NASIL bir aileye gözlerini açtığını bilen yoktu. Dolayısıyla neler yaşadığı, ne gibi travmalarla yüz yüze geldiği, hangi ithamların altında ezildiğine dair en ufak bir ipucu yoktu.

NASIL bir aileye gözlerini açtığını bilen yoktu.

Dolayısıyla neler yaşadığı, ne gibi travmalarla yüz yüze geldiği, hangi ithamların altında ezildiğine dair en ufak bir ipucu yoktu.

Haşarı bir çocukluk geçirdi kolaylıkla tahmin edilebilirdi. Ele avucu sığmadığı çok aşikardı.

Neredeyse düz duvara tırmanıp oradan parende atarak tekrar inebileceğine itiraz edebilecek bir fani bulmak zordu gerçekten.

Gençlik dönemi ise muhtemelen birkaç fersah daha öteydi. Bu defa yapılan şeyler hareketlilik, şımarıklık, yerinde duramama, zapturapt altına alınama gibi tanımlamalarla izah edilebilmekten çok ilerideydi. Bile isteye zarar verme üzerine kurgulanmış günlerdi adeta.

Başkalarına acı çektirmek ve bunu ayrıca zevk alarak yapmak, bu kadarıyla da yetinmeyerek ballandıra ballandıra çevreye anlatarak övünç çıkarmak öyle herkesin yapabileceği bir husus değildi.

Mahalleler arası bir nevi çete savaşları çıkarmayı başarır, fitnenin ateşlenmesini el altından tezgahlar, insanları birbiriyle vuruşturur ve bunu uzaktan pis bir sırıtış eşliğinde seyreder kendisiyle gurur duyardı. Yara bere içinde dönenleri yüceltici sözlerle taltif ederdi. Onlara payeler verir isimlendirmelerde bulunurdu. Gruba daha sonra bu isimlendirmeleri kullandırarak o kişilerle bu durumun özdeşleştirilmesini sağlar ve sürdürülmesini temin ederdi.

Onla yaralanma, örselenme ve bunların verdiği dayanılmaz acılar birden şekil değiştirir az önce süklüm püklüm ağlayan bireyler birden kahraman rolüne geçiverirlerdi.

O günlerde adı bilinmiyor olsa da bu bir sosyal ödüllendirmeydi ve çokça işe yarıyordu.

Aslında bunu onlar için yaptığı tam söylenemezdi.

Buradan kendisine yüklenen pay, sözde onur ve isminin dolaşıma girmesi gizli kazançlarından bazılarıydı.

Lider olarak anılıyordu artık. Tartışmasız bir itaat sağlamıştı.

Söylediklerine en küçük bir itiraz bile geliştirilmiyordu. Her lakırdısı mutlak bir gerçek muamelesi görüyordu. Fikirlerinde isabet edememesi gibi bir seçenek kimsenin zihnine neredeyse bir kere bile konuk olmamıştı.

ERİŞKİNLİK döneminde de bu tavırlarını arttırarak sürdürdü ancak çevresinde toplanan kişilerde aynı performans artık kaybolmuştu.

Hevesleri sönmüştü. İstekleri titrek bir mum alevinden daha cansızdı. Motivasyonları yok olmuştu.

Kısacası hem istekli değillerdi hem de yorgun düşmüşlerdi. Dolayısıyla daha önce kullandığı teknikler eskisi kadar işe yaramıyor, netice getirmiyordu. Bu ise reisi kızdırıyordu.

Öyle ki, öfkenin küplerine biniyor bir daha da kimse onu oradan indiremiyordu.

HAKLI olduğuna yüzde yüz iman ediyordu.

Başka türlüsünü zaten bilmiyordu. Hiç deneyimlememişti.

Hiçbir zaman olumlu da olsa eleştirilmediğinden kendine bu türlü bir insan aynası bulamamıştı.

Çevresinde kümelenmiş herkes kabahatliydi. Kusurluydu. Yeteneksizdi. Beceri yoksunuydu.

İşe yaramazlar kulübünün mıymıntı üyeleriydi.

Kendisi onlara her türlü parlak fikri verdiği bununla da kalmayıp nasıl iş tutacaklarına yönelik önemli yönlendirmelerde bulunduğu halde yine de başarısız olmalarının başka bir izahı asla olamazdı.

Her düşüncesinin, fikrinin, kanaatinin, aklına gelen, gönlüne doğan her ne ise bunların yüzde bir milyon doğru olduğuna inanıyordu ki, kendi kendisinin mümini olmuştu adeta.

Ama hayat öyle değildi. Ne kadar uğraşıp didinsen de belli bir yere kadar ancak dizayn edilebilirdi.

O kendi mecrasında bildiğince akıp giderdi. Bu doğallık ise insanın düşüncelerindeki yanlışları olaylarla sapla samanı birbirinden ayırır gibi ayrıştırırdı.

Ama bunu kişiler kolay kolay kabule yanaşmazlardı. O da aynen böyleydi.

Asla özünde bir eksiklik görmüyor, çiğlerini pişirmek için teşebbüse geçmiyordu.

Yine kızgınlığın gözleri irileşmiş, kendini gemleyemeyen atına binmiş avare dolaşıyordu.

Yoruldu.

Sıkıştığından bir caminin tuvaletine girerek ihtiyacını giderdi. Çıkarken orayı işleteni bazı sebeplerden ötürü iyice haşlamayı planlamıştı. Elini cebine atıp çıkardığı madeni parayı tasarladığı sarsıcı birkaç cümle eşliğinde kendisine bakan hacı amcaya camın altından uzatırken arkasında ispirtolu kalemle yazılıp duvara yapıştırılan şu cümleyle karşılaştı: 'Suçlayan her zaman suçludur.'

Tutamadı kendini ve sordu: 'Suçlayan her zaman suçlu mudur gerçekten?'

Az evvel fırça atmak istediği ve küçümsediği adama şimdi akıl danışıyordu. İhtiyar şöyle dedi:

'Evet, suçlayan her zaman suçludur. Ayarı kaçırmıştır çünkü. Suçladığı konuda olmasa bile farklı bir yaşam alanında yaptığı kabahati kendisine döner. Ve gün gelir işlemediği bir günahtan dolayı bile suçlanır.'

Sarsıldı, yüzü sarardı, güç bela ödemeyi yaparak bahçeye çıktı ve kendini güçlükle en yakın banka bırakıverdi. Bu ne demekti şimdi, ömrü boyunca herkesi suçlayan kendisi miydi gerçek suçlu? Bu nasıl mümkün olabilirdi? İlk defa kendisini soruların cehenneminde bulmuştu.

Suçlayan her zaman suçlu mudur elbette bunu tam olarak bilemeyiz ama vaktini kaçırmadan, ifrat ve tefrite düşmeden dengeli bir şekilde bunu düşünmemizde ne gibi bir zarar olabilir ki?

Ya Selam!