Türkiye’de kültür erozyonu sorunu-5
Yani olayı özetleyecek olursak, şapka takan, içki içen, frank giyen, papyon takan, operaya ve baleye giden, klasik müzik dinleyen Batılılar gibi olan çağdaş, aydın, ilerici ve makbul vatandaş; bunlar gibi olmayan, yaşamayan, dindar ve Türk geleneklerine ve töresine uygun yaşayanlar ikinci sınıf vatandaş olarak görüldü, tehdit gibi algılandı, ötelendiler ve ayrıştırıldılar. Nikahsız birliktelikler, evlilik dışı ilişkiler normal olarak karşılandı, özgürlük alanı olarak görüldü. Sigara, içki, kumar, fuhuş, uyuşturucu kullanımı yaygınlaştı. İşte bütün bu anlattıklarımızın adı kültür erozyonu, kültürel çözülme, toplumsal yozlaşma ve ahlaki dejenerasyondur. Burada anlatılmak istenen şudur. Batı kültürünün, Batı yaşam tarzının yasaklanması değildir. Bu özgürlüklere ve yaşam tarzına müdahale olacaktır. Yanlış uygulama ve politikalardaki vahim hata ve kara cehalet; çağdaşlığın, modernliğin, ilericiliğin yaşam tarzında, kılık kıyafette görülmesi ve resmi ideololoji tarafından yoğun desteklenerek İslam medeniyeti ile Türk kültür ve töresinin ve buna dair unsurların engellenmesidir. Çağdaşlık, ilericilik, modernlik dış görünüşte, kılık kıyafette, baş açıklıkta ve Batılılar gibi yaşamakta değil; akılda, mantıkta, bilimde, çalışmakta, doğrulukta, namusta, ahlakta, onurda ve kafanın içindedir. Ayrıca her alanda ilerlemenin yolu da Milli kültürüne sahip çıkmaktan, gelenekle moderniteyi birleştirmekten, özüne, köküne, ruhuna sahip çıkmaktan geçmektedir. Başka kültürleri taklit etmekten değil! Kutsiyetine, değerlerine ve Milli kültürüne sahip çıkamayan bir millet, ne kadar ilerler ve gelişirse gelişsin, erimeye ve yok olmaya, taklit ettiği kültür ve milletlerin uydusu ve uşağı olmaya, onların boyunduruğu altına girmeye mahkum olacaktır.
Mimari alanda da sahip olduğumuz değerlere sahip çıkamadık. Tarihi ve kültürel eserleri koruyamadık. Klasik Selçuklu ve Osmanlı mimarisini hem koruyup hem de üzerine yeni şeyler koyarak geliştiremedik, köklerinden beslenen aynı zamanda teknolojiyi kullanan, yeni teknikler uygulayarak özgün ve modern bir Cumhuriyet mimarisi ortaya çıkartamadık. Mimar Sinan’ın eserlerinden 450 sene önce yapılan Süleymaniye Camiinin restorasyonunda bir not bulundu. Bu not tam 450 sene öncesine ait, bugüne ışık tutan ve teknik bilgiler içeren bir nottu. Bu not kime aitti dersiniz? Tabi ki Mimar Sinan’a aitti ve hangi teknikle ve nasıl yapıldığının bilgisini veriyordu. Enteresandır, bahsi geçen teknik yöntemler mimaride bugün dahi tam uygulanamamaktadır. Bu alandaki çalışmalar ve özgün uygulamalar daha yeni ortaya çıkmaya başladı ve 2000’ler ve 2010’lardan sonra özgün mimari eserlerini yeni yeni görmeye başladık. Cumhuriyet döneminde depreme dayanaksız, çürük, çok kötü ve çirkin binalar yapıldı, şehirler inşa edildi. Göz zevkini bozan, mimari estetikten yoksun, çürük binalarımız depremlerde tuzla buz oldu. 1968 Adapazarı depreminde, 1993 Erzincan depreminde, 1997 17 Ağustos Marmara depreminde ve 2011 Van depreminde çarpık yapılarınız, bozuk kentleşme örneği şehirlerimiz ve çürük binalarımız yerle bir olarak çok büyük can kayıplarına neden oldu ve acı ve hüzünlere yol açtı.
Şehirlerde yapılan binalar mantar gibi, birbirine çok yakın, sistemsiz ve düzensiz, yeşilsiz ve ağaçsız, cadde ve sokaklar çok dar, otoparkların olmadığı beton yığınları ile karşı karşıyayız. Yeşil ve ormanın bol olduğu bölgelerimizde bile şehirlerimizi inşa ederken yeşil ve orman örtüsünü tamamen yok ederek, katlederek birbiri üstüne mantar gibi betondan ucubelerin inşa edildiği şehirler göreceksiniz. Karadeniz’ bölgesindeki şehirlerimize uzaktan veya kuşbakışı baktığımıza demek istediğim net anlaşılacaktır. Muhteşem bir yeşil ve orman örtüsünün bulunduğu bir bölgede dahi inşa ettiğimiz şehirler çarpık, bozuk, çirkin, yeşilsiz, ağaçsız ve BETONDAN ÇÖL görünümündedir. Yine şehirlerimize baktığımızda mimari açıdan karşılaştığımız bir başka sorun da imar planlarının, cadde ve sokakların jeolojik özelliklere göre ve hava akımlarına uygun olmamasıdır. Şehirlerimizde, özellikle deniz kenarında kentlerde cadde sokaklar hava akımlarına, deniz rüzgarlarına paralel değil karşıt konumdadır. Bizde deniz kenarındaki şehirlerimize baktığımızda caddelerin deniz kıyısına dikey olması gerekirken, paralel olduğunu görürüz. Bu da hava akımlarının şehrin içlerine girmesine engel olmakta, şehrin havasız ve kirli olmasına neden olmaktadır.