"İleride, ehl-i kitap ve diğer milletler, tıpkı aç kimsenin
sofranın başına koştuğu gibi sizin üzerinize üşüşecekler; üşüşüp
ağzınızdaki lokmaları almak isteyecekler’. Sahabi sorar: ‘O gün
bizim azlığımızdan mı böyle olacak Ya Rasûlallah!? Allah
Rasûlü(sav):’Hayır; bilakis siz o gün fevkalâde çok olacaksınız;
ama Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı olan mehabeti
çıkaracak; (yani hasımlarınız nazarında saygısız hale gelecek,
emniyet telkin edemeyecek ve ağırlığınızı hissettiremeyeceksiniz).
Aynı zamanda Allah(cc) sizin kalbinize vehn koyacak’ buyurdular.
Sahabi yine sorar:’Vehn nedir Ya Rasûlallah? Efendimiz(sav): Vehn,
dünya sevgisi, dünyayı birinci plânda ele alma ve ölümden
ürkmektir’ buyurdular.”
Çanakkale, kıskaca alınmış yoksul ve mağdur bir milletin kükreyiş
destanıdır. Gırtlağına sarılmış yedi düvele karşı kahramanca
silkinme ve haykırma hamlesidir. Kin ve öfke kusan çelik
medeniyetinin gülle yağdıran top ve tüfeklerine karşı iman dolu
göğsünü siper ederek vatanının bir karış toprağına canını feda etme
şahlanışıdır. Barışın temsilcilerinin, yeryüzünü kana bulayanlara
gönüllerinin bahçelerinden derledikleri efsunlu sevgi çiçeklerini
sunma centilmenliğidir. Kin ve öfkelerini kustukları yeryüzünü
yaşanmaz hâle getirenlerin Çanakkale’den alacakları çok ibret dersi
vardır. Onun için Çanakkale bir savaştan ziyade diriliş destanı
olarak tarihin hafızasına altın harflerle kazınmıştır. Ecdadımızın
savaşta düşmanına gösterdiği mürüvveti biz barışta birbirimize
gösterebilirsek, dünyayı mutlu insanların el ele vererek
güzellikleri paylaştıkları hâle dönüştürmek hiç de zor
olmayacaktır.
17. asrın sonlarına kadar cephelerde mağlubiyet yüzü görmeyen
Osmanlı Devleti, bu ve önceki asırlarda Avrupa’da meydana gelen
muazzam değişmeleri gerektiği ölçüde kavramış değildi. Bu yüzden,
daima hakir gördüğü bir dünyadan bozgunla neticelenen ilk darbeyi
yediği zaman, mağlubiyetin sebeplerini tam olarak kavrayamamıştı.
Fakat, uzun, devamlı ve yıpratıcı harplerden yorgun, perişan,
ümitsiz ve bitkin bir hâlde lâle devrine giren Osmanlı Devleti
adamları, artık garbın üstünlüğünü, hiç olmazsa müphem bir şekilde
muayyen sahalarda kabul ediyorlardı. Osmanlı’nın Garp karşısındaki
tavrı, yıllar geçtikçe hayrete, hayranlığa, aşağılık duygusuna ve
neticede taklide ve yönlendirilmeye müncer oldu.
Sanayi inkılâbıyla hızla kalkınmaya başlayan batılı ülkeler, zengin
petrol yataklarına sahip Osmanlı topraklarına göz dikmişlerdi.
Avrupa’da kömür ve demir madenleri bol olmasına rağmen buharlı
dönem makinelerinin işlemesine yarayacak petrolden yoksun olmaları
onların hırslarının kabarmasına sebep oluyordu. Haçlı seferleriyle
toslayıp yıkamadıkları devlet-i âliye’yi tarihe gömmek için bundan
daha güzel fırsat olamazdı. Sanayi devrimini ıskalamış, siyasî
çalkantılarla ve ekonomik krizlerle zayıflamış, cehaletin musallat
ettiği bağnazlıkla yenileşme ve değişimden nasibini alamamış mağdur
bir devlet, müstehak olduğu şefkat tokadıyla bağrına 250 bin
şehidini gömüyordu. Bu topraklardan belki bir gün yeniden diriliş
goncaları fışkıracaksa, muhakkak ki o gün toprağın bağrına dökülen
o tohumların ruh dünyamızdaki mânâ iklimini yeşertmesiyle
olacaktır.
Haçlı seferlerinden sonra ilk olarak Ortadoğu'ya askerî bir seferi
‘Napoleon Bonaparte’ başlatır. Yıllarca kaldığı Hindistan’ı
İngilizlere kaptırmanın acısıyla Mısır’ı 1798’de işgal eden Fransa,
kalıcı bir başarı elde edemeyip 1801’de geri çekilmek zorunda
kalmakla birlikte, meydana getirdiği sonuç oldukça önemliydi. Artık
batılı herhangi bir devletin, ordusuyla Osmanlı devletinin
topraklarını kolayca işgal edebileceği ortaya çıkmış, Osmanlı’nın
buna karşı koyacak gücü olmadığı anlaşılmıştı. Böylece Avrupalı’nın
zihnindeki ‘Türk yenilmez’ imajı darbe almıştı. Demek ki
Osmanlı’nın hârim-i ismetine girilebilirdi. Bu iştahla
Avustralya’dan Kanada’ya kadar dünyanın çeşitli ülkelerinden paralı
askerler toplayan ve onları sömürgelerindeki yüzbinlerce Müslüman
insanı “Osmanlı Sultanı zor durumda. Yardıma gitmezsek esir
düşebilir” diyerek kandıran İngilizler, yanlarına Fransız ve
İtalyanları da alarak Osmanlı’ya hışımla saldırıyorlardı.
Çanakkale, bir ölüm kalım savaşıdır. Trablusgarp ve Balkan
savaşlarında darbe almış bir milletin “Ya istiklâl ya ölüm”
düşüncesiyle şahlanışıdır. Çanakkale, İngiliz’in, Rus’un, Yunan’ın
kabaran hırslarının kursaklarına gömüldüğü yerdir. Batılı ülkeler
‘hasta adam’ teşhisini koydukları Osmanlı’nın tarihe gömülüşünü
dört gözle bekliyorlardı. Son darbeyi vurup, bir an önce zengin
mirasını paylaşmak heyecanı içinde idiler. Çanakkale’den sonra
saldırının şekli değişmiş, cepheden değil içten, açıktan değil
gizliden, mertçe değil sinsice ve alçakça yöntemlerle cihan devleti
çökertilmeye çalışılmıştır. İslam dünyası, bilhassa Batı ve Kuzey
cephelerinden gelen saldırıları hep haçlı seferleri olarak görmüş
ve Âdeta buna hak verircesine, 1917’de Kudüs’e diren İngiliz
orduları komutanı General Allenby “Haçlı seferleri şimdi bitti”
derken, Şam’a giren Fransız komutan ise Selâhaddin-i Eyyubi’nin
türbesinde “Selâhaddin işte geri döndük” diye söylenmiştir.
Batı’lının bu sinsi plânı maalesef tutmuş, asırlarca göğsünü
düşmana karşı siper edenler, adları Ayşe, Fatma olan evlâtlarının
Robert’ler, Mary’ler olarak yetişmesine engel olamamışlardır.
Osmanlı, sanayi devrimini, torunları da yüksek teknoloji ve kültür
devrimini ıskaladığı için medeniyet treninin lokomotifi Batı’lı
sergerdanlara kaptırılmış ve ne acıdır ki, yeryüzünde yaşanan
felâketlerin feryadı, mazlum milletlerin âhı kara bulutlar gibi
dünyamızı çepeçevre sarmıştır. Yeni bir “Çanakkale Ruhu” belki de
insanlığın kurtuluş şafağı olacaktır.