BAŞ misafir oydu ve bu hiç değişmiyordu.

Geniş girişin sonunda eskilerden kalma kocaman bir ocak bulunuyordu. Tandır şeklindeki bu yer artık kullanılmadığında içine kuzine soba yerleştirilmişti, hizmetleri o görüyordu.

Bu soba elbette işlevleri sebebiyle bu evin vazgeçilmeziydi ama diğer işlemeli, sandığa benzer, kilitli kutu neden bu kadar mühim ve neden diğer köşede baş olmayı hak ediyordu?

Her gün şunca yaşına bakmadan erinmiyor, yorgunluk hissetmiyor ve onu itina ile siliyordu.

Hatta birkaç defasında onunla konuşuyorken yakalamıştım kendisini.

Senli benli cümleler kuruyor bazen de sitemkâr göndermelerde bulunuyor ama asla hürmet sınırını aşmıyor ve gönlünü almasını da biliyordu.

“Sen olmasan ne yaparım” sözünün cansız olarak görülen bir kutuya söylenmesi biraz tuhaf kaçmaz mıydı? “İyi ki, varsın yoksa ben şu yorulmuş kalbimle şunca acıya nasıl dayanıp takat getirebilirdim” cümlesi de aynı şekilde “Burada ne işler dönüyor böyle?” dedirtecek cinsten değil mi?

Dışarıda haşarının önde gideni olarak bilinen, yapıştım mı bir daha kolay kolay bırakmadığım için şahsıma “Çengel sakızı” yakıştırması yapılan ben ele avuca sığmadığım o erken ergenlik yaşlarında nedense “Kiraz Nene”nin büyülü evine yaklaştığımda tüm süngülerimi içeriye çekiyor ve âdeta kendime susturucu takıyordum.

Yine öylesi bir gündü.

Ayak parmaklarımın üzerinde yürüyerek kanat sesi duyulmayan bir kelebek sessizliğinde içeriye süzülmüştüm. Konuşuyordu yine o irice sayılabilecek kutusuyla. Kulaklarımı tüm hassasiyet ayarlarını gözden geçirerek kabarttığımda “Sen gidersen benim başka kimim var?” cümlesini işitip sıtma gibi bir iç titreme seansına tutulmuştum.

Yüreğime işledi bu cümle…

Yıllarca kimselere diyemeden taşıdım.

Yaşım ilerleyip bu toprakların asumana salınan sevinç ve acıları olan türkülere aşina olmaya başladığımda bir Diyarbakır türküsünde karşıma çıkmış ve iflahımı kesmişti. Öldürüp, bitirip, eritip kül eden bu türkünün etkisinden ayılmak hiç de kolay olmuyordu tabi.

Nice sonra babam İstanbul’a gelip birlikte yaşamaya başladığımızda bu durumu sorup teyit ettirmek istemiş ve biraz da ketumluğunu aşmak için zorlamıştım.

Anladığım kadarıyla “Sır” olarak düşündüğü için büyükannesinin bu hatırasını dillendirmekten kaçınmıştı.

Ama zor oyunu bozmuştu.

TÜY kutusu olduğunu öğrendiğimde şaşakaldım. “Bu muydu yani” dediğimi hatırlıyorum.

Tüm özen, hürmet, dertleşme, sitem ve ardından sever gibi okşamalar tüy için miydi?

Bu mu hepsi?

DEĞİLDİ.

Meğer topladığı ve kutuya sakladığı bu tüylerle kendi nefsine mesajlar veriyormuş Kiraz Nine.

“Tüy gibi hafif ol” diyormuş kendine.

Ağırlığın olmasın.

Kendine de başkalarına da…

Acısı giderek artacak yaralar açma kimseye.

İncitme.

Söylediğin sözlerinin anlam yükü ağır olmasın…

Davranışların mesaj yükü taşınamaz olmasın.

Tüy gibi olsun.

Öyle hafif, öyle ince ve zarif.

Onunla kurduğu ünsiyetin temel sebebi kendine nasihat etme fırsatı sunmasıymış.

AĞIRLAŞAN dünyanın giderek daha da ağırlaşan insanları olarak bu gibi eski örnekler belki bize gerçeklikten uzakmış gibi gelebilir.

Bana kötü davrananın, ağır laflar edenin karşısında fazlasını bende söylerim, feriştahı gelse mâni olamaz şeklinde düşünüyor olabiliriz.

Tersine bir tutumu eziklik sayabiliriz. Yetersizlik olarak değerlendirebiliriz.

Kendimizi sanki sünepe duygulara kaptırmış sayabiliriz.

Tüm bu ve başka sebeplerle en iyi savunma saldırıdır ilkesini benimsiyor bulunabiliriz ama bu hâl bizi yormadı mı?

Biraz insanlıktan çıkarmadı mı? Dünyayı yaşanamaz seviyelere taşımadı mı?

Hepimizin rahatlamaya, sükûnete, hafiflemeye ihtiyacı var.

Tüy gibi olmaya yani.

Bir sandığımız, kutumuz olmayabilir, tamam ama içimizde o duyguyu yaşatamaz mıyız?

Ya Selam.