OTURUP hayatının her noktasını anlatmıştı tüm ayrıntılarıyla. “Biz farklı olmak istemiştik sadece” dedi. Sonra biraz düşünüp bir tashih yaptı. “Esasen ne idiysek öyle davranmıştık.”

OTURUP hayatının her noktasını anlatmıştı tüm ayrıntılarıyla.

'Biz farklı olmak istemiştik sadece' dedi. Sonra biraz düşünüp bir tashih yaptı. 'Esasen ne idiysek öyle davranmıştık.'

Anladım ki, mürailik yapmamıştı.

Yalana tenezzül etmemiş münafıklık gömleğini giymemişti.

Duruma göre farklı yüzler ortaya koymamış, buna itibar etmeyi iman zafiyeti saymıştı.

İçi neyse dışı da o idi.

Bir idi yani.

Her oturduğu yerin rengine bürünmemiş, kendi rengi neyse onunla yetinmiş, doğru bildiklerini doğruluk ölçülerine uygun olarak zuhura getirmişti.

İnsanlar buna alışık değildi.

Bu nedenle rahatsız olanlar çoktu.

Düşmanlık gütmeye, tezviratlar yapmaya başlamışlardı.

Etiketleniyor, dışlanarak ötekileştiriliyordu.

Tenleri aynıydı ama ona yabancı muamelesi yapmışlar hatta yer yer hedef göstermekten bile çekinmemişlerdi.

Bunu yapanlar kendilerini doğruların bayraktarı olarak sunuyorlardı.

Yaptıkları bu ayrıştırıcı muameleye herkesçe meşru görülebilecek bir kılıf bulmak ise hiç zor olmamıştı.

İşin aslını esasını bilmeyenler minik bir araştırma ihtiyacı bile duymadan onlarla saf tutmuş, yumruklarını dişleriyle beraber sıkmış ardından öfkelerini hiç beis görmeden kusmuşlardı.

Bir yakıcı yaylım ateşiydi bu.

Yangın çıkarma hastalığı olan 'Piromani'ye tutulmuş kişiler gibi kendileriyle aynı doğrultuda düşünmeyenleri ateşe verip yakmaktan marazi bir zevk bile alıyorlardı.

Yaktıkları mı yanıyordu yoksa kendileri mi, bunu düşünmeye bile vakit ayırmamışlardı.

Sanki kendilerini 'Otomatik pilota' bağlamış gibiydiler.

Gözleri alev saçarken ağız dolusu sövüyorlardı.

Sesler birbirine karıştığından kimin ne söylediği anlaşılmıyor inanılmaz bir 'Kakafoni' oluşuyordu.

Bu mühim değildi ki onlar için.

Zihinlerinde oluşturdukları imajı giydirdikleri sahte düşmanı 'Şeytanı taşlar' gibi taşlıyorlardı.

Bu esasen kişinin kendinde taşlaması gereken kötülükleri unutmak istemesinin beyhude bir çabasıydı.

Taşlanmamak için taşlamayı tercih ediyorlardı.

'ÇOK taşlandık.' dedi.

'Ama heyecanlanmadık, kendimiz için üzülmedik…

Tepki olarak bize atılan taşları alıp onların üzerine savurmadık.'

'Nasıl dayandınız peki, bunca zulme?' soruma verdiği cevap iki kelimeden oluşmuştu.

'Taifi düşündük…'

İçimin nasıl yandığını ifade etmeye kelimeler bulamam…

Kendime kanayıp durdum.

'Vücudumuzda isabet almayan yer kalmadı.

Kafamızda kırılmadık yer, kalbimizde acıtmadıkları hiçbir nokta bırakmadılar.

Ama dayandık.'

Buna ağlamamak, yanmamak mümkün mü?

DOĞRULUK bedel ister.

İman ise cesaret.

Cesaret korkunun kovulması, tart edilmesidir.

Nefsin esaretine rıza gösterenler bu meydana çıkamazlar.

Bu yükü çekemezler.

Ali olamazlar.

Ali olmadıkları için ali de olamazlar.

Dolayısıyla ne Hasan'ı ne de Hüseyin'i anlayamazlar.

Bunlar nasiplerin en yücesidirler çünkü.

Gönlün Kerbelası'nı anlayamayanlar Hz. Hüseyin'in Kerbela'sını nasıl idrak edebilirler ki?

ÇOK ağlaştık.

Gönlümüz mananın zemzemi ile yıkanıp durulaştı.

Sabahı bulduğumuzda okunan 'Ezan-ı Muhammedî' ile yeni bir dirilik kazandık.

İçimde dönüp duran soruyu daha fazla saklayamadım yine de.

'Sana attıkları taşı ne yaptın peki?'

Söylemekte tereddüt etse de cevaplamaktan geri durmadı.

'Her birini gönlümün en tenha yerinde bir aşıklık belgesi olarak sakladım.'

Diyecek bir şey bulamadım.

Ne dersiniz, bize atılan taşları geri fırlatmak yerine saklasak mı?

Ya Selam!