Hakkı bulmanın ve bilmenin yegâne yolu, Cenâb-ı Haktan Hz. Peygamber (s.a.v.) aracılığıyla gelen ilahî hakikatleri tasdik etmek; aklı da kapasitesi nispetinde bu uğurda kullanmaktır.

Hakkı bulmanın ve bilmenin yegane yolu, Cenab-ı Haktan Hz. Peygamber (s.a.v.) aracılığıyla gelen ilahî hakikatleri tasdik etmek; aklı da kapasitesi nispetinde bu uğurda kullanmaktır.

Günümüzde İslam adına konuştuğunu söyleyen birçok bedbaht, aklını kelimenin tam anlamıyla 'putlaştırarak' 'Aklıma uyarsa doğrudur, alırım; uymazsa yanlıştır, kabul etmem' şeklinde bir yaklaşımla Allah'ın dinini sorgulamaya ve devamında da yargılamaya kalkmaktadır. Bunlar, İslam'a husumeti meslek edinmiş batılı oryantalistlerin yerli temsilcileri konumundaki modernist ve reformistlerdir.

Bu yazımızda aklın putlaştırılmasına karşı çıkarak, onun nakil karşısındaki konumunu belirlemeye çalışacağız.

1- NAKİL – AKIL MÜNASEBETİ

Din / İslam, esasen nakildir. Bunu derken aklı dışlamış olmuyoruz. Tam tersi 'Nakil, aklı muhatap alır' diyoruz. Zaten 'Aklı olmayanın dini de yoktur' şeklinde ifade edilen prensip[1], İslam'ın akla verdiği değeri en çarpıcı şekilde anlatmaktadır. Burada önemli olan, nakil ile aklın mahiyet ve sınırlarını birbirinden ayırabilmektir.

Nakil vahiyle beraber Allah'tan gelen hakikatler manzumesidir. Aklı da Allah yaratmıştır. Ne var ki akıl birtakım beşerî zaaflara, nefsanî ve şeytanî desiselere maruzdur; yanılır ve şaşar. Vahiy kaynaklı nakilde, yani dinde ise yanılma ve şaşma olmaz, olamaz. Çünkü din, Allah'ın binasıdır, nizamıdır. Onun noksansız ilminin ve iradesinin eseridir.

Akla düşen görev, naklin mutlak hakikat olduğunu anlayabilmesi, bu hakkı teslim edebilmesidir. O yüzden akıl haddini hududunu bilebilmeli, kendini hakikatin kaynağı zannederek nakle nizam vermeye kalkışmamalıdır. Çünkü böyle bir fütursuzluğa kalkarsa hem kendini tahrip eder, hem de sahibini şaşırtır ve saptırır. Böylece en büyük nimetlerden biri iken, en büyük musibetlerden biri haline gelir. İşte felsefecilerin aklı böyledir. Kim bu akıl ya da fikir buhranına düşerse, felsefeciler gibi helake sürüklenir.

Kendini müslüman kimliğiyle tanıttığı halde 'Akılla nakil çatışırsa aklı alırız' diyenler de bu helake sürüklenenler kategorisindedir.

'Vahiyle akıl çeliştiğinde aklıma uyarım', diyenler, manen Allah'a (haşa!) 'Sen bilemezsin, ben bilirim!' demeye kalkışmış sayılırlar. Bu ne korkunç haddini bilmezlik ve ne mantıksız bir cürettir…

2- AKIL NASIL DÜŞÜNMELİDİR?

Esasen akılla nakil hakikatte çatışmaz ve çelişmez; bazen öyle zannedilebilir. Bu da nakıs anlayış ve idrak zaafiyetinden kaynaklanır. Ayrıca naklin kaplamı ve keyfiyeti, aklın algılama ve ihata hudutlarını aşmaktadır. Mesela Allah'ın zatını ve sıfatlarını tanıma, kaderi bilme ve anlama, ölümün ve ahiretin ahvalini idrak etme gibi hususlarda akıl aciz kalır. Ama bu bir akıl - nakil çatışması değildir. Burada akıl acziyet ve sınırını anlamalı, haddini bilmeli ve de şöyle düşünmelidir:

'Allah'ın varlığı ve birliği en büyük hakikattir. Zerreden kürreye, dünyadan tüm kainata kadar her şey, bu güneş gibi hakikati teyit ediyor. Atomdan moleküle, hücreden insana, gezegenlerden galaksilere kadar bütün bu alem, bir ilim, hikmet ve nizam üzeredir. Bütün peygamberler ve onların varisi olan alimler hep aynı gerçeğe parmak basıyorlar. O halde kainat ve alemler bir gerçek ise, bunların şahit olduğu ve delil teşkil ettiği bir yaratıcı, daha büyük hakikattir. Çünkü her eser müessirine işaret eder. Eserden daha büyük hakikat müessirdir. Çünkü müessir olmadan eser olamaz…'

Bunu düşünen akıl bilir ve anlar ki bu alemi yaratan bir Halık var. Biz onu hayat imtihanı gereği akıl ve beş duyu ile kavrayamaz isek de onun varlığı güneş gibi ortadadır. O Halık olan Allah vardır, birdir; eşi, benzeri, dengi, ortağı yoktur. Noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıftır. Allah'ın varlığı, zatı ve sıfatları en büyük hakikattir. Allah, ilmi, kudreti, iradesi ve eserleriyle ortada, yani 'Zahir'dir. Ama zatı, sıfatlarının mahiyetiyle de 'Batın'dır. Ben onu kavrayamasam da o, güneş gibi hakikattir, vardır…

İşte bu muhakeme tarzı, aklın had ve hududunu bilmesini ifade eder. Burada bir şeyin akılla ihata edilmesi, idrak edilmesi ile o şeyin akla ters düşmesini karıştırmamak lazım. Bir şey hakikat olur, ama aklın takati, sıkleti o hakikati idrake yetmeyebilir.

Netice itibariyle diyoruz ki nakil ve vahiy, asla akılla çelişmez, çatışmaz. Lakin akıl vahyin ve naklin mahiyetini idrakten aciz kalır. Buna çelişki yahut çatışma denmez.

Bu hususta akıl yine şöyle düşünmelidir:

'Kur'an gibi bir mûcize ile gelen, hayatı baştan başa mûcizelerle dolu olan bir Resûl geldi, çok şeyi haber verdi. Bu kadar mûcizelerin sahibi olan Resûl, insanın hayrına olan ve alemdeki gerçekleri tefsir eden bunca bilgiyi verdi, ben de bunları anladım. O halde yine onun haber verdiği, ama bu defa benim anlayamadığım hususlar da hak olmalıdır. Benim idrak gücüm bu gerçeklerin bir kısmını ihata edemiyor olabilir. Ama değil mi ki bu gerçekleri de aynı Resûl haber veriyor, o halde hepsi de haktır ve gerçektir…'

İşte akıl böyle düşünmelidir.

3- AKIL VE GAYBE İMAN

Akıl ahiret ahvalini ve orada yaşanacakları önceden bilemez. Ama inkar da etmez. Neden? Çünkü bu haberleri vahiy yoluyla, muhbir-i sadık olan bir Resûl bildirmiştir, o yüzden kabul ve tasdik eder. Zaten iman ile aklın münasebeti de bu minval üzeredir.

Kur'an'da söz konusu olan gaybe imanı da bu çerçevede anlamak lazımdır.

İman zaten birçok hususta gaybedir.

Gayb ise aklın ihatası ve idrakini aşan bir keyfiyettir. Peki, akıl her algılayamadığını inkar ederse ortada iman kalır mı? O halde bir şeyin akılla çelişmesi ile aklın ihata gücünü aşmış olması farklı şeylerdir.

Mesela insanda can veya ruh denen bir varlık vardır. Onu göremiyor, idrak edemiyoruz. Ama inkar edebilir miyiz? Ölümün, uykunun mahiyetini kavrayamıyoruz, ama inkar edebilir miyiz?

Dahası akıl kendi varlığını kabul eder, ama mahiyetini, nasıl bir şey olduğunu idrak edebilir mi? Elbette ki hayır. Her idrak edilemeyen inkar edilecekse, bu durumda aklın kendini de inkar etmesi gerekir. Bu mümkün müdür? Görülüyor ki aklın bir şeyi anlaması ayrı bir şey, onu idrak edip algılaması daha farklı bir şeydir. Bunlar birbiriyle karıştırılmamalıdır.

4- AKIL - KALP İLİŞKİSİ VE İDRAK

Akıl bilgi ile donanınca idraki ve algılaması da değişir. Bu sebeple insanların idraki, akıllarının kapasitesine, ilim ve malumatla donanmalarına göre de birbirinden farklılık gösterir. Mesela bir alimin idraki ile bir cahilin idrak seviyesi ve keyfiyeti aynı değildir.

Burada akılla kalbin ilişkisi de çok önemlidir.

Esasen akıl kalbe bağlıdır; çünkü keyfiyetleri bilme ve idrak etmede kalp akıldan fersah fersah geniş ve güçlüdür. Kalpteki imana ve basirete göre aklın algılaması da değişir. Kalpte kamil imanın bulunuşu, aklın kamil idrakinin de vesilesidir.

Burada Allah'ı zikrin, ibadetlerin ve nefis terbiyesinin imanı kemale erdirdiği, bu kemal ile doğru orantılı olarak aklın idrak ve ihata gücünün artacağı gerçeğinin de altını çizmek isteriz.

Elhasıl nakil - akıl münasebeti bir kitap çapında izaha muhtaç bir konudur. Bizim burada anlatmak istediğimiz şey, nakil ile aklın asla çatışmayacağı ve çelişmeyeceğidir. Ne hazindir ki cahil cesur olur misali, bazı haddini bilmezler, vahyin ve naklin karşısına akıl putunu çıkarmaktadırlar. Bu yaklaşım dini tahrif etmenin ayrı bir boyutudur.

5- AKLIN NAKİL KARŞISINDAKİ KONUMU

Sun'i olarak çıkarılan akıl - nakil ihtilafını kalıcı bir çözüme kavuşturmak için, aklın nakil karşısındaki konumunu tayin ve tespit etmek gerekir.

Bir kere akıl, zaman ve mekan şartlarında, birtakım objelerle düşünür. Başka bir ifadeyle zaman ve mekan şartlarıyla sınırlı olarak, bir şeyi bir nevi onun resmini çekerek idrak eder. Halbuki alemde zaman ve mekan şartlarına tabi olmayan nice olaylar vardır. Akıl dağarcığına sığmıyor diye bu varlıklar ve olaylar yoktur mu denecek? İşte burada aklın çerçevesi ve sınırı ortaya çıkmaktadır.

Nakil ise vahiyle gelen hakikatler manzumesidir. Zaman ve mekan çerçevesinde olan veya zaman ve mekanı aşan pek çok olay, naklin muhtevasını teşkil eder. Kısaca nakil, Allah'ın bildirmesiyle sınırlı olarak, maddeyi, manayı, dünyayı, ukbayı, görüneni, görünmeyeni, akıl veya beş duyu sahasına gireni veya bu sahaları aşan pek çok hakikati içine alır. O halde nakil esas olacaktır; nakil akla değil, akıl nakle uyacaktır.

Akıl nakle tabi olduğunda hem sıhhatli düşünür, hem de sıkletini aşarak kendini tahrip etmez. Aklın, sıhhatli kalabilmek için usul, metod ve edebe uyması gerekir. Ayrıca hangi sahada çalışacağını, nerede haddini bilip duracağını anlaması lazımdır. Bunu yaptığında terbiye edilmiş akıl olur. Demek ki aklın da terbiyeye ihtiyacı vardır ki bu terbiye, nefsin terbiye ve tezkiyesiyle bir bütünlük arz eder.

Şayet akıl nakle uyarsa, hem metod ve usul, hem de saha ve muhteva olarak kendini bulur ve gelişir. Sağlıklı düşünür, idrak gücü artar. İşte bundan dolayıdır ki İslam alimleri aklı kullanıp ilim ortaya koymada dünyaya ışık saçmışlardır. Felsefenin cenderesindeki akıl ıztırap çekerken, nakli esas alan akıl, mesela kelam ilmiyle beşeriyetin önünü açmıştır.

Akla asıl hürriyeti veren ve onu uçuşa kaldıran sır ise, tasavvufta ifadesini bulan tefekkür ve marifet sırrıdır. Bu ise ancak yaşayanlara nasip olan ilahi bir mevhibedir.

Burada aklî idrakin sadece Allah dostu velîlerde zirveye ulaşacağının da altını çizmek isteriz. Velayet nurunun nasıl aklî idrakin önünü açacağı derin bir konudur, biz bu kadarıyla iktifa ediyoruz.

6- İSLAM'A GÖRE İLMİN VASITALARI

Aklın nakil karşısındaki konumu hakkında genel ve ilmî standart şöyledir:

İslam'a göre ilmin sebepleri ya da vasıtaları vardır. Bunlara, doğruya / hakikate ulaşma yol ve yöntemi de diyebiliriz. Bu vasıtalar üçtür: Akl-ı selîm, hiss-i selîm ve sadık haber.

Akl-ı Selîm

Bu tabir, İslam'ın akla bakışını ifade eder. Aklın 'selîm' vasfını kazanması, yani sıhhatli olması demek, naklin iman ve ilim nurundan nasip alması demektir. İşte bu akıl haddini bilen, terbiye edilmiş akıldır ki İslam onu övmüş ve ona Allah'ın zatı ve kader konusu hariç, alabildiğine bir tefekkür sahası açmıştır. Ama unutulmamalıdır ki nakil olmadan akıl, akl-ı selîm olamaz. Akıl, ilahi nur ve feyizle tanıştığı derecede kendini geliştirir, idrak ve ihata gücünü arttırır. Tefekkür ve marifet arttıkça ve bu ilmî rezerv Allah'ın zikriyle buluştukça, akıl adeta kendini de aşacak derecede gönül boyutu ile birleşir, bütünleşir. Bu takdirde akıl ve gönül idraki bir bütün olur. Kur'an buna 'ulûlelbab' adını veriyor. (Bkz. Âl-i İmran: 190.) İşte idrakin zirvesini yakalayan akıl, gönül ve baş gözünün idrakini birleştiren bu akıldır.

Nitekim bu mana miraçla alakalı şu ayet-i kerimede Hz. Peygamberden (s.a.v.) le şöyle anlatılır:

'Gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı.' (Necm: 11.)

Bu ayetin izahı uzundur, dileyenler tefsirlere müracaat edebilirler.

Hiss-i Selîm

İlmin sebebi, hakikate ulaşma vasıtalarından biri de hiss-i selîm, yani sağlam beş duyudur. Görülüyor ki nakil, yani İslam, tecrübenin ve müşahedenin dayanağı olan beş duyuyu inkar etmez. Ancak bu duyuların kusursuz halini esas alır.

İslam, mülk ya da şehadet alemi denilen, beş duyuyla kavranan bu aleme önem verir. Kur'an, vahdaniyete ait delilleri bu alemden gösterir. Yer, gök, ay, güneş, nebadat ve hayvanattan insana kadar, İslam'ın ibadet kabul ettiği bütün tefekkür malzemesi bu alemden çıkar. O yüzden naklin emri, beş duyu ile aklî idrakin bütünleşmesidir.

Şimdi piramidi tabanı üzerine oturtalım:

Sadık Haber

İşte nakil, bu akl-ı selîm ile hiss-i selîme, bir rehber ya da imam / önder tayin eder. O da 'sadık haber'dir. Sadık haberden maksat, öncelikle Peygamberin (s.a.v.) haberidir. Yani naklî delillerdir. Keza, doğruluğunda şek ve şüphe olmayan, mütevatir derecedeki haberler ve bilgiler de sadık haber çerçevesinde mütalea edilirler.

Demek ki Kur'an'a, hadise ya da nakle bakan bir kimse, ilmin sebeplerini ya da hakikate ulaşma yollarını bir arada, beraber kullanmak zorundadır. İlmin bu üç sebebini kendi aralarında değerlendirirken de 'sadık haber'i diğerlerine rehber almalıdır. Nakil, yani sadık haber esas ve rehber alınırsa, akıl 'akl-ı selîm', beş duyu da 'hiss-i selîm / sağlam beş duyu' olur. Bu üçünün bir arada kullanılması da bizi doğru bilgiye, hakikate ulaştırır.

Günümüzde nakle bakanlar bu ölçülerden mahrum oldukları için, nakille aklın çeliştiğini, çatıştığını zannediyorlar. Veya ard niyetli davranarak dini felsefileştirmek isteyenler özellikle bu yolu seçiyorlar. Müsteşrik ve reformistlerin bir kısmının bu zihniyette olduklarını söyleyebiliriz. Bizim muhatabımız ise evveliyetle cehaletleri sebebiyle aldananlardır.

'Akılla Naklin Misali'

Akıl - nakil ilişkisinin gündem edildiği bu yazımıza noktayı, İmam Gazalî'nin bir temsiliyle koymak istiyoruz.

Gazalî akıl ile nakli, 'göz' ve 'güneş' temsiliyle anlatır. Bu temsilde nakil 'güneş', akıl da 'göz' konumundadır. Güneş olmadan göz görme fiilini gerçekleştiremeyeceği gibi, nakil olmadan da akıl gerçek ilme ulaşamaz, karanlıkta kalır. Aynı şekilde göz olmadan güneşin değeri bilinemeyeceği gibi, akıl olmadan da naklin hikmetleri anlaşılamaz.

O halde gözün güneşe ihtiyacı olduğu gibi aklın da nakle ihtiyacı vardır. Naklin değeri de akıl olmadan kavranamaz.

Bu misal meseleyi özetlemektedir.

Nihaî sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, akıl 'selîm' olmak zorundadır. Bunun teminatı da 'nakil'dir. Aklı putlaştırmanın önüne geçebilmek için, akıl naklin emrine verilmeli, böylece bu akıl, Allah'a giden bir kul olduğunun idrakine varmalıdır.

[1] Bu sözün hadis olduğunu söyleyen kaynaklar da vardır.