Külliyatının
yazılmaya başlandığı yer olması açısından oldukça önemlidir. İlim,
ihlâs, fedakârlık, mahviyet, cesaret, kahramanlık, şecaat, ulviyet,
hamiyet..gibi bir insanda toplanması fevkalâde zor olan onlarca
hissiyatın bir tek zatta toplanması Bediüzzaman’ın davasının
tesirinin bütün dünyayı sarmasının en önemli vesilesidir. O’nun
ruhundaki lâvlar yüce dağlardakine benzer, gönlünde mevcelenen
duygular okyanuslara denktir.